Sa hocam; bir sorum olacak: Hud suresinin ehemmiyeti nedir? Gülderen Turan Şahin – Facebook

*******

Ve aleyküm selam kardeşim;

Biz mü’minler için kitabımız Kur’an-ı Kerim’in tamamı, bütün sureleri-ayetleri, hatta kelimeleri, harfleri elbette ki büyük ehemmiyeti haizdir. Her birerinin farklı esrar ve faziletleri vardır. Bu cümleden olarak sadedinde olduğumuz Hud suresi hakkında da çeşitli rivayetler mevcuttur. Bunlardan bazılarını aşağıda nakletmeye çalışacağız.

Surenin muhtevası

Bu sure de bir önceki Yunus suresi gibi dinin temel esasları olan tevhid, peygamber­lik, öldükten sonra dirilme ve amellerin karşılığının verilmesi gibi pek çok mevzuyu ihtiva etmektedir. Geniş bilgi için tefsirlere bkz.

Surenin fazilet ve esrarı

Ebu Muhammed ed-Darimî (rh.) Müsned’inde Hz. Ka’b’daın (r.a.) şu hadis-i şerifi nakleder: Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Cuma günleri Hud suresini oku­yun.” Başka bir hadis-i şerif de şöyledir:  “Kim Hud suresini okursa, (ona), ecirden on hasenat verilir…” [Vehbe Zuhaylî, et-Tefsîru’l-Münîr, Risale Yayınları, 6, 262]

İbn Abbas (r. anhüma) anlatıyor: "Hz. Ebu Bekir (r.a.): "Yâ Rasûlallah, saçların ağardı, yaşlandın" dedi. Rasûlullah (s.a.v.): "Beni Hûd, Vâkıa, Mürselât, Amme yetesâelûn ve İze'ş-Şemsü Küvvirat sûreleri ihtiyarlattı" cevabını verdi." [Tirmizî, Sünen, Tefsir, Vâkı'a, Hadis no: 3293]

Çünkü Hûd suresinde Fahr-i Kâinat Efendimize (s.a.v.), “O halde sen (Habîbim), maiyyetindeki tevbe edenlerle beraber, emrolunduğun vech ile dosdoğru ol (sırât-ı müstakîm üzere dosdoğru hareket et).[Hud suresi, 112] buyrulmuştu. Bu istikamet / bu doğruluk, Cenâb-ı Hakk’ın, Habîbi için çizdiği doğruluktu. Ve O’ndan, bu çizginin korunması isteniyordu. Mürselât, Cennet ve Cehennem’in zümre-zümre ayrıldığını, insanların dehşet içinde iki büklüm olduğunu anlatıyordu. Vâkıa, yine bu zümreleri gösterip teşhir ediyordu. Bu sûrelerde anlatılanlar, Allah Rasûlü Efendimizi (s.a.v.) dehşette bırakıyor ve ihtiyarlatıyordu. 

Bundan anlaşıldı ki; "sırat-ı müstakim"i bilmek, son derece zordur. İyice bilinse bile, onun üzerinde kalabilmek ve ona göre amel etmek daha zordur. Bu makam son derece zor olduğu için yine İbn Abbas (r.anhuma) şöyle demiştir: "Kur'ân'ın tamamında, Nebî sallallahu aleyhi veselleme bundan daha zor ve daha meşakkatli gelen başka bir ayet nazil olmamıştır." Bundan dolayı da Rasûl-i Ekrem (s.a.v.): "Hûd suresi ve benzerleri beni ihtiyarlattı" buyurmuştur. [Fahreddin Râzî, Tefsîr-i Kebîr, ilgili ayet tefsiri] 

***

Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” âyetinin ehemmiyeti çok büyüktür. Zira tam bir istikameti / dosdoğru olmayı emrediyor.

Müfessir Elmalılı Hamdi Efendi merhum bu ayeti, meşhur tefsiri Hak Dini Kur’ân Dili’nde şöyle izah etmiştir:

Demek ki, Hakk'a vâsıl olmak için istikametten başka yol olmadığı gibi, her hususta istikamet kadar yüksek bir makam ve onun kadar zor hiçbir emir yoktur. Herhangi iş, herhangi hedef olursa olsun, ona ulaşmanın en kısa yolu doğruluktur. Böyle olmakla beraber her şeyden önce, bir işte doğrunun hangi çizgide olduğunu tayin ve tesbit etmek çok zordur. Ayrıca onunla ilgili çeşitli noktalardan irtibatını kesip, sarsılmadan dosdoğru olan o çizgi üzerinde yürüyebilmek daha zordur. Ve yine istenilen hedefe ulaştıktan sonra, aynı şekilde o doğruluk üzere, hiç eğilmeden devam ve sebat edebilmek büsbütün zordur. Bununla beraber şu kadarını hatırlatmalıyız ki; bu âyette Rasûlullah'a (s.a.v.), "Beni ihtiyarlattı" dedirtecek kadar zor gelen nokta, istikamet emrinin asıl kendisiyle alakalı olan kısmından ziyade, ümmetiyle ilgili olan kısmı olsa gerektir. Zira buyuruluyor ki: Seninle beraber tevbe edenler de. Yani şirkten tevbe edip de imanda seninle beraber bulunan, Müslüman olan herkes de tıpkı senin gibi dosdoğru olsun. Ve azmayın, yani Allah'ın tayin ettiği sınırı aşıp da onun dışına çıkmayın, doğruluktan ayrılıp da ifrat veya tefrite sapmayın, aşırı gitmeyin ey Müslümanlar. Çünkü muhakkak ki O, (yani Rabb'in) bütün yapacağınızı görür. Onun görmesinden hiçbir şey kaçmaz. Görür ve ona göre karşılığını verir; ceza veya mükâfat, karşılıksız bırakmaz.” [Bkz. İlgili ayet tefsiri]

***

İmam Kurtubî (rh.), el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an adlı tefsirinde, üzerinde olduğumuz Hud suresinin bu 112. ayetini şöyle izah etmiştir

"Artık sen de... emrolunduğun gibi dosdoğru ol" buyruğunda hitab Rasûlullah’a (s.a.v.) ve başkalarınadır. Hitab ona olmakla birlikte, maksat onun ümmetidir, de denilmiştir ki bu görüş de es-Süddîye (rh.) aittir. Bir diğer görüşe nazaran, "dosdoğru ol" Allah'tan, din üzere dosdoğru kalmayı dile ve bunu O'ndan iste, diye de açıklanmıştır. Buna göre ‘festakim’deki "sin" harfi dilekte bulunmak için getirilmiş olur. Nitekim "estağfirullah"ın, Allah'tan mağfiret dilerim, manasına gelmesi gibi.

Dosdoğru olmak (istikamet) ise sağa-sola sapmaksızın tek bir yön üzere devam etmek demektir. Buna göre mana; Allah'ın emrini uygulamak üzere dosdoğru yürü, demektir.
Müslim'in Sahih'inde Süfyan b. Abdullah es-Sakafî'den (r.a.) şöyle dediği nakledilmektedir:

“Ey Allah'ın Rasûlü! dedim, İslâm'a dair bana öyle bir söz söyle ki, onun hakkında senden sonra hiç kimseye soru sormayayım. Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Allah'a iman ettim de, sonra da dosdoğru ol."

Darimî Ebu Muhammed (rh.) de "Müsned"inde, Osman b. Hâdır el-Ezdî'den şöyle dediğini rivayet eder: İbn Abbas'ın (r.anhuma) huzuruna girip ona: Bana tavsiyede bulun, dedim. O da: Olur, dedi. Allah'ın takvasına ve dosdoğru istikamet üzere olmaya dikkat et. Tabi ol, bi'atçi olma.”

***

Ömer Nasuhi Bilmen merhum da bu ayeti şöyle tefsir etmiştir:

Bu mübarek âyetler, Rasûl-i Ekrem'in (s.a.v.) de, Müslüman olma şerefine kavuşan diğer zatların da doğrulukla ve Allah'ın kanunlarına riâyet etmekle mükellef olduklarını bildiriyor, zâlimlere eğilim gösterenlerin azaba uğrayacaklarını ve Allah'ın yardımından mahrum kalacaklarını ihtar ediyor. Ve beş vakit namaza devam edilmesini ve dinî vazifeleri yerine getirme hususunda sabrın mükâfatsız kalmayacağını müjdelemektedir. Şöyle ki:

Ey Yüce Peygamber! Allah'ın dinine riâyet edip etmeyen milletlerin tarihi durumlarına [dair haberler] ve va'd ile tehdide ait âyetler sana vahy edilmiş bulunmaktadır. Artık Allah tarafından ‘emrolunduğun gibî dosdoğru ol.’ Yani: Sahip olduğun doğrulukta devam et, İslâm dinini yaymaya çalış, dinî hükümleri tebliğ etme ve uygulama hususunda ve bütün muamelelerinde doğruluktan ayrılma: Meşru ve makul bir yolu takib etmekten geri durma. ‘Ve tevbe etmiş’ İmân ederek ‘seninle beraber bulunmuş olanlar da’ doğruluktan ayrılmasınlar. ‘Ve haddi aşmayın’meşru ve normal şeylerden ayrılarak ifrat ve tefrite düşmeyin. Meselâ, helâl olan bir şeyi haram ve bilâkis haram olan bir şeyi helâl görmek suretiyle ilâhî hükümlere, Kur'an'ın açıklamalarına muhalefette bulunmayın. Şüphe yok ki o Yüce Yaratıcı ‘yapmakta olduğunuz şeyleri hakkıyla görücüdür.’ yani: Sizin bütün amellerinizi, hareketlerinizi bilicidir. Bunlara göre sizi mükâfata veya cezaya erdirecektir. Binaenaleyh bu gibi dinî hükümlere uymaktan asla ayrılmayınız.

Bu âyet-i celile, İslâmiyet'de büyük bir esastır. Ferdî ve içtimaî (sosyal) hayatı düzenlemek için bundan daha kapsamlı bir kanun maddesi olamaz. Çünkü istikâmet bütün hayatî faziletlerin, medenî esasların en birincisi bulunmaktadır. Evet; istikâmet, doğruluktur, üstlenilen vazifelerde İslâm şeriatına uygun tarzda hareket etmektir, doğruluk ve ölçülü şekilde hareketten ayrılmamaktır, kulluk yolunda, ilâhî dinin, sağ duyunun irşadiyle yürümektir.

Kısacası; istikâmet, dinî hükümlere, inançlara. amellere, ahlâkî, insanî vazifelere riâyet edip Cenâb-ı Hakk’ın ve mahlûkatın haklarına tecavüzden sakınmaktır. Artık bir cemiyetin fertleri, böyle bir istikâmet ile vasıflanmış olursa, o cemiyet ne kadar yükselir, ne kadar sosyal olgunlukların parlak bir örneği olmuş olur!

İşte kudsî dinimizin bize emrettiği bu gibi vazifeler hakkıyla gözetilecek olsa İslâm muhiti, melekler kadar temiz bir sosyal topluluk halinde bulunmuş olur. Bütün insanlık âlemi için uyulması gereken en parlak bir örnek bulunur.

Evet… İstikametten ayrılmayan bir zat, kendi hayatını en güzel bir şekilde tanzim etmiş olur. Mensup olduğu çevrenin hayrına çalışır, hiçbir kimsenin malına, canına, şerefine bir zararı dokunmaz. Her millet, istikâmeti yüceltir. Her insan istikâmeti sever. Ne yazık ki herkes istikâmette olmaz, bu husustaki geçici zorluklara tahammül gösteremez. Halbuki istikâmet yüzünden bir sıkıntı, bir ceza görülse de bu geçicidir, bunun sonu selâmettir, saadettir, ebedî hayatı kazanmaya bir vesiledir. Sait Paşa Merhumun şu kıt'ası ne kadar güzeldir.

‘Halkı tahrib eyleyip de kendin âbât eyleme
Bu cihanda ev yapıp ukbâya berbat eyleme
Nefsin için zâlimi bî rahme imdat eyleme
Âlemi tenfîr eden ahvali mutâd eyleme
Müstakim ol Hz.  Allah utandırmaz seni’

***

Hud suresi hakkında diğer bazı hadisler de şöyledir:

Gene İbn Abbas’ın (r. anhüma) anlattığına göre, kendisine Cenab-ı Hakk'ın şu mealdeki kelâmından sual sorulmuştur: "Bilin ki, onlar, Kur'an okunurken gizlenmek için iki büklüm olurlar. Bilin ki elbiselerine büründüklerinde bile Allah onların gizlediklerini ve açığa vurduklarını bilir. Çünkü o, kalplerde olanı bilendir.” [Hud suresi, 5] İbn Abbas (r. anhüma) şu açıklamayı yapmıştır: "Bunlar helâda soyununca avret mahallerinin açılıp, o manzaralarının semâya ulaşmasından, kezâ hanımlarıyla cinsî mukarenet sırasında soyununca çıplak hallerinin semâya ulaşmasından korkup hayâ duyan, (bu yüzden kendilerine sıkıntı veren) kimseler hakkında nâzil olmuştur." [Buhari, Sahih, Tefsir, Hud 1]

Ebu Musa el-Eş'arî (r.a.) anlatıyor: Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) buyurdular ki:

"Allah Teâla, zalime biraz fırsat tanır, amma bir de yakaladı mı artık paçayı kurtaramaz." Sonra da şu ayeti okudular: "Allah kasabaların zâlim halkını yakalayınca böyle yakalar, yakalaması da şiddetli ve elîmdir." [Hud suresi, 102]

Tirmizî (rh.) rivayetinde: "Yümlî (fırsat tanır) değil, yümhil (mühlet verir) olması muhtemeldir" demiştir. [Buhari, Sahih, Tefsir, Hud, 5; Müslim, Sahih, Birr 61, Hadis no: 2583; Tirmizi, Sünen, Tefsir, Hud, H. no: 3109; İbn Mâce, Sünen, Fiten 22, H. no: 4018]

İbn Mes'ud (r.a.) anlatıyor: Bir adam gelerek, "Ey Allah'ın Rasûlü! Ben şehrin öbür tarafında bir kadını elledim / ona dokundun, cimâ yapmaksızın onunla nefsimi tatmin ettim. Ve işte ben buradayım, istediğin cezayı ver" dedi.  Hz. Ömer (r.a.) atılarak; "Allah seni örtmüş, keşke sen de kendini örtüp açıklamasaydın" dedi. Rasûlullah (s.a.v.) hiçbir cevap vermedi. Adam kalkıp gitti. Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v.) peşine bir adam göndererek onu çağırtıp şu ayeti okudu:

"Gündüzün iki ucunda ve gecenin gündüze yakın zamanlarında namaz kıl. Doğrusu iyilikler kötülükleri giderir... Bu, öğüt kabûl edenlere bir öğüttür." [Hud suresi, 114] Bunun üzerine bir adam: "Ey Allah'ın Rasûlü, bu hüküm sadece soru sahibi için mi (geçerli, yoksa başkasına da şâmil mi)?" diye sordu. Rasûlulah (s.a.v.): "Herkes için" cevabını verdi. [Buhari, Sahih, Mevâkitu's-Salât 4, Tefsir, Hûd 6; Müslim, Sahih, Tevbe 39, H. no: 2763; Tirmizi, Sünen, Tefsir, Hûd, Hadis no: 3111; Ebu Davud, Sünen, Hudud 32, H. no: 4468]

Yezîd bin Ebân (rh. v. 779-80) diyor ki: "Bir gece Rasûl-i Ekrem ve Nebiyy-i muhterem’i (s.a.v.) rü'yâda gördüm ve ona Hûd sûresini okudum. Bitirince bana, ‘Bu sûreyi okudun, ancak bunun ağlaması nerede’ buyurdu.”

S o n u ç

Gerek Hûd sûresi ve kardeşlerinin İki Cihan Serveri Efendimiz’i (s.a.v.) ihtiyarlattığını ifade eden bu hadisler ve gerekse dile getirmeye çalıştığımız vak’alar, bizlerin Kur'ân-ı Kerîm'i şuurlu, hüzünlü, ağlayarak okumamız gerektiğini göstermektedir. Nitekim hadis-i şerifte, “Kur'ân hüzünle nâzil oldu, onu okurken ağlayınız. Ağlayamıyorsanız, ağlar gibi okuyunuz (veya kendinizi ağlamaya zorlayınız)." [İbn Mâce, Sünen, İkametü’s-Salah, 176] buyrulmuştur.

Kur'ân-ı Kerîm, eğer bu tarzda tilâvet şartlarına uygun olarak okunursa, mesajları iyi alınırsa, haber verdiği hakikatler, geçmişe dair bilgiler ve istikbale ait gerçekler, layık-ı veçhile düşünülürse, insanı, neredeyse vaktinden önce ihtiyarlatır ve ağırlığını hissettirir. Çünkü inanan insan, ondaki hem mâziye, hem hâle, hem de istikbâle ait haberlerin, hakikatin ta kendisi olduğunu bilir ve bu vaziyet, onda büyük bir endişe ve korkuya vesile olur. Zaten Kur'ân-ı Kerîm'de, sık sık medh u senâ ile bahsedilen takvâ da, bu mânâlı endişe ve korkunun tek kelimeyle anlatımından ibaret değil midir!

Rasûlümüz (s.a.v.) Efendimiz insanların en mükemmeli, en üstünü, en akıllısı… "Dosdoğru ol" emrinin ne mânâya geldiğini en iyi anlayanı… Dünyada olduğu gibi ahiretteki tehlikeleri en çok bileni… Dolayısıyla da bu endişe ve korkuyu en fazla hisseden, ama kendisinden çok ümmetini düşünen Raûf ve Rahîm olana Habîb-i Hudâ ve Rasûl-i Zîşân Efendimizdir. Binaenaleyh Kur'ân-ı Kerîm, bu açıdan da en büyük tesiri O'nda göstermiş ve O'nu ihtiyarlatmıştır.

Velhasıl Kur'ân-ı Hakîm hakkıyla okunursa, insanı ihtiyarlatır.

Go to top