Halis ECE
 
Yazamadıklarım var elbette...

Yaz beni bekler… Güz beni bekler… Kış… ardından da yine ilkbahar…

Sert ve soğuk poyrazların, yumuşak ve tatlı meltemlerin, hırçın lodosların önüne katılmış bir hazan yaprağıyım sanki...

Hedefime, bekleyenime doğru gidiyorum; ama yuvarlanarak... Ve buna da çok şükür, diyorum. Çünkü “Yuvarlanmak sürünmekten yeğdir” dememiş mi atalarımız…

Yüreğimde bir yaz telaşı, ya da bahar’la yaz’ın arasındaki “a’raf” durgunluğu… Hiçbir şeye ciddi anlamda eğilememe… Bir yazıya başla, bitirmeden öbürüne el at, ama hiç birini tamamlayamama… Sadece arada bir durumu idare etme. Evet, gerçekten zor bir durum. Tasavvufi tabirle tam bir “inkıbaz” hali de denebilir. Yani edebi inkıbaz, tıkanıklık hali...

Neyse ki bu durum gene de İngilizler’in “ağız ishali” dedikleri türden herhalde iyidir diye düşünüyorum. Çünkü öylesi daha çekilmez bir durum. Başkalarının kafalarını yer, beyinlerini kemirir bir huy ya da illet...

***

Çevreme bir göz atıyorum, gönül gözüyle bakmaya çalışıyorum; parklardaki—bahçelerdeki böceklere, arılara—kelebeklere, havada kanat çırpan göçmen kuşlara bakıyorum, hemen hepsi de gelmişler, eksiksiz denecek denli… Bir de kendime, hemcinslerime bakıyorum... Biz zaten bulunduğumuz yerdeydik… Göçebe hayatından kurtulalı hayli seneler, hatta asırlar olmuştu… Halen göçerlerimiz olsa da… Ama kuşlar-böcekler, bizim dışımızdaki pek çok canlı, hayatlarını sıcak ve soğuk mevsimlerin-iklimlerin şartlarına göre ayarlamaya-kurgulamaya devam ediyorlar. Rabbim onları böyle terbiye etmiş… Gerçi bir bakıma bizimkisi de öyle ya…

Gökyüzünde kuşlar kafilesi döne-döne uçuyor. Değişik şekiller ve renkli-âhenkli manzaralarla... Her birinin kanat çırpışında binlerce tılsım gizli belki de… Soğuk ve bezdirici bölgelere inat göçüyorlar ılık iklimlere...

Bize düşense, onların bu geliş-gidiş serüvenlerindeki “kördüğüm”ü çözmeye çalışmak… Bin yıllardır yaptığımız da bu değil mi? Hayat hakkında bilmediklerimizi, bildiklerimizle mukayese edip karşılaştırmak, esrarı üzerine yeni bilgilere-bulgulara vakıf olmaya çalışmak… Ya da aslında yaptığımız “kördüğüm”ü çözmek değil de, düğüm üstüne düğüm atmak… Kördüğümü kuvvetlendirmek, daha sağlam hale getirmek… Ama olsun… Zarar yok.

***

Hani bilirsiniz, Hz. Aişe-i Sıddika (r.anha) Sevgili Peygamberimiz'le (s.a.v.) yeni evlenmişlerdi. Allah Rasûlü’nün kendisini sevip sevmediğini… Seviyorsa ne kadar ve nasıl sevdiğini merak etmekteydi.

Aişe-i Humeyra bu düşüncesini O’nunla (s.a.v.) konuşmadan edemedi ve bir gün;

- Ey Allah’ın Resulü, beni seviyor musun? deyiverdi.

Peygamberimiz,

- Evet ya Aişe, tabii ki seviyorum! buyurdu.

Hz. Aişe-i Sıddika, nasıl sevdiğini de merak ediyordu… Hemen sordu:

- Beni nasıl seviyorsun?

İki Cihan Serveri Efendimiz, sevgi şeklini tarif ve tavsif etti/niteledi sevgili eşine:

- Kördüğüm gibi.

Bu cevap mü’minlerin annesi Hz Aişe’yi (r.anha) çok sevindirmişti. Çünkü kördüğüm açılmazdı-çözülmezdi... Açılmayan-çözülmeyen, bitmeyen-tükenmeyen esrarlı bir sevgi demekti bu.

Aldığı bu cevap onu çok mutlu ettiği… Ve sonrasında bu minval üzere alacağı cevaplar da kendisini çok mesrur edeceği için, Hz Aişe validemiz Peygamberimiz'e sık sık sorardı:

- Ey Allah’ın Rasûlü, kördüğüm ne âlemde-ne durumda?

Âlemlere rahmet sevgili Peygamberimiz, Aişe validemizi memnun-mesrur ve mes’ud eden o enfes cevabı verirdi her defasında:

- İlk günkü gibi...

***

Evet, her şeyde olduğu gibi hanımını-hanımlarını sevmekte de eşsizdi O...

Rabbim, bizim sevgilerimizi de aynen Habibinin, sevgili refikası validemiz Aişe-i Sıddikaya sevgisi gibi “kördüğüm” eyle… Sevdir Habibini, Habibinin varislerini ve onların yolunu takip edenleri… Sevdir bize annemizi-babamızı, sair atalarımızı, evlâd u iyâl, akribâ-i taallukatımızı ve sair sevdiklerini… topyekün ehl-i imanı…

***

Nehirlerin-çağlayanların coşkusu, gökyüzünün mavisi, denizlerin yeşilliği-genişliği, okyanusların derinliği-enginliği, güneşin altın sarısı, rüzgârın bazen hüzünlü bazen sevimli uğultusu yakalıyor, sarmalıyor sanki benliğimi-ruhumu her yanından... Dünya dönüyor, dönmesi gereken her şey dönüyor... Mütereddit değil hiçbirisi… Çünkü durmaları gerektiği zamanı bildirecek onlara Yaradan, onları döndüren…

Bizler de yürüyoruz hem bedenen, hem ruhen… Dökülüyoruz her gün-gece yollara… Düşüyoruz sana gelen menzillere Rabbim. Sürecek bu yolculuk bizim için belirlediğin ecel-i müsemmaya kadar…

Zaman-zaman gaflete dalsak, hatalar etsek de, lûtfen gönlümüze düşürdüğün ilahi nurunla, Muhammedi feyzinle yaralı yüreğimizi tedavi ediver, üzerinde oluşan lekeleri siliver Rabbim… Affınla-kereminle, rahmetinle-mağfiretinle Allah’ım!

***

Diyemediklerim var elbet… Birçoklarının söylemek istedikleri halde söyleyemedikleri olduğu gibi… Söz bizi bekliyor, yazı bizi bekliyor…

Düşünüp de yazamadıklarım yakar gönlümü… Bir celsede düşer yüreğime onların közü… Tutuşturur alev-alev, kavurur volkan gibi… Gönül bu; can evi, gönül bu; beytullah… Kırıp dökmeye gelmez, her an ma’mur halde tutmak gerek.

Diyemiyorum;
Bir kör kuyuda Yusuf olayım, Kızıldeniz'de Musa, Ağacın kovuğunda Zekeriyya, hele de Ebu Cehil karşısında Hz. Muhammed (aleyhimüasselam)... Onlar gibi çöllere düşeyim; yürek kavuran çöllere… zulümlere-işkencelere, bela ve musibetlere maruz kalayım...

Diyemiyorum;
Mısır’a, Mekke'ye hiç varmasa yolum, yayan-yapıldak çöllerde savrulayım…

Diyemiyorum;
Bir çöl ikindisinde diktiğim gül, yine bir çöl seherinde açsa…
Çünkü onlar bir peygamber, dayanır her tür sıkıntılara-ıztıraplara...
Ama bense bir âcizim, hatta â'cezim sabredemem, tahammül gösteremem imtihanlara…

***

Görmek isteyip de göremediklerim, görebilsem de doya-kana temâşâ edemediklerim var… Lûtfet Rabbim, göster göremediklerimi… Aşkım-sevdam Cennet’in hangi ırmağına düşmüş... Hangi bahr-i umman bekler beni... Hangi ovalar, hangi vadiler, hangi dağlar-ormanlar saklar beni? Hangi dualara-niyazlara, hangi iltica ve tazarrulara düşer dileğim?

Çöz Rabbim damarlarımdaki donmuş kanı... Sevgililerinin güzel duaları, içli niyazları-nazları adına, bir Cennet ırmağının akışına kat beni... “Namazı dosdoğru ikame edin” emrin karşısında bir vav gibi eğileyim-büküleyim yüce dergâhında... Bir elif gibi mağrur, bir mim gibi mesrur, dizileyim sevgilinin yollarına...

Kervan göçmeden, pazar kalkmadan, kalmadan eli boş yollarda; ebedi bağlara-bahçelere gitmek diler bu gönül… Daimi-sermedi bahçelere gitmek, Cemalinle müşerref olmak arzu eder, bir fecir vaktinde bu ruhum…

Ben benlikten, kendimden geçmişim, uzaklara düşmüşüm… Zatından rahmet, Habibinden şefaat, varislerinden himmet ve teveccüh diler-bekler bu gönül...

Benim için takdir edilenler/yazılanlar beni bekler… Bilemediklerimi sen bildir, göremediklerimi sen göster, yazamadıklarımı sen yazdır, silmek isteyip de silemediklerimi sen sildir bana Rabbim...

***

Bilemediklerim var…

Şairin dediği gibi, “Esrar-ı İlahi perde-perde, bilmem ne var geride”…

Bildiğim yararsız bütün şeyleri unuttur; faydalı ilim ve irfanı, meccanen bildir, bildirdiklerini ve hayretimi ziyadeleştir, rızan uğrunda da yaydır Rabbim.

***

Küfrün-zulmün, her türlü isyan ve nisyanın karanlığı akıyor boğmak için imanı... İzin verme Allah’ım örtmesine nuru…

Ebedi bir huzura, sürekli bir hayata ayarla düşlerimizi-hayallerimizi, tasavvur ve mesaimizi Rabbim…

Sonra...
Karadeniz ikliminin sabah sisi gibi düşür yollara… Aşk kervanı karşılasın beni ansızın… Sevgiliye giden kafileye kat. Bırakma dağlar başında, kimsesiz yollarda, çıkmaz sokaklarda...

Gönül sarayı baştan ayağa can kesilsin… Fakat, “Dağına göre kar” misali, tahammül edemeyeceğim yük yüklenmesin Allah’ım!

Öyle bir irfan düşür ki yüreğime Rabbim… Kurtulayım gereksiz bilgilerin hamallığından-yükünden… Bilemediğim gerekli bilgiyi de sen bildir, sen ilham et Allah’ım!

***

Silmek isteyip de silemediklerim var… Onları gönlümden siliver Allah’ım!

Bu dünyaya gözlerimi açtığımdan bu yana, durmadan dönüp-dönüp bakıyorum kainattaki muazzam esrarına… Ne muhteşem mekânlar, ne uzun zamanlar akmış, ne kavimler-milletler gelip geçmiş, akıp gitmiş hayat ırmağından… Bir hüzün, bir gözyaşı, bir yaz yağmuru gibi yitip gitmiş nice asırlar... Acaba geriye avucumda, heybemde-torbamda, çantamda-valizimde kalanlar beni nasıl taşır, taşıyabilir mi yarınlara..? “Hiç”lik deryasında yüzen, “yok”luk dehlizinde yol almaya çalışan bir ebediyet yolcusunu...

Bilemediklerim, göremediklerim, yazamadıklarım, söyleyemediklerim, isteyip de hayatımdan-hatıralarımdan silemediklerim ve belki de soramadıklarım-sorgulayamadıklarım yüzünden olsa gerektir çektiğim bunca çile, bunca sıkıntı ve ıztırap...

Gittiğim yollara çizdiğim izleri, işaretleri, emareleri silmek gerek... Ta ki ezber bozulsun, doğru bilinen yanlışlar unutulsun, hatalar düzeltilsin, yepyeni bir istikametle yola konulsun… Bu kapıya boş olarak gelinsin ki, kab’a (kalbe) doğru şeyler yüklensin.

Bu beden, bu ruh ebedi-sermedi olana hadim-hizmetkâr olsun.
Go to top