Halis ECE


Şefaat kelime olarak; birinden, başkası adına bir ricada bulunma, kusurlarının bağışlanmasını dileme, bir suçlu veya ihtiyaç sahibinin af ve iyiliğe kavuşması için diğeri tarafından vâsıtalık etme, kayırma, iltimas ve yardım isteme mânâlarına gelmektedir.

İslâmî ilimler ıstılâhında ise şefâat, buna ehil olan bir zâtın, Allah Teâlâ’dan, günahkâr bir mü’minin affını niyaz etmesi demektir.
 
Ehl-i Sünnet inancına göre, büyük günah sahipleri hakkında peygamberlerin (aleyhimüsselâm) ve hayırlı mü’minlerin şefaatta bulunma selahiyetleri/yetkileri vardır. Bu husus meşhur hadislerle sabittir. (1)

Kur’an-ı Kerim’de de, “(Ey Rasûlüm!) Hem kendinin hem de mü’min erkeklerin ve mü’min kadınların günahının bağışlanmasını dile.” (2) buyrulmuştur. Şefaati inkâr edenlere sormak lazım: Rasûlüllah Efendimizin (s.a.v.) mü’minler için af dilemesinin faydası olmayacaksa bu ayetin manası nedir? Keza buyrulmuştur ki, “Artık şefaatçıların şefaati onlara (kâfirlere) fayda vermez.” (3) Bu ayetin üslubundan ve ifade tarzından da anlaşılmaktadır ki şefaat vardır. Yani; ey kâfirler, siz öyle kötü ve zor durumdasınız ki, herkese faydası olan şefaatin bile size yararı olmaz, denilmek istenmiştir. (4)

İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe (rh.) hazretlerinin ifadeleriyle, başta Resûlüllah Efendimiz olmak üzere bütün peygamberlerin (aleyhi ve aleyhimü’s-salavâtü ve’t-teslîmât ve alâ Nebiyyinâ hâssa) ve Allâh’ın izniyle sâlih kulların, evliyâullâhın (k.esrârahüm), şehitlerin bazı günahkâr mü’minlere, cezayı hak eden büyük günah sahibi kişilere şefâat edecekleri haktır, âyet ve hadislerle sâbittir. Bu görüş, hiç şüphesiz Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat mensuplarının görüşünü temsil etmektedir.

Mü’minler, günahlarının affı, makamlarının-rütbelerinin, derece ve mevkilerinin yükselmesi ve daha bazı iyilik ve güzellikler için peygamberlerinden, Allah dostlarından, hayırlı ve sâlih zâtlardan şefaat talep edebilirler. Ancak müşrikler-kâfirler ve şefaati inkâr edenler için şefaat bahis mevzuu değildir. Kur’ân-ı Kerim’de buyrulmuştur ki, ’Onlara şefaatçilerin şefaati fayda vermez. Böyle iken bunlara ne oluyor ki, âdeta arslandan ürküp kaçan yaban eşekleri gibi hâlâ nasihatten-öğütten yüz çeviriyorlar?’(5)
 
*** 
 
Velhâsıl ahiret günü bir kısım günahkâr müminlerin affedilmeleri itaatli müminlerin de daha yüksek makamlara ermeleri için Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ve bazı büyük zatların Allahu Teâla’dan niyaz ve istirhamda, istekte bulunmalarıdır. Onlar Allah’ın (c.c.) izin vermesiyle şefaat ederler. [el-Hediyyetü’l-Alâiyye (terc.), s. 905]
 
Bütün Ehl-i Sünnet âlimlerine göre; peygamberlerin, seçilmiş kimselerin ve Kur’an-ı Kerim, Oruç, Ka’be-i Muazzama gibi Şeâir-i İslâm’ın (dinin mukaddesleri), büyük günah sahipleri için yapacakları şefaatleri haktır. [el-Müntekad, s.135]
 
Allahu Teâla’nın lütuf ve keremiyle, ehl-i isyanın, şefaatsiz dahî mağfireti caiz olunca, şefaat sahibi bir zatın şefaatine nailiyyet halinde, O'nun rahmetine mazhar olunması evleviyyetle mümkündür. [Şerh-i Akaid ve Tercemeleri, s.335]
 
Her ne kadar bazı bid’at ve dalâlet fırkaları şefaati inkâr etseler de, Ehl-i Sünnet indinde, -bir kısım teferruat müstesna- şefaat hakkında ihtilaf yoktur, bilakis şefaatin olacağına dair edille-i şer’iyyeden icma‘ gibi kuvvetli bir delil mevcuttur.
 
Şu da dikkat edilmesi icap eden bir husustur ki, o salâhiyete / nimete sahip olan kimseler, bu tasarruflarını çok dikkatli bir şekilde kullanırlar. Allah’ın (c.c.) izni olmadan hangi kimse şefaate cür’et edebilir ki! Nitekim Kur’an-ı Kerim’deO'nun izni olmadan huzurunda şefaat etmek kimin haddine![Bakara suresi, 255] buyrulmuştur. Bu ayet-i kerime bu manaya delalet eder. Allahu Teâla dilerse, şefaat kapısı açılır ve şefaate mezun (izinli) olanlar, kendi dilediklerine değil, yine Allah’ın (c.c.) dilediklerine şefaat ederler. [Elmalı’lı, Hak Dini Kur’an Dili, 1, 851; Bu son kısım, bazı arkadaşlarımızın "İHL Mevzuları" adlı çalışmalarının Şefaat bahsinden iktibastır.]
 
*** 
 
Bu mevzûda İmâm-ı Rabbânî (k.s.) hazretleri ise şu açıklamalarda bulunur:

"Sâlih ve hayırlı zâtların; Allah Teâlâ’nın izni ile kıyâmet günü, âsîler ve günahkârlar hakkında şefaat etmeleri haktır, gerçektir. Rasûlüllah Efendimiz (s.a.v.) bu mânâda şöyle buyurdu:

‘Şefâatim, ümmetimden büyük günah sahipleri içindir.’(6)

Hz. Cabir’in (r.a.) naklettiği bu hadis-i şerifi rivayet eden Tirmizî şu ziyadeyi kaydeder: “Büyük günah sahibi olmayanın şefaate ne ihtiyacı var!

Kısacası bu mübarek sözleriyle Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), büyük günah işlemeleri sebebiyle azap görmeleri gereken kimselerin, şefaat sayesinde cehenneme girmekten kurtulacaklarını… Zerre miktarı da olsa iman sahibi bulunanlardan, günahları dolayısıyla cehenneme girmiş olanların da yine şefaat vesilesiyle oradan çıkacaklarını ifade etmektedir. Bu meşhur bir hadistir, hatta bu mevzudaki hadisler mana yönünden mütevatirdir. (7) Tîbî rahımehullah ise bu hadisi, ‘Helâk olanları kurtaracak şefaatim, büyük günah işleyenlere mahsustur’ diye anlamıştır.
 
***
 
KAÇ TÜRLÜ ŞEFAAT VARDIR?

Şefaat mevzuunu kısaca beş kısımda toparlayabiliriz.

1. Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) zâtına mahsus olan şefâattir… Şefâatin en büyüğü ve en önemlisi de budur; şefât-i uzmâ...

2. Rasûlüllah Efendimizin (s.a.v.) hayatta iken mü’minler için Allah katında şefaatçi olması…

3. Diğer peygamberlerin, velîlerin, sâlihlerin, şehitlerin vs. şefâat etmeye izinli olanların şefâatleri.

4. Mü’minin kendi güzel amellerinin icabı-iktizası olan şefâat... Yani işlediği iyi amelleri kendisi için şefaatçi kılması…

5. Bir mü’minin, diğer bir mü’minin iyiliği için dua etmesi ki, bu da bir nevi şefaattir.

Mü’minlerin, bilhassa iki cihan serveri Efendimizin (s.a.v.) şefâat-i uzmâsı’ndan mahrum kalmamaya gayret göstermeleri lâzımdır. Bunun için de sünnetlerine dört elle sırılmak gerek.

***

ŞEFAATİN MERTEBELERİ

Merâtib-i şefaat yedidir:

1. Afv-ı İlahi için.

2. Nâr-ı Cahîm'den (Cehennem ateşinden) kurtulmak için.

3. Nâr-ı Cahîm'den mertebe-i dıyk'da (sıkıntıda) olanı kurtarmak için.

4. Nâr-ı Cahîm'de azabı ağır olanın halini tahfif için.

5. Nihayet tabaka-i ulyâ-yı nârdan (Cehennemin en üst tabakasından) usât-ı ehl-i tevhidi (günahkâr mü'minleri) çıkarmak için.

6. Cennet'te terfî-i derece (makam-mevki ve rütbelerin yükselmesi) için.

7. Cennet'te Cemâl-i İlahi'ye nâil olmak (Allah Teâla'yı görebilme şerefine kavuşabilmek) için.

[Süleyman Hilmi TUNAHAN (k.s.) hazretleri]

***

“MAKAM-I MAHMÛD”

Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor:
‘Rasûlüllah’a (s.a.v.), “... Rabb’inin seni, Makam- Mahmûd'a (övgüye değer bir makama) göndereceğini ümit edebilirsin.’ (8) ayetinde zikredilen ‘Makam-ı Mahmûd’dan sual edildi. Rasûlüllah (s.a.v.), ‘Bu sefaat'tir’ diye cevap verdi.” (9)

İbn Ömer’den (r.anhüma) gelen rivayetse şöyledir: "Rasûlüllah (s.a.v.) buyurdular ki: ‘İnsanlar kıyamet günü cemaatler halinde olacaklar. Her ümmet kendi peygamberini takip edip, ‘Ey falan! Bize sefaat et, ey falan bize sefaat et!’ diyecekler. Sonunda sefaat etme işi bana kalacak. İste Makam-ı Mahmûd budur." (10)

Hasılı ‘Makam-ı Mahmûd’dan murad cumhura/ekseriyete/çoğunluğa göre, Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) kıyamet gününde sahip olacağı şefaat makamıdır. Orada öncekiler de sonrakiler de kendisine minnettar olacaklar, yani herkes kendisini manevi bakımdan ona borçlu hissedecektir.

Yahut da Celâleyn, Medârik, Beyzâvi, Râzi tefsirlerinde anlatıldığı üzere ‘Makam-ı Mahmûd’, Sevgili Peygamberimize (s.a.v.) ‘Livâü’l-hamd’ denilen sancağın verileceği makamdır.

İmam Ahmed’in, İbn Mes’ud’dan (r.a.) rivayet ettiği hadis-i şerif şöyledir:

"Rasûlüllah’a (s.a.v.), ‘Makam-ı Mahmûd’ nedir? diye sorulmuştu. Buyurdu ki: ‘Cenab-ı Hakk’ın kürsüsünden ineceği gündür.’ Resûl-i Ekrem (s.a.v.), o gün herkesin çırılçıplak, yalın-ayak getirileceğini, evvela İbrahim aleyhisselama, sonra da kendisine cennet elbiseleri giydirileceğini açıkladıktan sonra sözlerine şunu ilave etmiştir: ‘Sonra Allah’ın sağında bir makamda dikileceğim de, orada bana evvelîn ve ahirîn (öncekiler ve sonrakiler) hep imrenecek". İmam Vahidî bu hadisin, Allah’a cisim isnat etmek esasına dayandığı için fasit olduğunu birçok delillerle isbata çalışmışsa da, buna karşı Dâri Kutnî şu mısralarıyla cevap vermiştir:

‘Hadîsü’ş-şefaati an Ahmede ilâ Ahmede’l-Mustafâ nüsnidühû
Ve câe’l-hadîsü bi-ık’aadihî ale’l-Arşi eyzan velâ nechadühû.’


Şu demek: Şefaat hadisini İmam ahmed b. Hanbel’den ta Ahmed Mustafa’ya (s.a.v.) isnat (senetleriyle isbat) ediyoruz. Onun yalnız Allah’ın sağında dikileceği hakkında değil, Arş üzerinde oturtulacağına dair de hadis varit olmuştur. Bunu inkâr etmiyoruz ya.’

Bu ve benzerleri müteşabihattandır, bunlar hakkında alimler iki kısma ayrılmışlardır:

1. Allah’ın noksan sıfatlardan münezzeh olduğunu kesin ifadeyle birlikte, onlara olduğu gibi iman ve te’vilini Cenab-ı Hakk’a havale edenler ki, bunlar Selef ve Mütekaddimîn alimleridir.

2. Onları münasip şekilde te’vil edenler… Bunlar da Müteahhirîn alimleridir.

İkinci kısım alimler mesela, Buhari’de Ebu Hüreyre’den (r.a.) rivayet olunan "Gecenin son üçte biri kaldığı zaman Allah dönya göğüne iner." mealindeki hadiste görülen ‘iner’ kelimesine, ‘Allah’ın emri iner’, ‘Kürsi’ye de ‘Allah’ın ilmi’ ve saire gibi te’villi manalar vermişlerdir.

Şu hususlarda, sapkın fırkalar hariç olmak üzere, bütün Ehl-i Sünnet ittifak halindedir:

‘Allah cisim değildir. Cevher değildir. Araz değildir. Şekil ve suret sahibi değildir. Mahdut (sınırlı) değildir. Ma’dud (sayılı) değildir. Ba’z (kısım) değildir. Cüz’ (parça) değildir. Zaman ve mekânla mukayyet/kayıtlı değildir.’ Bunlara ‘Selbî sıfatlar’ denir. (11)
***

“EVET, EY RABBİM! RÂZI OLDUM”

Elmalılı merhum, Duhâ suresinin “Pek yakında Rabbin sana verecek de sen hoşnut olacaksın” (12) ayet-i kerimesinin tefsirinde der ki:

“Bu lütuf ve ihsanın muzari (gelecek zaman) kipiyle ifade edilmesine göre kemal ve ahiretle ilgili değerli bir vaad olduğunda şüphe yoksa da, başlangıcı itibariyle dünyadaki nefsi feyizler, öncekilerin ve sonrakilerin ilimlerini bilme, emrin zuhuru, fetihler ile dini yüceltmek, hak ve hayrı yaymak için yapılan mücadelelerde başarılı olma gibi gerek Peygamber (s.a.v) devrinde (asr-ı saadette) ve gerek daha sonraları meydana gelen ve gelecek olan lütufları dahi kapsar. Nitekim hicretle başlayan ilâhî yardım ve zaferler, Mekke'nin fethi ve diğer başarılar ile İslâm'ın yayılması bundan sonra olmuştur. Bununla beraber ‘Ahiret yurdu işte gerçek hayat odur.’ (13) ‘Ahiret yurdu, Allah'tan korkanlar için daha hayırlıdır.’ (14) ‘Kıyamet günü, yaptıklarınızın karşılığı ödenecek.’ (15) olduğu için asıl hoşnutluk ahiret hayatında olacağından, vaad ve lütfun asıl önemi de oradadır.

“İbn Ebu Hatim Hasen'in ‘o şefaattir’ dediğini rivayet etmiştir. İbn Merduye ve Ebu Nuaym ‘Hilye’de Harb b. Şüreyh'in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: Ebu Cafer Muhammed b. Ali Hüseyin hazretlerine, ‘Ne dersin, dedim, Iraklı'ların bahsettikleri şefaat hakları mıdır?’ ‘Evet’ dedi ve şöyle devam etti: Muhammed b. Hanefiyye'nin Hz. Ali kanalıyla bana naklettiğine göre Rasûlüllah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

Ben, Rabb'im bana ‘Razı oldun mu Ey Muhammed?’ deyinceye kadar ümmetime şefaat edeceğim. O vakit, ‘Evet, ey Rabbim! Razı oldum.’ diyeceğim. Sonra bana yönelip şöyle dedi:

- Ey Iraklılar! Siz Allah'ın kitabında en ümit verici âyet, ‘De ki: Ey günah işlemekte haddi aşarak nefislerine karşı cinayet işlemiş kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Kuşkusuz Allah bütün günahları bağışlayıcıdır.’ (16) âyeti dersiniz.

- ‘Evet, biz öyle deriz’ dedim.

- ‘Fakat, dedi, biz Ehl-i beyt de hep deriz ki, Allah'ın kitabında en ümit verici âyet, ‘Rabb'in sana, sen razı oluncaya kadar verecek.’ âyetidir ve o şefaattir’ dedi.

“İbn Cerir İbn Abbas'ın (r.anhüma) bu âyet hakkında şöyle dediğini tesbit etmiştir: ‘Muhammed’in (s.a.v.) rızasından birisi de Ehl-i Beyt'inden birinin ateşe girmemesidir.’

“Hatib el-Bağdadî'nin ‘Telhîsu'l-Müteşabih’ adlı eserinde, İbn Abbas'tan gelen diğer bir rivayette, ‘Onun rızası, ümmetinin hepsinin cennete girmesidir.’ denilmektedir. Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) ümmetine karşı duyduğu büyük şefkat de bunu gerektirmektedir. Çünkü o ümmetinin üzerine titremekte olup müminlere karşı son derece merhametli ve şefkatlidir.

“Alûsî'de ‘Dürr-i Mensur’dan naklen zikredildiği üzere Müslim, İbn Ömer hazretlerinin şöyle rivayet ettiğini tesbit etmiştir:

Rasûlüllah (s.a.v.) İbrahim (a.s.) hakkındaki ‘Kim benim peşimden gelirse o bendendir.’ (17) İsa (a.s.) hakkındaki ‘Onlara azap edersen, kuşku yok ki onlar senin kullarındır...’ (18) âyetlerini okudu. İki elini kaldırdı da, ‘Allah'ım! Ümmetim, Ümmetim!’ dedi ve ağladı. Allah Teala da şöyle buyurdu: ‘Ey Cebrail! Git Muhammed'e söyle: Biz seni ümmetin hakkında razı edeceğiz ve seni utandırmayacağız.’

“Bu güzel vaad ve müjdeyi dinlerken şunu da unutmamak gerekir ki peygamberin rızası Allah'ın rızasındadır. Allah'ın rızası olmayan bir şeye peygamberin razı olması düşünülemez. Yoksa peygamber, Allah'ın kendisinden razı olduğu kul olmamış olur.

“Allah'ın izni olmayınca da kimsenin şefaat etmesine ihtimal yoktur. ‘Allah'ın izni olmadan onun huzurunda kim şefaat edebilir?..’ (19)

“Allah’ın küfre rızası yoktur. ‘Kulları hesabına küfre razı olmaz.’ (20) ‘Lakin Allah size imanı sevdirdi ve onu kalbinizde süsledi. İnkârı, fasıklığı ve isyanı size kötü gösterdi. İşte onlar hak yolda dosdoğru gidenlerdir.’ (21)

“Peygamberin ümmeti hakkındaki rızası ve şefaatı da iman ve onun peşinden gitmekle uygundur. ‘Benim şefaatim ümmetimden büyük günah işleyenleredir.’ hadisi de, büyük günahlara teşvik için değil, ‘Ümmetî’ yani ‘benim ümmetim’ denilmekle iman eden ve onun peşinden gidenlerden olmanın kıymetini tesbit içindir.

“Bu büyük günahlara Allah'ı inkâr dahil değildir. Gerçi Hz. Muhammed’e (s.a.v.) verilen lûtfun faydalarından, dünyada kâfirlerin dahi istifade ettiğinde kuşku yoksa da, bu istifade iman bulunmadıkça dünyada kalır. Ahiret içinse büyük zarar ve korkunç azap olur.

“Buna karşı, ‘Madem ki Allah, razı oluncaya kadar Peygamber'e lütufta bulunacağını vaad etmiştir. Bu vaadi alan peygamber, mümin ve kâfir bir bütün olarak herkes hakkında bir ‘genel af’ ilanını istemeli ve cehennemi tamamiyle kapattırmadan razı olmamalıydı. Muhammed’in (s.a.v) yaratılmışlara gösterdiği musamaha ve şefkat bunu gerektirirdi.’ demeye kadar gitmemeli, bu şekilde küfrü, zulmü, şirk ve kötülükleri, fasıklık ve isyanı desteklemek; ilâhî adaleti çalıştırmamak, hürriyet, merhamet ve şefkati kötüye kullanmakla iyi şeyleri kötü şeylere feda etmeyi insanlık ve halk namına hayır sanmamalı, Allah'ın rızasını kötülere yöneltmekle ahiretin mutluluk ve safasını dünya gibi bulandırmamalıdır. Bunlara ne Allah razı olur, ne de kul. Allah Teala, kulları hesabına fasıklık, küfür ve isyana razı olmadığı halde peygamberde bunun aksine bir izin ve rıza bulunduğunu varsaymak onu ‘rıza makamı’ndan düşürmeye kalkışmak olur.

O gün ruh ve melekler saf saf kıyama duracaklar. Rahmân olan Allah'ın izin verdiklerinden başkası bir kelime söyleyemez. O da doğruyu söyler.’ (22) âyeti gereğince hak ve doğru söylemeyenlerin Rahmân'ın huzurunda konuşmaya hak ve selahiyetleri yoktur.

“Bununla beraber, ‘De ki: Ey günah işlemekte haddi aşarak nefislerine karşı suç işlemiş kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Kuşkusuz Allah bütün günahları bağışlayıcıdır. O çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.’ (23) âyet-i kerimesi, mümkün olan genel affın en genişini ilan etmiştir.

“Kuşku yok ki ‘bütün günahlar’ sözü, küfür ve şirki de içine alır. Fakat gafil olmamak gerekir ki; bu genel af âyeti, arkasındaki onun için ümit kesmeyin de, ‘Rabb'inizin rahmetine sığının ve ona teslim olun.’ (24) hitabıyla Allah'a sığınma ve teslim olmaya yani Allah'a dönmek ve onun merhamet ve himayesine sığınmak suretiyle imana ve boyun eğmeye davet içindir.

“Geçmişteki günahlarının büyüklüğünden dolayı asla affedilip bağışlanamaz zanniyle ümitsizliğe düşenlerin, Allah'a sığınıp teslim olarak bağışlanmaya erebileceklerini… yani ‘İslâm daha önce olanları keser atar’ yeni doğmuş gibi tertemiz eder olduğunu ilan ederek, iman ve İslâm'a ve günahlardan tevbeye teşviktir. Yoksa günahlara ve kötülüklere teşvik için değildir.

“Allah ve peygamber tanımayan, ilâhî rahmet ve mağfiretle ilgisi olmayan, azabı görünceye kadar bunları arayıp bulma yolunda bir tevbe ve sığınma adımı atmayan, küfürde israr eden inatçı azgınların, o genel aftan ne hisseleri olabilir ki, Peygamber (s.a.v.) onu istesin!.. Allah'ın onlar için hazırladığı ve onların kendi elleriyle, kazançlarıyla körükledikleri cehennem ateşinin söndürülmesine Allah ve Peygamber razı olsun!

“Bunlar hakkında bir önceki sûrede ‘Her kim cimrilik eder, kendini ihtiyacı yok sayarsa ve en güzeli yalanlarsa, onu da en zor olana hazırlayacağız.’ (25) ve ‘Ben size bir ateş haber verdim ki, alevlendikçe alevlenir. Ona ancak en azgın olan girer. O ki, yalanlamış ve yüz çevirmiştir.’ (26) buyurulmuştur. Bu sûrede de ‘Senin için daha hayırlıdır’ denilerek hayrın Peygamber'e (s.a.v.) tahsis edilmesiyle, onların, bu hayrın dışında bırakıldığına işaret edilmiştir. ‘Benim ardımdan/peşimden gelen bendendir.’ (27) manasınca, Peygamber'in (s.a.v.) ardından giden de ondandır.

“Özetle, bu hayırlı olmada, bu Hz. Muhammed Mustafa’ya (s.a.v.) verilen lûtufta, ümmete şefaat meselesi pek önemli bir asıldır. Bundan ümmetin hissesi de peygambere (s.a.v.) uymasıyla uygunluk arzetmektedir.” (28)
***

NERELERDE ŞEFAAT OLACAK?

Mahşerde, arasatta, sıratta şefâat olduğu gibi, cehennemden çıkıp cennete girmek, hatta cennette derecelerin-mertebelerin, makam ve mevkilerin yükselmesi ve Allâh’ın cemâlini görebilmek için de şefâat vardır.
***

Dilerseniz mevzumuzu Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.), Kur’an-ı Kerim'in şefaatiyle alakalı birkaç hadîs-i şerifi ile noktalayalım.

Ebû Üsâme el-Bahilî (r.a.), ben Resûlüllah’ı (s.a.v.) şöyle buyururken işittim demiştir:

’Kur’ân-ı Kerim’i okuyun! Çünkü Kur’an, onu okuyanlara kıyâmet günü şefâatçi olarak gelecektir. Zehraveyn’i (Bakara ve Âl-i İmrân sûreleri) okuyun; zira onlar, kıyâmet gününde iki bulut yahut iki gölge veya saf bağlamış iki fırka kuş gibi gelecek ve okuyucularını müdâfaa edeceklerdir. Bakara sûresini okuyun; çünkü onu okumak berekettir, terk etmek ise pişmanlıktır. Onu(n bereketini) elde etmeye ‘battallar (sihirbazlar)’ muktedir olamazlar.’ (29)

Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor: “Rasûlüllah (s.a.v.) buyurdular ki, ‘Kur'an-ı Kerim'de otuz ayetlik (şanı yüce) bir sure vardır. Bu sure (kendisini okuyan) kimseye (kıyamet günü) şefaat eder ve Allah'ın onu affetmesini sağlar. Bu sure Tebarekellezi bi-Yedihi'l-Mülk'dür.” (30) Ebu Davud'daki rivayette: “(Okumak suretiyle) arkadaşlığını kazanan kimseye sure şefaat eder’” denilmiştir.

Tirmizi'de, İbn Abbas'tan (r.anhüma) gelen bir diğer rivayette, İbn Abbas Rasûlüllah’ın (s.a.v.) şöyle dediğini belirtir: “Bu sure (kabir azabına, veya kabir azabına sebep olan gunahlara karşı) engeldir, bu sure kurtuluş sebebidir, kişiyi kabir azabından kurtarır.’ (31) Bu rivayette Rezin’in ilavesi şöyledir: “İbn Şihab demistir ki, ‘Humeyd İbn Abdurrahman'ın bana haber verdiğine göre, Rasûlüllah şöyle buyurmustur: ‘Mülk suresi, kabirde, arkadaşı yerine mücadele eder (ve onu azaptan korur).”


DİPNOTLAR
(1) Taftazanî, Şerhu’l-Akaid, 53.
(2) Muhammed suresi, 19/47.
(3) Müddessir suresi, 74/48.
(4) Taftazani, a.g.e., 53.
(5) Müddessir suresi, 74/48-51.
(6) el-Mektûbat, İmâm-ı Rabbânî, 3. 17; Tirmizî, Sünen, Kıyamet, 12; İbn Mâce, Sünen,
(7) Taftazani, a.g.e., 53.
(8) İsra suresi, 17/79.
(9) Tirmizi, Sünen, Tefsir, Isra, H. No: 3136.
(10) Buhari, Sahih, Tefsir, Benû İsrail, 11, Zekat 52.
(11) Şah Veliyyullah ed-Dihlevî Huccetullahi’l-Bâliğa Terceme ve Şerhi’nden naklen Çantay, Hasan Basri, Kur’an-ı Hakim ve Meal-i Kerim, 2, 523, dipnot.
(12) Duhâ sûresi 93/5.
(13) Ankebut suresi, 29/64.
(14) A'râf suresi, 7/169.
(15) Âl-i İmran suresi, 3/185.
(16) Zümer suresi, 39/53.
(17) İbrahim suresi, 14/36.
(18) Mâide suresi, 5/118.
(19) Bakara suresi, 2/255.
(20) Zümer, 39/7.
(21) Hucurat suresi, 49/7.
(22) Nebe' suresi, 78/38.
(23) Zümer suresi, 39/53.
(24) Zümer suresi, 39/51.
(25) Leyl suresi, 92/8-10.
(26) Leyl suresi, 92/14-16.
(27) İbrahim suresi, 14/36.
(28) Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Kitabevi, İstanbul, yyy., 8, 5892-96
(29) Müslim, Sahîh, Müsâfirûn, 252.
(30) Ebu Davud, Sünen, Salat 327, Ramazan 10; Tirmizi, Sünen, Sevabu'l-Kur'an, 9.
(31) Tirmizi, Sünen, Sevabu'l-Kur'an 9.
Go to top