hocam selamünaleyküm.

yurdda talebelik yapmaktayım. yarın pazar akşamı yurdda 3 talebe kardeşimle beraber tüm talebeye Abdülhamid Han hz. anlatacağız. panel programımız var. bende Abdülhamid Han hz.'nin manevi hayatını manevi tarafını anlatacağım. bu konuyla ilgili bilgileriniz varsa paylaşır mısınız lütfen? geniş bir şekilde anlatırsanız çok mutlu olurum. teşekkür ediyorum. Allah sizden razı olsun. FATİH BAYDEMİR

*******

Ve aleyküm selam kardeşim;

Öncelikle dün dışarıda olup siteye giremediğim, dolayısiyle sorunuza yeni vakıf olduğum için, vâki gecikmeden dolayı kusura bakmayın. Belki de çalışmamız sadra şifa olmayacak, işinize yaramayacak ama, gene de sorunuzu cevaplamış olmak için karınca kadrince, vaktimiz elverdiğimce bir şeyler yazıp nakletmeye gayret edelim. Umarın faydadan hâli olmaz.

Abdülhamid Hân’ın (r.aleyh) şahsiyeti

Siyasi dehâ, büyük devlet ve aksiyon adamı, yüce şahsiyet, dindâr, tasavvuf ehli ve yüce bir velî Sultan II. Abdülhamid Hân Cennet-mekân  rahmetullahi aleyh… Bu saydığımız vasıfları içinde onun, en fazla öne çıkan hususiyetlerinin başında dindarlığı-takvâsı, muhafazakârlığı, maneviyat erbabı olması gelir. Hayatı boyunca ibadetlerini hiç aksatmamış, abdestsiz evrak imzalamamış, Saray etrafında nöbet tutan askerleri dahi daima taharet üzere bulunmuş bir şahsiyet…

Abdülhamid Han’ın kadere inancı, maneviyat sultanı üstâzı, Tarîkat-ı Aliyye-i Nakşibendiyye silsilesinin sıralamada 32'nci, derece itibariyle 9'uncu büyük halkasını teşkil eden Salâhuddin İbnü Mevlâna Sirâcüddin (k.s.) hazretlerine olan itaat-bağlılık ve teslimiyeti fevkalâdeydi. Ona her Cuma bir fayton tahsis ederek, Mihmendâr-ı Rasûl Hz. Hâlidü'bnü Zeyd Ebû Eyyûbi’l-Ensârî’yi (r.a.) ziyaret etmesini temin ederdi. Bu esnada gelip giderken, Unkapanı köprüsünün ayakları dibindeki türbesinde medfûn bulunan Abdülehad (k.s.) hazretleriyle alakalı ortaya çıkmış kerametleri meşhurdur...

Hatta, elinin altındaki güçlü Birinci Ordunun, ihtilâl için Selanik’ten gelen Hareket Ordusu çapulcularını tepelemesine izin vermemesi de yine Üstâzına olan itaat-bağlılık ve onun sahih keşfine olan güveni ve teslimiyeti neticesindedir. Tarihler kaydeder ki, Hareket Ordusu’na karşı konulması hususunda yapılan teklifleri kabul etmeyerek;

Müslümanların Halifesi olduğunu ve Müslümanı Müslümana kırdıramayacağı”nı ifade etmiştir.

Eğer ülkenin en mükemmel ordusu olan Birinci Ordu’ya, karşı koyma emri verilseydi, derme-çatma olan Hareket Ordusu bir anda dağıtılabilirdi. Padişah’ın emrine boyun eğen askerler silahlarını teslim edince, 25 Nisan günü Hareket Ordusu İstanbul’a hâkim oldu. Hareket Ordusu kumandanı Mahmud Şevket Paşa, (Üstâz-ı mübarekemizin tavsifleriyle; Mel’un Şeytan Paşa) sıkıyönetim ilan ederek suçlu suçsuz birçok insanı idam ettirdi. Yüzlerce Balkan çetesiyle Yıldız Sarayı’na girerek kıymetli eşyaların yağmalanmasına göz yumdu. İttihad ve Terakki, hâkimiyetini devam ettirmek için İstanbul’da terör havası estirmeye başladı. Tabii işin bu yönü ayrı bahis…

Sadede dönelim; hacca gidemese bile -ki bazı kayıtlara göre gizlice gittiği de belirtilmiştir-, başkaları tarafından pek çok defa orada görülmüş ve Osmanlı’nın büyük “Velî” padişahlarından biri olarak tarif ve tavsif  olunmuş bir sultandı o. [Bkz. Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, Ankara, 1988, 8, 249-250]

Bir hac rehberinin anlattıklarından, II. Abdülhamid Han’ın (r.aleyh) hac yaptığını öğrenmekteyiz.

Malum, Osmanlılar zamanında 1900'lü yıllarda, mukaddes topraklarda bugünkü gibi Otel sistemi yoktu... Bu sebeple buralarda yaşayan halk, günlerce önceden şehir dışına çıkar, hiç tanımadığı bir yerden hac yapmak maksadı ile gelen kişileri karşılar, evinde misafir eder, her türlü ihtiyacını karşılar ve bundan da büyük şeref duyarlardı...

İşte böyle bir hac mevsiminde (Takriben 1903-1904 yılları) Mekke halkı yine hacıları karşılamak üzere şehir dışına çıkmış... Bu şahıslardan biri, gözüne kestirdiği uzun boylu, endâmlı, sakallı, normal giyimli birisinin yanına yaklaşarak, kendisini evinde misafir etmek istediğini bildirmiş… Eğer kabul buyurup gelirlerse, büyük şeref duyacağını söyleyerek rica minnet evine davet etmiş…

Gelen zât hac müddeti boyunca o kişinin evinde kalmış... Hac zamanı bitiminde bu iki kişi helâlleşerek ayrılmışlar... Ayrılırken, hacı olan zât, hâne sahibine bir kese altın hediye etmek istemiş... Hâne sahibi bu altınları kabul etmek istememişse de, hacı olan zât fevkalâde ısrar edince, ev sahibi kabul etmek zorunda kalmış... Bir de mektup bırakıp ev sahibine demiş ki:

Bu mektubu ben gittikten en az bir gün sonra Mekke Emîri’ne teslim et!”

Hacı gittikten bir müddet sonra hane sahibi kendi kendine;  Allah, Allah! Ben kiiim, koskoca Mekke Emîri kim, bu mektubu yazan o hacı kiiim(!)” diye düşünmüş. Derken hanımı mektubu Mekke Emîri’ne muhakkak vermesi gerektiğini, aksi hâlde vebâl altında kalacağını söyleyerek beyini ikna etmiş... Neticede çeşitli mercilerden geçerek mektubu Mekke Emîri'ne vermiş... Emîr, mektubu açınca hemen ayağa kalkmış, selâm durmuş ve hâne sahibine sormuş:

- Şimdi nerede bu misafir ettiğin zat-ı muhterem?

- Efendim, haccını tamamlayıp memleketine döndü.

- Bak mektup nasıl başlıyor: “Ben Harem-i Şerîfin Hâdimi Halîfe-i Müslimîn Sultan Abdülhamid Hân-ı Sâni ki...”

Bunu duyan adam bayılmış ve iki gün kendisine gelememiş... Hayretler içinde kalmış!.. Meğer hac süresince rehberlik edip gezdirdiği zât Osmanlı padişahı, Sultan II. Abdülhamid Hân hazretleri değil miymiş..? Sultan hazretleri yazdığı mektupta, emîre, bu zâta büyük bir bina verilmesini ve çoluk-çocuğuna maaş bağlanmasını da emretmiş...

Görüldüğü gibi hac rehberinin bu hatıratından II. Abdülhamid Hân’ın da devlet geleneğine ve hassâsiyetine uygun davranarak düşmanı uyandırmamak ve halkı tedirgin etmemek için tebdil-i kıyafetle gizlice (tren yoluyla kısa zamanda kimseye fark ettirmeden) hacca gittiği anlaşılmaktadır. [Hac ve Osmanlı padişahlarının haccıyla alakalı bilgiler için bkz. Ahmed Akgündüz-Said Öztürk, Bilinmeyen Osmanlı, İstanbul, 1999, s. 182-183; Peçevî İbrahim Efendi, Peçevî Tarihi, Ankara, 1992, 2, 356-357; İbn-i Âbidin, (Terc.), İstanbul, 1982, 4, 419-422]

***

Kızı Ayşe Osmanoğlu’nun da hatıratında temas ettiği gibi, doğru ve tam Ehl-i Sünnet itikadına sahip bir Müslüman’dı o. Beş vakit namazını kılar, devamlı Kur’an-ı Kerim okurdu. Daima camilere devam etmiş, Ramazanlarda Süleymaniye Camii’nde namaz kılmıştı.

Camide namaz kıldığı günlerden birinde Hamza Zâfir Efendi adında Şâzelî tarikatına mensup muhterem bir şeyhle tanışıp onunla ahbap olmuştu. Keza, Yahya Efendi Tekkesi’nin şeyhi olan Abdullah Efendi vasıtasıyla da Kadirî tarikatına müntesip insanlarla yakinen alakadar olmuş idi. Hâsılı, her meşrepten Müslümanlarla kuvvetli irtibatı, onlara karşı büyük bir muhabbeti vardı. Bu sebeple hemen her zümre, onu kendi yollarının müntesibi bilirdi...

Sultan Abdülhamid Hân hazretleri, herkesin namaz kılmasını, camilere devam etmesini çok isterdi. Sarayın hususî bahçesinde beş vakit Ezân-ı Muhammedî okunurdu. En çok tekrarladığı sözlerden biri de şuydu: “Din ve fen; bu ikisine de itikat etmek (inanmak) caiz.”

Abdülhamid Han ayrıca, -en sahih hadis kitabı olan- Buhârî-i Şerif’i hususî surette (Abdülhamid neşri diye geçer; şu an elimizdeki en sağlıklı nüshadır) bastırmış ve satışa koydurmadan bütün Müslüman memleketlerine, camilere ücretsiz hediye etmiştir. [Ayşe Osmanoğlu, Babam Sultan Abdülhamid, İstanbul, 1986, s. 24-25]

Nitekim Çanakkale Harbi sırasında, ordumuzun galip gelmesi için Sultan Abdülhamid’in devamlı surette “Buhârî-i Şerif” okuyarak dua ettiğini, Atıf Hüseyin Efendi hatıralarında ifade etmektedir. Şöyle ki: “Bizim için elden duadan başka ne gelir? Her vakit Buhârî-i Şerif okuyorum. Bir hatim de ikmal etmek üzereyim. İnşallah duamız Cenâb-ı Hak indinde müstecab olur... Memleketin selameti, millet-i İslâmiye’nin bu beladan kurtulmasını dua ediyorum. Hastalığım iyi olsun, yine Buharî’ye başlayacağım. Çanakkale Harbinde hep Buhârî okudum. Cenab-ı Hak o vakit bizi himaye ve sıyânet etti (korudu). Yine eder.” [Atıf Hüseyin Efendi’nin Hatıratı, s. 266, 388; E. Karal, a.g.e., s. 249-250; Mustafa Armağan, Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı, İstanbul, 2006, s. 85-87]

Diğer taraftan, millî ve manevî değerlere sonuna kadar sadık kalmış, onları, içerden ve dışardan gelen çirkin saldırılara karşı müdafaa edip yüceltmiş ve devlet hayatında, İslâm Dini’ni ve Müslümanları korumayı ve güçlendirmeyi esas alan politikalar üretmiş, icraatlarda bulunmuştur.

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) ve mukaddes beldesine karşı duyduğu sonsuz sevgi, saygı, sadakat ve hizmetleri; O’nun manevî şahsiyetine ve dinin izzetine hakaret ihtiva eden Batı kaynaklı iftira kampanyalarına karşı verdiği amansız mücadele; yine Avrupalılar ve Ermenilerin millî, tarihî ve irfâni (kültürel) değerlere yönelik olarak düzenledikleri karalama çalışmaları karşısında, saltanatı müddetince âdeta bir “hisar” gibi dikilmesi, Abdülhamid Han’ın manevî yapısını açıklayan en çarpıcı misâllerdendir. [Bkz. İsmail Çolak, Abdülhamid’i Yeniden Keşfetmek, İstanbul, 2007, Akis Kitap, s. 49-56]

***

II. Abdülhamid Hân’ın  manevî cihetini-profilini mevzu alan seçkin bir-iki hadise ve hatırat:

Evrakları abdestsiz imzalamazdı!

Sultan Abdülhamid (r.aleyh), rivayete göre, yatağının başında daima temiz bir tuğla bulundururmuş. Bu tuğlayı, yataktan kalktığında çeşmeye kadar abdestsiz yere basmadan, teyemmüm almak için kullanırmış.

Bir gün hanımının, niçin böyle çok titiz hareket ettiğini sorması üzerine şu ibret dolu, fevkalâde  düşündürücü olan enfes cevabı vermiş:

Bunca Müslümanın Halifesi olarak, biz sünnet ölçülerine dikkat etmezsek, Ümmet-i Muhammed bundan zarar görür!”

Bu yüzden padişah, âcil bir iş zuhur ettiğinde, gecenin hangi vakti olursa olsun uyandırılmasını ister, o işin ertesi güne bırakılmasına kesinlikle rıza göstermezmiş... Mâbeyn Başkâtibi Esad Bey, bu hususta şu fevkalade ibret ve derslerle dolu hatıratını nakletmektedir:

Bir gece yarısı, çok mühim bir haberin imzası için Sultan’ın kapısını çaldım. Fakat açılmadı. Bir müddet bekledikten sonra tekrar çaldım, yine açılmadı‘Acaba Sultan’a emr-i Hak (ölüm) mı vâkî (gerçekleşti) oldu?’ diye endişelendim. Biraz sonra tekrar çaldım; bu sefer kapı açıldı ve Sultan elinde bir havlu ile kapıda göründü… Yüzünü kuruluyordu. Tebessüm etti: “Evladım, bu vakitte çok mühim bir iş için geldiğinizi anladım. Kapıyı daha ilk vuruşunuzda uyandım, ancak abdest aldığım için geciktim kusura bakma!. Ben bu kadar zamandır milletimin hiçbir evrakına abdestsiz imza atmadım. Getir imzalayayım!” Ve besmele çekerek evrakı imzaladı.”

***

Yavuz’un türbedarı ve sitemi  

Abdülhamid Han zamanında, Yavuz Sultan Selim’in (rahmetullahi aleyhima) türbesine bakan fakir bir insan vardı. Hizmetkâr, çok şiddetli geçim darlığı sebebiyle sıkıntılı anlar yaşamaktaydı. Yine çok sıkıntılı olduğu bir zamanda, dayanamayarak türbeye hiddetle vurup şu sözleri söyler:

Bir de senin evliyâ olduğunu söylüyorlar!? Yıllardır türbeni beklemekteyim; hâlâ yoksulluk içindeyim!..” 

Türbedarın bu durumundan habersiz olan Abdülhamid, hemen ertesi gün onu çağırtarak, bir yıllık ihtiyacını tamamen karşılamıştı... Çünkü Sultan, gece rüyasında ceddi Yavuz Selim’i görmüş ve onun ikazını-ihtarını alarak türbedarın durumundan haberdar olmuştu. [Nak. İbrahim Refik, Efsane Soluklar, İzmir, 1992, T Ö V Yay, s.57]

*** 

Rasûlullah Efendimizle (s.a.v.) birlikte orduyu teftiş eden Sultan

Abdülhamid Hân’a (r.aleyh) muhâlif ve muârız olan Mehmet Âkif’in, Bkz. http://halisece.com/sorulara-cevaplar/600-m-akif-in-abdulhamid-han-a-muarizligi.html İstanbul’daki bir camide, Abdülhamid döneminde orduda mühim bir vazife ve mevkiye sahip olan bir subayın ağzından dinlediği şu hatıra, Abdülhamid Han’ın “velî padişahlardan” olduğunu isbatlayan en çarpıcı misâllerdendir:

Mehmed Âkif, sabah namazlarını Sultan Ahmed Camii’nde kılmayı âdet edinmişti. Bir zaman, her sabah camiye erkenden gelip, mihrabın bir köşesinde devamlı gözyaşı dökmekte ve inlemekte olan, saçı-sakalı bembeyaz olmuş ihtiyar bir zat dikkatini çeker. Durmadan ağlayan bu adamı uzun süre büyük bir hayret ve merakla takip eder.

Nihayet bir gün yanına yaklaşarak, derdinin ne olduğunu, neden kendisini bu kadar derbeder ettiğini sorar:

Muhterem, Allah’ın rahmetinden bu kadar ümitsizlik olur mu? Niye bu kadar ağlıyorsun?” O zat,

Beni konuşturma, kalbim duracak.” diyerek önce konuşmak istemez. Ancak, çok ısrar edince, bu halinin sebebinin ne olduğunu Âkif’e gözyaşları içerisinde şöyle izah eder:

“Ben, Abdülhamid devrinde binbaşı idim. Anam-babam vefat edince Sadârete (Sadrazamlığa) bir dilekçe gönderdim. Dedim ki: ‘Mallarımız, gayrimenkullerimiz var. Bunların bir nezâretçiye (bakıcıya) ihtiyacı vardır. Kabul buyurulursa istifa etmek istiyorum.”

Sadâret benim dilekçemi padişaha göndermiş. Bana doğrudan doğruya hünkârdan bir yazı geldi. “İstifa kabul edilmedi” deniyordu. Ben bir daha gönderdim. Yine aynı cevap geldi. Bizzat huzura çıkıp şifâhi (yüz yüze) görüşmek istedim. Ben o cehalet ile padişahın huzuruna çıktım:

Sultanım, istifamın kabulünü istirham edeceğim. Durumumuz budur, dedim.

Derin derin biraz düşündü. İstifa etmemi istemiyordu. Yüzünden belli idi. Israrıma da dayanamadı. Öfkeli bir eda ile elinin tersiyle:

Haydi! İstifa ettirdik seni! dedi.

Ben dönüp, işimin başına geldim. Gece, mânâ âleminde orduların teftiş edildiğini gördüm. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.), Yıldız Sarayı’nın önünde duruyordu. Bütün Türk ordusunu teftiş ediyordu. Osmanlı padişahlarının ileri gelenleri de orada idi. Abdülhamid Hân, edeple Fahr-i Kainat Efendimiz’in (s.a.v.) arkasında duruyordu.

Derken, benim birliğim geldi. Başında kumandan olmadığı için darmadağınıktı. Efendimiz: “Nerede bunun kumandanı?” diye sordular. Abdülhamid Hân da: “Yâ Rasûlallah, çok ısrar etti. İstifa ettirdik.” dedi.

Senin istifa ettirdiğini, biz de istifa ettirdik! buyurdular.

İşte ben o gün bugündür bunun hicranı ve pişmanlığı ile gözyaşı döküyor, kederleniyorum. Ben ağlamayayım da söyle kim ağlasın? [Bkz. Fazilet Takvimi, 24 Eylül 2003]

***

“Sakın aleyhinde konuşma; o, veliydi!”

Yazar Ahmed Şahin’in, Adıyamanlı merhum Mahmud Allahverdi’nin bizzat ağzından duyduğu şu yaşanmış hadise de, Sultan Abdülhamid’in “manevî hüviyetine” parlak bir ışık tutmaktadır:

“O günlerde ben de Sultan Abdülhamid aleyhtarı idim. Okulda anlatılanları gerçek sanıyor, aleyhinde bulunuyordum. Bir gün yine aleyhinde konuşurken, dükkânımdaki müşterinin biri bana çıkıştı:

Oğlum, sen imanlı insansın, sakın Abdülhamid aleyhinde konuşma. O büyük bir velî idi!”

Ben buna kızarak karşılık verdim:

Kim demiş velî diye? Memleketi bu hâle getiren o değil mi? Ben öyle rivayetlere kulak asmam. Herkes bir şey söylüyor, kimi velî diye rivayet ediyor, kimi de deli diye...”

Yaşlı zat elindeki bastonuyla beni dürttü, belli ki kızmıştı:

Bana bak, şimdi sana öyle bir hadise anlatacağım ki, bu ne bir rivayet, ne de bir söylenti. Bizzat yaşadığım, şahit olduğum, başımdan geçen bir olay bu!”

Ben bu defa dikkat kesilmiştim. Çünkü işitme, söylenti falan değil, bizzat yaşadığı bir vak’ayı anlatacaktı. Nitekim başladı da anlatmaya:

- Ben, sekiz yaşına kadar dilsizdim. Konuşamıyor, el-kol işaretiyle maksadımı anlatmaya çalışıyordum. Babam buna çok üzülüyor, ne yapacağını bilemez halde bulunuyordu. Gitmedik hoca bırakmadı, ama hiçbiri de fayda etmedi. Bir gün yaşlı komşumuz geldi, dedi ki:

Seni çok üzgün görüyorum, üzülmekte de haklısın. Bir baba için yavrusunun dilsiz olması kadar üzücü bir şey olamaz. Sana bir çare söyleyeceğim. Bunu mutlaka yap!

Babam ümitle gözlerini açıp dinlemeye başladı:

- “Yarın şu yoldan Sultan Abdülhamid geçecek, oğlunu mutlaka karşısına çıkar ve ona dua ettir. Osmanlı sultanlarında yedi evliya derecesi vardır, ola ki şifa bula.”

Bu tavsiye babamın aklına iyice yatmış olacak ki, beklenen saatte yol üzerine çıktık, ümitle beklemeye başladık. Az sonra yaylı araba göründü, ama bizim ona yaklaşmamız mümkün değildi. İzdiham çok fazlaydı; uzakta kalışımıza çok üzüldük.

Fayton hizamıza gelince beklenmedik bir olay oldu. Ansızın durdu, içeriden başını uzatan Sultan Abdülhamid Han rahmetullahi aleyh bize doğru bakarak seslendi:

İhtiyar! Çocuğu getir, çocuğu!” Şaşırdık. Babam heyecanla elimden çekerek beni kalabalığın içinden arabanın yanına götürdü, elimden tutup yukarı çıkardılar. Sultan, yanaklarımı okşadı, bir şeyler okuyor gibiydi. Az sonra bana: “Beni tanıyor musun, ben kimim?” diye sordu.

Benim dilim tutuktu, cevap vermem imkânsızdı. Dilsizdim. O anda bir şeyler hisseder gibi oldum. Birden dilim çözüldü, cevap verdim:

Sen bizim padişahımızsın!” Bunun üzerine babam, “Allah Allah!..” diye feryadı bastı. Beni aşağı indirdiler. Ondan sonra bülbül gibi konuşmaya devam ettim. Dilimin açılması onun duasıyla oldu.

İşte evladım, bu hadise bir söylenti falan değil, hayatın içinde yaşanmış bir vak’adır. Sakın ola ki, Osmanlı sultanları aleyhine konuşmayasın. Onlarda gerçekten yedi evliya derecesi vardı. Dilimin açılmasına sebep onun duasıdır. Ona hep Yâsîn okumaktayım.”  [Ahmed Şahin, Olaylar Konuşuyor, İstanbul, 1995, Cihan Yayınları; Ayrıca bkz. bkz. İsmail Çolak, Abdülhamid’i Yeniden Keşfetmek, İstanbul, 2007, Akis Kitap] 

***

II. Abdülhamid Hân ile alakalı bir başka enteresan vak’a

Abdülhamid'in Titanik sırrı

II. Abdülhamid Han’ın torunu olan Nadin Sultan'ın Net Pano’dan Güzin Osmancık’a verdiği röportajda tarihin karanlıklarında gizli kalmış pek çok şey anlatılıyordu. Bu arada onun manevi hayatıyla alakalı bilgiler de veriliyordu. Röportajın bu kısmını paylaşmak isteriz. 

 “O bir Osmanlı sultanı, O Osmanlının asâletini hem iç dünyasında, hem de hâl ve davranışlarında sergileyen zarif, mütevazı bir hânedan... Üstelik tasavvuf edebi ile yetişmiş ve bulunduğu çevreye İslâm'ı anlatan bir mutasavvuf.” 

Titanik Filminde adı geçen “Okyanus'un Kalbi: Mavi Elmas” II Abdülhamid Han’a aitti. Yıllarca saklanan bu sır Nadin Sultanın yazdığı kitapta ifşâ oldu. Elmas'ın asıl adı; "Umut Elması".

II. Abdülhamid Han’ın Beylerbeyi sarayında gözaltında tutulduğu günlerde yanına girebilen tek kişi en küçük oğlu Selim'di. Çünkü o zamanlar 7 yaşında olduğundan pek tehlike arz etmeyeceği düşünülüyordu.

Selim Han babasından duyduğu her şeyi kızı Nadin Sultan'a anlatırdı.

O bir Osmanlı Sultanı, O Osmanlının asâletini hem iç dünyasında, hem de hâl ve davranışlarında sergileyen zarif, mütevazı bir hânedan. Üstelik tasavvuf edebi ile yetişmiş ve bulunduğu çevreye İslâm'ı anlatan bir mutasavvuf...

Söz konusu röportajdan mevzumuzla ilgili seçip aktarmak istediğimiz kısım şöyle  [Sabah Gazetesi, Yaşam, 11 Ekim 2012 – Perşembe]:

Güzin Osmancık: Sizi tanıyabilir miyiz, Osmanlı Hanedanlığı ile olan yakınlığınız nedir?

Nadin Sultan: Ben Sultan Selim Hamid Han'ın kızıyım. Sultan Selim Hamid Han, II. Abdülhamid Han'ın 9 çocuğunun en küçüğüdür.

G. Osmancık: Siyasi hayatta bu kadar başarılı olmasının ardındaki gerçek neydi?

Nadin Sultan: Sultan II. Abdülhamid Han devlet ile ilgili bir kararı alırken her zaman Allah'a danışırdı. Çünkü bir millet tarafından güvenilmek büyük bir sorumluluktur. Sultanın aldığı her karar insanların hayatını etkiler. Ve sadece maddi hayatları değil, manevi hayatları da.

Bu yüzden Sultan II. Abdülhamid halkının mutluluğu için karar vermek konusunda azami derecede dikkatliydi ve Hz. Muhammed (s.a.v.)in öğretisiyle hareket ederdi.

Büyük Dedeleri tarafından Hz. Muhammed (s.a.v)in öğretisi [Hiç ısınamadığım ‘iğreti’ veznindeki bu öğretinin buradaki kastedilen anlamı: tâlim ve terbiyesi H.E.] üzerine dayanan hukuk kanunlarına sahipti. Osmanlılar her zaman doğru adaleti [adaletin eğrisi olmaz, zannediyorum bu tür ifaedeler Türkçe zafiyetinden kaynaklanmaktadır. H.E] savunmuşlardır. Osmanlı imparatorluğunun başlangıcından beri adalet son derece önemliydi. Böylelikle Hz. Muhammed (s.a.v.)'in emaneti olan [şer’-i şerife muvafık] doğru kanunları vardı.

G. Osmancık: Sultana göre Hz Peygamberin emaneti olan kanunları nelerdi?

Nadin Sultan: Osmanlı imparatorluğu gerçek anlamda doğru bir demokrasiye sahipti. Hatta demokrasiden bile daha iyiydi çünkü bireysel farklılıklar ayrım gözetmeksizin hoşgörüye tabiydi. Tüm farklı inanç ve etnik kökene sahip olanlar, Ermeniler, Museviler, Rumlar kendi özel mahkemelerine, kendi dinlerine sahiptiler ve kendi dillerini konuşabiliyorlardı; gerçek bir özgürlüğe sahiptiler. İslam gerçek anlamda hoşgörünün dinidir. Ve Sultan 2. Abdülhamid, halife olarak, kendi yönetiminde, imparatorlukta hoşgörünün tam anlamıyla uygulanmasını garanti etmişti. [Hoşgörüden kastı, sınırsız bir hoş görme değil, İslâm ahlâkının önemli bir hasleti olan tesâmuhtur / müsamahadır. Yani muhatabının darvnışlarına saygı duymasa da saygısızlık etmeme esası… H.E.]

Diğer milletlerin zorunlu askerlik hizmeti olduğundan şüpheliyim. Fakat Osmanlı İmparatorluğuna özgü olan, savaş olduğunda Türkler asker olarak hizmet ederlerken, Ermeniler, Hıristiyanlar sadece küçük bir ücret ödeyerek askeri hizmetten muaf olabiliyorlardı. Ve bu onlar için çok iyi bir şeydi. Çünkü Türklerin başka bir seçim şansı yokken, onlar işlerine veya çiftçiliğe devam edebiliyorlardı.

Okyanusun Kalbi “Mavi Elmasın sırrı” neydi?

II. Abdülhamid Hanın eşi Seniha Zıllî Sultan pek çok Kâçâr Prensesi gibi at sporunu seviyor, üstelik te ata Amazon kadınları gibi yan oturarak biniyordu.

1912 yılında talihsiz bir kaza sonucu attan düşünce saray ve aile doktoru olan Besim Ömer Paşa acilen saraya çağırıldı.

O sırada Besim Ömer Paşa New York da Uluslararası bir Tıp Kongresine katılmak için yola çıkmak üzereydi. Kaza haberini paytonda yola çıktığı sırada almış, oldukça da keyfi kaçmıştı. Çünkü az sonra Cherbourga'a giden Doğu ekspresine binecek sonrada New York'a giden Titanik gemisine yetişecekti. Gemide oldukça lüks bir kamara ayırtmış üstelikte bavulları çoktan trene yüklenmişti.

Bu Dr. Besim Ömer Paşanın dört gözle beklediği bir seyahatti. Acele bir şekilde Sultanın yaralarını sardı, gerekli tedaviyi yapıp yapılacakları yanındaki görevlilere anlatarak hızla saraydan ayrılıp paytonuna bindi. Ama nedense kader bir anlamda onun trene binmesini engelliyordu. Gara girmesine az bir yol kalmıştı ki köprüye ulaştığında köprü bir geminin geçmesi için yavaş yavaş açılmaya başladı. Artık trene yetişmesi imkânsızdı. Günlerdir hayalini kurduğu bu seyahat saniyeler farkı ile elinden uçup gitmişti. Ama asıl sorun bavullarının kendi olmadan yolculuğa çıkmasıydı.

Bavullarından birinde Sultan II. Abdülhamid Hana ait olan değerine paha biçilemeyen mavi bir elmas vardı ki bu elmasın lânetli olduğu söyleniyordu. II. Abdülhamid Han bir bakıma hem bu elmastan kurtulmak istiyor hem de bu kadar değerli bir elmasın Amerika'da daha güvende olacağını düşünüyordu. Bu elmas hakkında pek çok rivayetler vardı. Özetle bu güne kadar kim bu elmasa sahip olmuşsa mutlaka ona uğursuzluk getirmişti. Onun için Sultan bu elması kendisinden uzakta tutmak istiyordu.

Doktor Besim Ömer Paşa çok kızgındı. Elinden çok büyük bir fırsat kaçıp gitmişti. Bu seyahat onun hayatının dönüm noktası olacaktı. Titanik gemisinin ilk yolcusu olma şerefine nail olacaktı. Ta ki Titanik Gemisinin battığı haberi İstanbul'a ulaşıncaya kadar kızgınlığı geçmedi. Ondan sonraki günlerde bu aileye olan sadakati sonsuz bir şekilde devam etti ve her an Sultanın yanında oldu.

G. Osmancık: Bu hikâye sizin kitabınızdan bir alıntıydı. Bu gerçek olayı birazda sizin ağzınızdan dinleyebilir miyiz?

Nadin Sultan: Bu elmas ailemize nasıl intikal etti bunu hiç kimse bilmiyor. Onun bir adı da “Kara Elmas”tır. Çok kıymetli ve de değerine paha biçilemeyen bir elmas. Dünyada bir eşi emsâli yok. Onun nasıl ve kimler tarafından verildiği çok büyük bir sır, bunu kimse bilmiyor, tek bilinen onun lânetli bir elmas olduğu. Zaten II. Abdülhamid Han'a da uğurlu gelmediği kesin. Ayrıca bu lânet Titanik'in de batmasına sebep olarak gösterildi. Pek çok kişi geminin batmasını bu Kara Elmas'ın lânetine bağladı.

Belki de bu Allah'ın ilahi bir takdiridir [Muhakkak ki öyledir. H.E.]. Onun kimsenin elinde olmaması gerekiyordur. Onun için Allah onu okyanusun sularına gömdü.