Hocam selam aleyküm bugun istanbulda bulunan ashabı kiramın kabirlerini ziyaret ederken ebu zer gifari r.a hz kabrini gördük lakin el rabaza sehrinde vefat ettigi bilgisi var. Sahabe kabirlerinin dogrulugu ne ölçüde dogrudur acaba? Fatih Aktaş – Facebook

*******

Ve aleyküm selam kardeşim;

Bilindiği üzere büyük zatların, farklı yerlerdeki türbelerinden / kabirlerinden bahsedilir. Ancak bunlardan sadece birisi kabridir, diğerleri makamıdır. Sizin de belirttiğiniz gibi Ebu Zerri’l-Ğıfârî (r.a.) hazretlerinin mezarı, vefat ettiği yerde, yani er-Rebeze’dedir. Gerek Adıyaman’daki yer, gerekse İstanbul’da Fatih Karabaş Mahallesi’ndeki Ebu Zerr Gıfârî Camii yanındaki mahal kabir değil makamdır. Şöyle ki:

Sadrazam Şehit Ali Paşa (r.aleyh, d. 1667-v.1716) tarafından 1716 yılında, bir rüya üzerine, aynı rüyadaki işaretle inşa edilen Çınarlı Çeşme Mescidi’nin bitişiğine yaptırılmıştır. “Bu kabri eyledi ihya Şehit Ali Paşa” mısraıyla mescidi yaptıranın kimliği belirtilmektedir.

Sultan II. Mahmud’un annesi Nakşidil Valide Sultan (rahmetullahi aleyhima), bu mescid ve makamı 1812 yılında kesme taştan yeniden yaptırmış, burası için de bir vakıf tahsis etmiştir. Daha sonraları harap olan mescid, 1980’li yıllarda tekrar yaptırılmıştır. Kitâbesinde şöyle yazar:

Habîb-i Hazret-i Mevlâ’nın ashâb-ı güzîninden
Cenâb-ı Bu Zerr-i Ğıfârî nâm bir zât-ı âlîşân

Stanbul feth olunmazdan mukaddem fî-sebîlillâh
Gazâya azm ü niyyet eyleyüb ol server-i meydân

Kılub küffâre şîrâne hücûm âher reh-i Hak’da
Şehâdet şerbetin nûş eyleyüb kıldı fedâ-yı cân

Makâm u medfeni ashâbı bâ’d-ez feth-i İstanbul
Olub keşfeylediler her birinin kabrin âbâdân

Mürûr-ı ezmineyle bu güzide  zât-i vâlânın
Der ü divâr u sakf-i medfeni olmuştu pek vîrân

Olub tevfîqa mazhâr bu maqâm u mescid-i pâkî
Yeniden kıldı inşa Vâlide Sultan-ı Mahmud Hân

Rasûlullah’a ta’zıymen kılub ashâbına hürmet
Zehî hayr eyledi ol mehd-i ulyâ-yı kerem bünyân

Hudâ hem zâtını hem nur-î çeşm-i Hân-ı Mahmûd’u
Kıla her halde mahfûz u setr-i dîde-i udvân

O şahın sâyesin dûr itmeyüb fark ibâdetden
Serîr-i saltanatda müstemâd-ı ömr ide Sübhân

Sezâdır yazsa Vâsıf bendesi bu mısraı tarih
‘Bu âlî-meşhedi yaptırdı ra’nâ Vâlide Sultân’
Sene:1227

Makam’ın taşında şöyle yazar:

Haazaa merkad-i şerîf  Ashâb-ı Kirâm’dan olan Hazret-i Ebû Zerr-i Gıfarî radıyAllahu teâlâ anh bi-şefâatihî,

Ebû Zerr-i Gıfârî Âsitânı
Ziyâret eyle âdâb ile anı
Dahî her kim bu nazm-ı dilküsâne
Nazar ide elin açub duâya
Şurûtiyle duâ eylese bir kul
Ede ol Qâdiye’l-hâcât mâkbûl
.”

Mescidin yanıbaşındaki sarnıç Bizans döneminden kalmadır.

Yukarıda belirttiğimiz üzere, burdaki gibi Adıyaman’da da bir Ebu Zerr-i Gıfârî makamı mevcuttur.

***

Ebu Zerri’l-Ğıfârî’nin (r.a.) kısa hayat hikâyesi

Ebu Zerr-i Gıfârî hazretleri, İslâmiyet’i kabul edenlerin ilklerindendir. Hatta ilk bedevî Müslüman olarak kabul edilir. Ne zaman doğduğu kesin olarak bilinmemektedir. Müslüman olmadan önceki ismi Cündeb Bin Cünâne’dir.

Mensubu bulunduğu Gıfâr kabilesi, yol kesip eşkıyalık / yağmacılık yapmakla meşhurdur.

Ebu Zerr (r.a.), kabilesi putlara taptığı halde, o, onlardan nefret ederdi. Kendi ifadelerinden daha İslâmiyet’i kabulünden birkaç yıl evvel ibadet etmeye başladığı anlaşılmaktadır.

Mekke’de bir peygamber olduğunu duyunca Mekke-i Mükerreme’ye gitti. Orada birkaç gün kaldığı halde Rasûlullah Efendimizi (s.a.v.) göremedi. Yiyeceği bittiği ve bitkin olduğu bir sırada Hz. Ali (k.v.) tarafından fark edildi ve eve götürülerek misafir edildi. Bilahare Fahr-i Kâinat Efendimizin (s.a.v) huzuruna götürüldü. Müslüman olduktan sonra durumunu bir süre gizlemesi tavsiye edildiği halde, Mekke-i Mükerreme’nin orta yerinde İslâmiyet’i kabul ettiğini haykırdı. Saldırıya uğrayıp ağır bir şekilde dövüldüğü halde, bunu birkaç kez daha tekrarladı.

Rasûlullah Efendimize (s.a.v.) anlatılamayacak derecede muhabbeti, itâat ve bağlılığı vardı. Bir defasında şöyle demiştir:

- Yâ Rasûlallah, benim kalbim yalnız Allah Teâlâ'nın ve sizin muhabbetinizle doludur. Bu muhabbet o derecede ki, insanın kalbi ancak bu kadar muhabbetle dolu olur.

Tebük muharebesinde Ebû Zerr-i Gıfârî hazretlerinin devesi pek zayıf ve dayanıksız olduğu için geride kalmıştı. Yolun ortasında devesi çöküp kalınca, devesinden indi. Eşyasını sırtına yükleyerek orduya yetişmek için yaya yürümeye başladı. Şiddetli sıcak ortalığı kavuruyordu. Bir öğle vakti Ebû Zerr (r.a.) orduya yetişti. Rasûlullah'ın (s.a.v.) yanında bulunan Ashâb-ı kirâm dediler ki:

- Yâ Rasûlallah! Tek başına bir adam geliyor.

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.):

- Ebû Zerr midir? Onun olmasını isterim, buyurdular.

Ashâb-ı kirâm dikkatle bakıp Rasûl-i Ekrem’e (s.a.v.) dediler ki:

- Yâ Rasûlallah, gelen Ebû Zerr’dir.

- Allah Ebû Zerr’e rahmet eylesin! O, yalnız yaşar, yalnız yürür, yalnız başına vefât eder ve yalnız başına haşrolunur.

Daha sonra Ebû Zerr’e:

- Yâ Ebâ Zer! Niçin geride kaldın, buyurdular.

Ebû Zerr (r.a.), devesinin durumunu anlattı ve bu sebeple geride kaldığını söyledi. Bunun üzerine Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.):

- Bana gelip kavuşuncaya kadar, attığın her adımına karşılık, Allah Teâlâ bir günâhını bağışlasın, diye duâ buyurdular.

Ebû Zerr-i Gıfârî hazretleri dünyaya hiç değer vermezdi. Son derece kanâatkâr, fakîr ve yalnız yaşardı. Rasûl-i Zîşân Efendimiz (s.a.v.) bu sebeple ona, “Mesîhu’l-İslâm” lâkabını vermişti.

Ebû Zerr-i Gıfârî hazretleri, Mekke-i Mükerreme’nin fethine de kendi kabîlesinin sancağını taşıyarak katılmıştır.

Peygamber Efendimize (s.a.v.) tam bağlanıp, onun sevip, beğendiğini seven, sevmediğini ve beğenmediğini sevmeyen Ebû Zerr (r.a.), Rasûlullah Efendimizin (s.a.v.) vefâtında da yanında bulunmuştur. Fahr-i Âlem Efendimizin (s.a.v.) irtihâlinden sonra bir köşeye çekilip, son derece mahzûn ve yalnız yaşadı. Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) halîfeliği devrinde de böyle yaşayıp, onun vefâtından sonra Şam’a gitti. Oraya yerleşti.

Bir gün Ebû Zerr-i Gıfârî hazretleri, Kâbe-i Muazzama'nın yanında durarak şöyle dedi:

- Ey ahâli, sizden biri bir yolculuğa çıkacak olsa, azıksız aslâ çıkmaz, mutlaka bir yol hazırlığı yapar. Yanına yiyecek, içecek, para vs. alır. Dünya hayâtında bir yolculuğa çıkan bir insan, azık almadan çıkmazsa, ya âhıret yolculuğuna çıkacak birisi, azıksız nasıl çıkar?

Orada toplanan ahâli sordu:

- Bizim âhıret azığımız nedir yâ Ebâ Zerr?

- Dünyayı iki kısma ayırınız. Birini dünyalık elde etmeye, diğerini de âhiret hazırlığı yapmaya tahsîs ediniz. Üçüncüsü size zararlı olur, fayda vermez.

Ebû Zerr-i Gıfârî hazretleri, Hz. Osman’ın (r.a.) halîfeliğine kadar Şam'da kaldı. Şam halkına dinî bilgilerini öğretmekle meşgul oldu. Kendisi şüphelilerden ve haramlardan son derece sakınırdı. Evinde bir günlük nafakasından fazlasını bulundurmaz, hep fakirlere dağıtırdı.

Bir defasında Şam vâlisi, tecrübe etmek için, hizmetçisi ile akşam on bin dirhem altın göndermişti. Ebû Zerr hazretleri altınları alınca huzuru kaçtı, uyuyamaz hâle geldi. Hemen kalktı ve fakirlere dağıttı. Yanında tek altın bile saklamadı.

Ertesi gün vâlinin hizmetçisi gelip dedi ki:

- Aman efendim, dün akşam sana getirdiğim altınlar meğerse başkasına gidecekmiş. Yanlışlıkla sana getirmişim. Mümkünse altınları geri alayım, yoksa vâli benden hesap sorar.

Bunun üzerine Ebû Zerr-i Gıfârî hazretleri buyurdu ki:

- Oğlum, onları fakirlere dağıttım. Sen vâliden iki-üç gün mühlet iste, ben bu parayı hazırlarım, o zaman iâde ederiz.

Vâlinin adamı durumu vâliye anlattı. Vâli, Ebû Zerr'in (r.a.), sözünün eri olduğunu anladı.

Ancak, Ebû Zerr hazretlerinin bir günlük ihtiyaçtan fazlasını bulundurmayıp dağıtmasını ve halkı buna teşvik etmesini, halkın anlamayacağını anlayan vâli, durumu halîfe Hz. Osman’a (r.a.) mektup ile bildirdi.

Bunun üzerine Halîfe, Ebû Zerr hazretlerini Medîne-i Münevvere'ye da'vet etti. Hz. Ebû Zerr, Medîne-i Münevvere'ye geldiğinde, evlerin Sel Dağına dayandığını ve refâhın arttığını gördü. Halîfenin huzûruna çıkınca, Hz. Osman'a (r.a.), “Niçin insanların biriktirdikleri malları dağıttırmıyorsun”, diye sordu. Bunun üzerine Hz. Osman (r.a.) buyurdu ki:

- Yâ Ebâ Zerr, halkı zühd yoluna zorla sokmak imkânsızdır. Onlar zekâtlarını verdikten sonra, benim vazîfem, onlar arasında Hak Teâlâ’nın emriyle hükmetmek ve onları çalışma, iktisat tarafına teşvik eylemektir.

Bunun üzerine Ebû Zerr (r.a.) dedi ki:

- Rasûlullah (s.a.v.) bana; ‘Binalar Sel dağına ulaştığı zaman, sen Medîne'den ayrıl!’ diye emretmişlerdi. İzin verirseniz, ben Medîne-i Münevvere'den gideyim.

Hz. Osman (r.a.) müsâade buyurdu. Birkaç koyun ve keçi, yetecek miktarda yiyecek vererek, Medîne-i Münevvere yakınlarındaki Rebeze adındaki köye gitmesini söyledi. Ailesi de Şam'dan buraya gönderildi.

Ebû Zerr-i Gıfârî hazretleri, Rebeze’de, küçük bir kulübeye yerleşti. Gelip geçenlere, hadîs-i şerîf ve dînî ilimler öğretmeye başladı. Halîfenin hediye ettiği, birkaç koyun ve keçisi vardı. Onlarla hayatını devam ettiriyor, dâimâ Allah'a şükrediyordu.

“Elbisen Eskidi”

Birgün, muhterem hanımı hatırlattı:

- Elbisen çok eskidi, bir yenisini bulamaz mıyız?

- Bize artık elbise değil, kefen lâzımdır! Üstelik sana, iyi haberlerim var.

- Hayırdır İnşâallah Efendi...

- İnşâallah yakında, Allah'ın sevgilisi Nebî (s.a.v.) Efendimize kavuşacağım. Ey ölüm çabuk gel, rûhum Rabbime kavuşmak sevgisiyle çırpınıyor.

Hanımı ağlamaya başladı.

- Niçin ağlıyorsun hanım?

Kadıncağız bir şeyler söylemek için dedi ki:

- Nasıl ağlamıyayım! Gerçekten bir emr-i Hak vâki olsa, vefât etsen, ben buralarda tek başıma ne yaparım? Sonra bir kefen bezimiz bile yok. Ayrıca kadın başıma, seni nasıl defnedebilirim?

- Şimdi bunları bırak da, kapıya çık bakalım! Gelen giden, var mı?

Hanımı gözlerini sildi. Kapı önüne çıktı. Uzaklara, ufuklara baktı, baktı, baktı... Issız çöl rüzgârlarından başka, ne gelen vardı, ne giden... Üzüntüyle içeri döndü! Başını salladı:

- Bilirsin ki, hac mevsimi geçti. Bu günlerde, şu ıssız çöle, kimin yolu düşebilir?

- Gelirler! Gelirler! Sen şimdi kalk! Bir keçi kes; pişirmeye başla! İyi kalbli Müslüman cemâati gelince, onlara ikrâm edersin. Sakın, yemeden onları salıverme!

Hanımı, tekrar dışarı çıktı. Gözleri nemli, Efendisinin emirlerini yerine getirmeye başladı. Yemek pişirirken yolu da gözlüyordu. İşte bu sırada ufukta, bir toz bulutu belirdi. Bulut yaklaştı, yaklaştı…

Gelenler Var… Evet, gelenler vardı.

Nihâyet atlılar ve develiler, açıkça belli oldular. O zaman kadıncağız buruk bir sevinçle içeri koştu:

- Müjde efendi! Söylediğin gibi, gelenler var!

Yaşlı Sahâbînin gözleri parladı ve dedi ki:

- Elhamdülillah! Çok şükür, geldiler demek. Öyleyse, gel de şu yaşlı vücûdumu, Kıble’ye doğru çevirelim.

Sonra Kelime-i Şehâdet getirip vefât etti (Hicrî: 652-doğumu bilinmemektedir). Hanımı, Efendisinin dediklerini yaptı. Sonra tekrar, kapı önüne çıktı. Yolcular gelmişlerdi.

Bunlar Abdullah bin Mes’ûd, Mâlik bin Eşter ve bazı Müslümanlardı (r.anhum ecmaîn). Kadıncağız eliyle, gelenlere evi gösterip sordu:

- Ebû Zerr içerde, vefât etti. Onu kefenleyip, ecre-sevâba nâil olmak istemez misiniz?

Bu ismi duyan kâfile mensupları, hep birlikte, Ebû Zerr hazretlerinin hizmetine koştular.

Abdullah bin Mes’ûd’un (r.a.) verdiği kefenle kefenlendi ve cenâze namazını da, Abdullah bin Mes’ûd kıldırdı. Hazırlanan etten de yiyerek hep birlikte Medîne-i Münevvere’ye döndüler. Çoluk çocuğunu Hz. Osman (r.a.) himâyesine aldı. 

Daha geniş bilgi için siyer ve İslâm tarihine dair eserlere müracaat oluna…

Go to top