“Bundan sonra, Kur’an’dan alarak; ‘Allah indinde hak din, İslâm’dır.’(12) ‘Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, ondan (bu din) aslâ kabul olunmaz ve o, âhirette de en büyük zarara uğrayanlardandır.’(13) ‘İnsanlardan bazısı da Allah’tan başkasını (ona) eşler ve benzerler edinir; onları, Allâh’ı sever gibi severler.’(14) ‘Dikkat edin, bütün işler sonunda Allâh’a döner.”(15)

***

Evet, Allâhü zû’l-Celâl ve’l-Kemâl hazretleri İlâhî kelâmında sâdıktır. Hakîkaten bir insan, İslâm’ın dışında başka bir din kabul edecek olsa, âhiret gününde en büyük zarar ve ziyâna uğrayanlardan olur! Yine bunun gibi, Cenâb-ı Mevlâ-yi Müteâl’den başka, bir takım şeyleri putlaştırıp, onlara, Hz. Allâh’a muhabbet ettiği gibi muhabbet ve itâat ederse, bu hareketi, Allâh’ı inkâr olacağından, kâfir olur. Bunda aslâ şüphe ve hilâf yoktur.

Ancak bu zâtın, işbu âyet-i kerimeleri burada zikretmekteki maksadı; hakîkatı söylemek değildir.(16) Zira râbıta-i şerife, İslâm’ın dışında ve ondan başka bir şey değildir. Çünkü İslâm; kalb ile tasdik, dil ile ikrar, îcap ve iktizâsınca İlâhî emirlere imtisâl ve nehiylerinden de ictinap etmek (kaçınmak)tir.

Bu ise Allâh’a dâvet eden, ona vuslata vesîle olan mürşid-i kâmile râbıta yapan ihlâslı bir müridte, mükemmel bir şekilde hâsıl olur. Bunun böyle olduğu; İlâhî hidâyet aynasına, ince ve dikkatli bir nazarla bakan ma‘rifet ehline açıktır.

Yine bunun gibi, râbıta-i şerife “endâddan ma‘dûde” yani resim ve sembollerden hareketle, muayyen ve belli bir şeye kurulan bir irtibat da değildir.

Endâd; timsaller, sûretler, resimler ve semboller demektir. Binâenaleyh râbıta-i şerife, cahiliyye devri insanlarının yaptıkları gibi, resimleri ve putları vâsıta kabul ederek yapılan bir ibâdet şekli de değildir. Zira bütün mü’minler bilirler ki, insanların kendi elleri ile yaptıkları sembollerin, onlara tapanlara; ne bir faydası, ne de bir zararı dokunur.
Nitekim Cenâb-ı Hak, insanları; ağaç ve benzeri maddelerden yapıp tapındıkları heykeller için, “O putların yürüyecek ayakları mı vardır?”(17) diye îkaz buyurarak, onlardan fayda ve zarar gelmeyeceğini hatırlatmaktadır.

Kezâ, Kur’ân-ı Kerîm’in muhtelif âyetlerinde Mevlâmız, kendi zâtı ile alâkalı olarak da şöyle buyuruyor: “Onun (benzeri olmak şöyle dursun) benzeri gibisi dahi yoktur.(18) Hiçbir şey onun dengi (ve benzeri) değildir.(19) Onu gözler idrâk etmez (kavrayıp ihâta edemez, kuşatamaz), gözleri o idrâk eder (hepsini ihâta eder, görür, bilir).”(20)

Zâtını, kendi kelâmiyle bu şekilde tavsif eden Cenâb-ı Hak, mutlak ve tek mâbuddur. Bu itibarla, onun zâtından başka şeylere ibâdet eden kâfirlerin, ibâdetleri bâtıldır, boşunadır... Allâh’ın nûrundan nasipleri kesilmiş, perişan bir haldedirler!

Yoksa, –hâşâ sümme hâşâ(21)– mürşid-i kâmillere râbıta yapan zâkirler, muvahhidler, âşıklar ve sâdıklar, Hz. Allah’ta fenâ-i küllî bulmak için, temsilleri vâsıta kabul etmemişlerdir.

Şayet, belki kabul etmişlerdir, diye bozuk ve sakat bir iddiâ ile ortaya çıkan olursa, o ya gâfil ya da hâindir... Dolayısiyle, “Kim bir Müslümanı tekfîr ederse (küfürle itham edip ona kâfir derse), mutlaka kendisi kâfir olur” hükmünün altına girmiş olur.

 

DİPNOTLAR

(12) Kur’ân-ı Kerim, Âl-i İmrân sûresi, 3/19.

(13) Kur’ân-ı Kerim, Âl-i İmrân sûresi, 3/85.

(14) Kur’ân-ı Kerim, Bakara sûresi, 1/165.

(15) Kur’ân-ı Kerim, Şûrâ sûresi, 42/53.

(16) Yâni, hak olan kelâm ile bâtıl kastedilmektedir. Nitekim Hz. Ali (k.v.), Hâricîler’in, “Lâ hükme illâ lillâh (Hüküm ancak Allâh’a aittir)” dediklerini duyunca, “Bu kelâm, kendisiyle bâtıl kastedilen hak bir kelâmdır. Evet, hüküm ancak Allâh’a âittir” demiştir. Yine buyurmuştur ki: “Benden sonra öyle bir zaman gelecektir ki; o devirde haktan daha gizli, bâtıldan daha açık hiçbir şey bulunmayacaktır.” (Prof. İhsan İlâhi Zâhir, eş-Şîa ve’s-Sünne, 1973 Lahor, Terc. Yrd. Doç. Dr. Sabri Hizmetli, Ar. Gör. Hasan Onat, Şîa’nın Kur’an, İmâmet ve Takiyye Anlayışı, Ankara 1984, s. 1-2; Nehcü’l-Belâğa, s. 72-204, Dâru’l-Kütüb, el-Lübnân, Beyrut 1387/1967)

(17) Kur’ân-ı Kerim, A’raf sûresi, 7/195.

(18) Kur’ân-ı Kerim, Şûrâ sûresi, 42/11. “Her ne şey ki, Allah sübhânehû ve teâlânın zâtının gayridir; o şey, onun isimleri ve sıfatları bile olsa, ‘gayr’ ve ‘sivâ’ olarak tâbir olunur... Mütekellimînin yani kelâm âlimlerinin; Allah Teâlâ’nın sıfatlarından bahsederken; ‘ne aynıdır, ne gayrıdır’ demeleri, başka bir mânâyadır. Onlar; ‘gayr’ ile kelâm ilminin ıstılah mânâsındaki gayr tâbirini murad etmemişler, gayriyet tâbirini de mutlak mânâda değil, bu mânâda nefyetmişlerdir. Nefy-i hâs ise nefy-i âmmı istilzâm etmez; yani sıfatlar, kelâm ilmindeki mânâsına göre ‘gayr’ değil ise de, umumî mânâya göre onun gayridir. Selb sıfatları (zâtî sıfatlar) olmadan, zâttan söz etmek mümkün değildir. Zât mertebesinde her isbât ilhâddır. Bu hususta tâbirlerin en üstünü, ibârelerin en toplu olanı şu âyet-i kerîmedir: “Onun (benzeri olmak şöyle dursun) benzeri gibi dahi bir şey yoktur.” Bunun Fârisî olarak mânâsı, “Bî çûn ve bî çigûne (Belli bir vasfa sığmayan, benzeri olmayan)”dir. Allah sübhânehûnun zâtında ilme, şühûda ve ma‘rifete yol yoktur. Her ne şey ki, onu gözler görür, kulaklar işitir; o zanna girer, Hak Teâlâ’nın gayrıdır... Bunun, “Lâ ilâhe (hiçbir ilâh cinsi yoktur)” kelimesi ile nefyi îcap eder. Misli bulunmaktan münezzeh olan zâtı isbat ise, “İllallâh (sadece Allah vardır)” kelimesi ile olur. Bu isbat, evvela taklid yolu iledir; en sonunda bu taklid, tahkîke tahavvül eder, dönüşür... (el-Mektûbât, İmâm-ı Rabbânî, 1, 38.)

(19) Kur’ân-ı Kerim, İhlâs sûresi, 112/4.

(20) Kur’ân-ı Kerim, En’âm sûresi, 6/103.

(21) “Hâşâ”, birine atfedilen söz veya davranışın kesinlikle reddedildiğini belirtmek için kullanılır: “Yook, hâşâ. O demek değil efendim!” gibi. Dine aykırı olabilecek bir şeyin zarûri olarak söylendiğini belirtmek için kullanılır. Meselâ: “Kendi sözünü, hâşâ, Hakk’ın irâdesinden müessir zannettin” gibi. (N. Kemal) “Hâşâ sümme hâşâ” tâbiri de, öyle olmasına imkân yok, kat‘iyen öyle değildir, mânâsında kullanılır.

 

Go to top