Halis ECE

 

(Habîbim) hatırla ki, kâfirler seni tutup bağlamaları veya öldürmeleri yahut seni (yurdundan) çıkarmaları için sana tuzak kuruyorlardı. Onlar (sana) tuzak kurarlarken Allah da (onlara) tuzak kuruyordu. Çünkü Allah tuzak kuranların en iyisidir.” (Kur’an-ı Kerim, el-Enfâl, 30) “Halbuki kişi kazdığı kuyuya (tuzağa) kendi düşer.” (el-Fâtır, 43) “Ve kıskandığı vakit kıskanç kişinin (hasetçinin) şerrinden sabahın Rabbine sığınırım, de!” (el-Felak, 5)

 

* * *

Değerli üyeler, sevgili okuyucular!

 

Bu yazımızda sizlere, dünyaca ünlü Kırgız yazar Cengiz Aytmatov'un son eseri “Dağlar Devrilirken” isimli kitabından bir hikâyeyi özetlemek istiyorum. Hikâye gerçekten mânidâr.

 

Kalemiyle Demirperde'yi (eski SSCB) yıkan; koskoca Türk dünyasının, Doğu Avrupa’nın, kısacası topyekun Doğu blokunun özgürlüğe kavuşmasında büyük payı olan yazar, bu son çıkan romanında, küresel kin-nefret, haset ve ihtirasların insanlığın başına ne gaileler-belalar, sıkıntı ve ıztıraplar açtığını, “Ebedi nişanlı” gibi acıklı, acıklı olduğu kadar da bizim için ibret ve derslerle dolu bir efsane üzerinden işliyor...

 

Aytmatov, “Beyaz Gemi”de kaybettiği adsız oğlanları buldu mu, yüreklere ekmeye çalıştığı sevgi tohumları filizlendi mi, bilmiyoruz-bilemiyoruz… Ama Demirperde'nin yıkılışından sonra yazdığı eserlerde de bulduğuna dair bir işaret göremiyoruz. Derin bir inkisar, hayal kırıklığı yaşadığı kesin. İnsanların, özellikle vahşi Batı'nın hâlâ menfaatleri için “ölmek ve öldürmek” duygularından vaz geçmediğini; bilakis globalleşmeyle / küreselleşmeyle birlikte düşmanlığın, kinin, nefretin, ihanetin de cihanşumûlleştiğini / evrenselleştiğini dile getiriyor.

 

"Ebedi nişanlı"nın, Tanrı Dağları’nda “Neredesin avcım!” diye sevgilisini arayışında; aslında insanlık için sevgi-saygı, barış ve musamaha / tolerans arayışı var.

 

* * *

 

Hikâye şöyle…

Tanrı Dağları’nın eteklerinde, olağanüstü bir güce ve çevikliğe sahip genç bir avcı yaşarmış... Kurt ve parsları kolayca avlar, kürkleriyle geçimini sağlarmış...

 

Bir defasında avcı, akrabalarıyla komşu vadiye şölene gitmiş... Orada çok güzel bir kızla karşılaşmış... Birbirlerini sevip, âşık olmuşlar. Avcı neredeyse her gün atına biner, dağları aşar, sevdiği kızın yanına gidermiş... “Ben seninle evlenmek için dünyaya gelmişim!” der, müstakbel nişanlısı da ona ömür boyu yanında olacağına dair söz verirmiş...

 

Sonunda avcı-damat neredeyse tüm akrabalarını yanına alarak kızı istemek üzere kız tarafına gitmişler... Ve gelinin ailesi ve akrabalarına öyle hediyeler takdim etmişler ki! Yılkılar (at sürüleri), sürülerle hayvanlar, keseler dolusu altınlar… Avcı-damata gelince; o da türlü türlü postlar, samur ve sansar kürkleri hediye etmiş. Fakat hepsinden değerlisi, hediye etmek gayesiyle iki omzuna atıp getirdiği göz kamaştıran pars kürkleriymiş... Çünkü geleneklerine-anlayışlarına göre, böylesine değerli kürkleri ancak büyük bir avcı avlayabilirmiş...

 

Coşkun kalabalık, heyecanlı topluluk büyük bir galeyan içerisinde nehrin kıyısına gelmiş ve yeni çiftin nişanını yapmışlar...

 

Kırgızlar bu gibi merasimlerde en büyük önemi; örf-âdet ve geleneklerinden olan ve atlar üzerinde iki sevgili tarafından oynanan, “Nişanlını yakala” adlı oyuna veriyorlarmış...

 

Oyun başlamış... Genç kız nişanlısından bir kuş hızıyla uçarcasına uzaklaşıyor, nişanlısı da peşinden gidiyormuş... Karşıdan esen rüzgâr her ikisini de âdeta sarmalıyor, öpüyor ve onlara hayatlarında bu yarıştan daha büyük bir mutluluğun olmadığını ve olmayacağını fısıldıyormuş... Lakin ırmak da gözüküyormuş ve artık nişanlısının kendisine yetişmesini istiyormuş… Derken arkadan gelmekte olan atın nal sesleri ve horultuları yaklaştıkça yaklaşıyormuş... Artık bir çift halinde yan yana, üzengileri yapışık olarak gidiyorlarmış... Ama ne çare böylesine mutlu bir tablo sonsuza dek sürmezmiş!.. Genç avcı atların hızını kesmeksizin nişanlısını kucaklıyor, öteki atın üzerinde yol alan nişanlısı ise ona iyice sokuluyormuş...

 

Seni seviyorum, sen benimsin!” diye haykırmış genç avcı...

Her zaman seninle olacağım!” diyerek karşılık vermiş kız...

Düğünü ise yedi gün sonra, avcının dağların ardında bulunan köyünde yapmaya karar vermişler.

 

Fakat burada da kıskanç ve niyeti kötü, düşüncesi kara olanlar ortaya çıkmış... Onların kin ve kıskançlıkları sadece onun avcılıktaki başarısından dolayı değilmiş. Aynı zamanda bu yakınlaşma ve akraba olma neticesinde tüm boyların lideri, beyi olacağı yönündeki dedikoduların halk arasında yayılmaya başlamış olmasından kaynaklanıyormuş. Onlar için, aralarında korkunç bir plan yapmışlar ve acımasız bir tuzak hazırlamışlar.

 

Nihayet düğün arifesi gelip çatmış. Sabahleyin erkenden genç avcı, iki kardeşiyle birlikte saygın misafirlerine etini ikram, postunu da hediye etmek üzere ava çıkmış... Ancak öğle saatlerine doğru uzaklardan beklenmedik feryatlar duyulmuş... Bunlar avcı ve kardeşlerinin arkasından kendilerini aramaya gelen akrabalarıymış... Çok kalabalık ve öfkelilermiş! “Felaket! Felaket! Dur! Geri dön!” diye haykırıyor, bağırlarını döverek korkunç ve dehşet bir haber getirdiklerini söylüyorlarmış... Ona, nişanlısının önceki gece eski sevgilisiyle kaçtığının haberini vermişler.

 

Avcı-damat şaşkınlıktan donakalmış, rengi solmuş, dili tutulmuş ve sessizliğin karanlıklarına gömülmüş...

Akrabaları alelacele kaçanların peşine düşmek için hazırlanırken, o an avcının dili çözülmüş; “Durun ve susun! Ben hiçbir yere gitmiyorum! Eğer bu, başıma gelen bir lanet ise, ben de onu, o namussuzu lanetliyorum! İnsan olarak yaşamaktansa hayvan olmak evladır/yeğdir! Şimdi defolun gidin! Artık yeryüzünde bir insan yüzü bile görmek istemiyorum ve beni de hiçbir insan gözü görmeyecek. Beni duydunuz değil mi? Şimdi defolun, gözüm görmesin sizi! Ve beni sakın aramayın!” diyerek atından inmiş ve yürüyerek dağa doğru yola koyulmuş... Bir daha gören olmamış onu...

Aslında nişanlı kızın kimseyle kaçmadığını, bu olayın kahpece ve haince planlanmış bir iftira olduğunu henüz kimse bilmiyormuş... İşin gerçeği, o gece kızın ellerini bağlayarak ata bindirip onu gizlice kaçırmışlar. Fakat nişanlandıkları nehrin kıyısına geldiklerinde, iki kolundan tutup karşıya geçirmek istediklerinde, ellerini çözmek mecburiyetinde kalmışlar. Bu durum kurtuluşuna vesile olmuş… Bir hamlede ellerinden sıyrılıp kendini suya atmış… Onu kaçıranlar da arkasından suya atlamışlar, ama o çoktan ırmağın taşkın dalgalarında gözden kaybolmuş... Irmak onu kurtarmış, kendisini kaçıranları ise akıntı boyunca aşağılara sürüklemiş, taşlara çarpa çarpa parçalamış!..

 

Allah’ın bir lûtuf eseri kurtulan nişanlı kız, bir kuş gibi nişanlısının akrabaların yanında belirivermiş... Avcı-damadın yakınları kızın başına gelenleri öğrenmeye çalışmışlar...

 

O da nişanlısının arkasından gözlerden kaybolup gitmiş... Efsaneye göre, o gün bu gündür “Neredesin, neredesin avcım benim, ses ver sesime!” nidaları duyulur olmuş bu dağlarda...

 

İşte o günden beri o dağlarda, “Ebedi nişanlı” sırrı yaşamakta… Ve uzaklarda, çok uzaklarda, onların “sonsuz feryadı” duyulmaktaymış...

 

* * *

Ebedi nişanlı”nın, Tanrı Dağlarında “Neredesin avcım!” diye sevgilisini arayışında; aslında insanlık için sevgi-saygı, tolerans-musamaha, barış ve anlayış arayışı var kuşkusuz.

 

Komünizmin maddi ve manevi karanlığından kurtulan insanlığın, şimdi de kapitalizmin vahşi pençelerinde can verdiğini...

Hıristiyan misyonerlerin tuzaklarına düştüğünü...

Ateizmin karanlık dünyasında inançların can çekiştiğini...

 

Karşılıklı sevgi ve saygı fukaralığının / yoksunluğunun kin ve nefret tohumlarının filizlenerek dünyayı sarıp sarmaladığını dile getiren yazar, dağların devrildiğini hissederek insanlığa, "Dünya yerinde mi? Ekseninde dönmeyi sürdürüyor mu?" diye soruyor âdeta...

 

Asırlardır nice insanlar, insanlık denilen güzel hasleti; nice topluluklar muhabbet deryasından kaynaklanan sevgi pınarlarını hiç tatmadılar ve hiç anlamadılar maalesef!.. Görünen o ki; bu karanlık, Kur’an’daki Cehennem tasvirinde olduğu gibi, “simsiyah” bir hâl almadıkça, zulmet zirveye tırmanmadıkça zevale dönüşmeyecek, insanlık üzerine şafağın aydınlığı da sökmeyecek…

 

* * *

 

Rabbimiz! Bir an evvel fecr-i sâdıklarda buluştur şu koskoca bir buçuk milyarlık İslâm dünyasını… Hatta topyekûn insanlık âlemini…

 

Go to top