selamün aleyküm hocam, imâmı azam hazretlerinin “bir kimse iman ve islâmdan, ancak girdiği kapıdan çıkar” sözünü açıklayabilirmisiniz? yani islama girmek, imanın rüknü olan dil ile ikrar ve kalp ile tasdikle olduğuna göre başka bir şeyle küfre girişini nasıl açıklayabiliriz? e. engin başçeyaka - izmir

*******

Ve aleyküm selam kardeşim;

Sözü hiç uzatmadan, bu mevzuda en güzel cevaplardan birini vermiş bulunan İskilipli Atıf Hoca’ya (rahmetullahi aleyh) bırakalım. O güzide âlimimiz, Frenk Mukallitliği ve İslâm adlı, idamına sebep gösterilen meşhur eserinde bu meselenin izahı sadedinde şunları söylüyor:

“İmanın bir takım gerekleri vardır ki, onların yokluğu ile imanın zıddı olan küfür tahakkuk eder. Mesela Allah Teâlâ’ya, Peygamberlere, Allah’ın kitaplarına ta’zim, imanın lazım olan şeylerindendir. Bunları hafife ve alaya almak ise ta’zime aykırı olduğu için küfürdür. Binaenaleyh ta’zime aykırı ve tekzib emâresi olan söz ve fiiller şer’an küfrü mucip sayılmışlardır. Esasen şeriat nazarında tekzip alâmeti ve inkâr emaresi / belirtisini taşıyan tasdik ve ikrâr muteber ve itimada şayan değildir.

Şu halde İmam Hazretlerinin (rh.) sözünün manası; imanın şer’an muteber olan hükümlerine aykırı bir söz, bir fiil Müslümandan sudûr etmedikçe kâfir olmaz, demektir. Nitekim puta secde etmek; Allah’ı, Peygamberleri, kitapları, şeriatı tahkir ve alaya almak gibi imana aykırı olan bir iş işlemek veya bir söz söylemek, tekzip alameti ve inkâr belirtisi olduğu için irtikab edenin küfrü ile hükmolunur. “Fetâvâ-yı Hindiyye” ve “Muhît-ı Burhanî”de deniliyor ki: “Başına Mecusi kalensüvesi, yani Mecusi şapkası giyen kimsenin küfrüne kail olanların kavilleri sahihtir.”

Bu söze sahip olanlara göre, akide bozukluğundan neş’et ettiğinden Mecusi kalansüvesi giyen kimsenin küfrü ile hükmolunur. Nitekim “Ben Mecûsiyim” diyen kimsenin bu sözü, akidesinin bozukluğunu açıkladığı için küfrü ile hükmolunmuştur.

Çünkü mecusilere mahsus ve onların kıyafet alâmeti olan kalensüveyi kendi seçimi ile giyinmek, giyenin ruhen mecusilik maneviyatı ile boyanmış olduğuna alamet ve belirtidir. Onun için bu kıyafette görülenlerin küfrü ile hükmolunur.

Şunu da arz edeyim ki, bütün milletlerin baş kisveleri milliyet ve dinleri ile bir çeşit alâkayı haizdir. Şapkalar, serpuşlar, mesela Avrupa memleketlerinde ne kadar muhtelif şekillere ayrılırsa ayrılsın, hepsinin bir asıldan çoğaltılmış olduğu ve zaman ve mekân itibariyle muhtelif bir şekil almakla beraber o aslım ruhu muhafaza edilmekte bulunduğu şüphesizdir. Şu halde şapka din ve milliyet alâmeti olduğu için onu giyen kimse “Ben bu millettenim”diye bir ikrarda bulunmuş olur. Mukabilinde sarahat bulunan bu gibi belirtiler ise, her halde sarih gibi muteberdir. Ancak mukabilinde fiilen imanın sarahatini gösteren ahval ve ameller karşısında bu ikrar hükmünden sakıt olabilirse de Müslümanlar nazarında o adam kendisini şüpheden kurtaramaz. Bu mesele şapkayı giymeye sebep, kalbî ve ruhî olmadığı takdirdedir. Sebep kalbî olursa imanı gösteren ahval ve amellerin riya ve nifak ve o adamın da mürâî münafık olduğuna hükmedilir.

Esasen kılık ve kıyafet âdetinde gayr-i müslimlere benzemekten men‘ ve nehy ile Peygamber Efendimizin murad ve maksadı Müslümanlar arasında İslâmî milliyeti kurmaktır. İslâmi milliyetin dayanak noktası da küfür milliyetine mahsus olan, şiar, adet ve tavırlarda kâfirlerden ayrılıp onlara benzememektir. Binaenaleyh İslâm ümmetçiliğinde gayret göstermek, imanın gereğidir. Onun için her Müslüman dini hükümlere ters ve bilhassa İslâm milliyetine muhalif olan işlerden kaçınmalıdır.

Şu halde lisanen ikrar ve bedenen ibadet ve amel gibi İslâmi milliyetin açık belirtileri ile asla alâkadarlık göstermeyip kılık ve kıyafetten başka gayr-ı müslimlerden farkı kalmamış olanlar, kıyafetlerini de onlara benzetiverince, bâtınlarındaki imanı temsil edecek ve İslâm ümmetçiliğini gösterecek hiç bir halleri kalmadığı için, “Bir millete benzemeye çalışan kimse, onlardan olur.” [Bkz. Sehâvî, Şemsüddîn Ebû'l-Hayr Muhammed b. Abdirrahman (v. 902), el-Makâsıdu'l-hasene fî beyâni kesîrin mine'l-ehâdîsi'l-müştehira alâ'l-elsine, s. 407, H. no: 1101, Mısır, 1375/1956] hadis-i şerifinin iktizasınca o adamların kefere zümresine iltihak etmiş olduklarına kat’i bir surette hükmolunur. Bu hakikati açıklamak için bir misal vermek isterim. Her devletin özel alâmetleri içeren bir çeşit bayrağı vardır ki, o bayrak hangi vapurun, zırhlının, tayyarenin, mektebin, binanın üzerinde bulunursa, o devletin olduğuna hükmolunur. Mesela bizim Yavuz zırhlısı bütün müştemilatı itibariyle İngiliz, Alman ve Fransız zırhlılarına benzediği halde yalnız şanlı bayrağının alamet-i farikasıyla onlardan ayrılır. Bu alameti görenler bizim zırhlımız olduğuna hükmederler. Başka devletlerin bayrağının bizim zırhlıya çekilmesi siyaseten, örfen, âdeten ve kanunen yasaktır. Onun için bunun mürtekibi, hıyanet-i vataniyye, cinayet-i milliyye ve ecnebi taraftarlığı suçuyla itham edilerek idamına hükmolunur. Bunun için medeni memleketlerden hiç birisinin bayrağını bizim vapurlara, zırhlılara çekmek suretiyle onları taklit ve teşebbühe yeltenmeye hiç bir kimse cesaret gösteremez.

İşte bunun gibi “Bizden başkasına benzeyen, bizden değildir” [et-Tirmizî (v. 279), el-Câmiu’s-Sahîh (Sünenu’t-Tirmizî), İsti'zân, 7, H. no: 2695; Elbânî Sahîhu’l-Câmi‘, H. no: 5434 ] hadis-i şerifi ile Müslümanların, şiar ve alamet-i küfürde gayr-i müslimlere benzemeye yeltenmeleri yasaklanmıştır. Binaenaleyh bizim zırhlıda başka devletlerin bayrağını görenler o zırhlının bizim olmadığına hükmedecekleri gibi şapka, haç ve sair küfür alameti giyen ve takanların İslâmî kimlikten çıkıp kâfirler sınıfına iltihak etmiş olduklarına hükmederler.

Fukaha-i Kiram Hazerâtı, Mecusi kalensüvesi giyen kimsenin küfrünü açıkladıkları halde Yahudi kalansüvesinden bahsetmiyorlar. Bunları giyinmek küfrü gerektirmez mi diye sorulursa cevap olmak üzere deriz ki, şer’-i şerif nazarında küfr, tek bir millet sayıldığı için, küfür alametleri arasında fark yoktur.

Binaenaleyh, gayr-i müslim unsurlardan hangisi olursa olsun, onların âdeti olan şeyleri giyinmek, takınmak, kuşanmak, sahih kavle göre küfürdür. “Bizden başkasına benzeyen bizden değildir. Yahudi ve Hristiyanlara benzemeyiniz.” [Tirmizî, Kitabu’l-Libâs, Boyanma mevzuunda Gelen Hadisler Babı, H. No: 1752, c. 4, s. 232] hadis-i şerifi gayr-i müslim milletlere mahsus olan şiar ve alamet arasında şer’an fark olmadığına delildir.

Şapka, zünnâr, haç gibi küfür alâmetinden sayılan şeyleri giyinmekle, şer’an yapılması emrolunan şeyleri, mesela namaz ve zekâtı terk ve nehyedilen şeyleri, mesela zinayı, hırsızlığı yapmak arasındaki fark nedir ki, evvelkiler küfür alameti ve tekzib emaresi sayıldığı halde ikinciler sayılmıyor diye bir soru ortaya çıkarsa cevap olarak deriz ki;

Vakıa ikinciler de evvelkiler gibi şer’an yasak iseler de, nefsî heves ve arzular, bunları yapmaya fıtraten meyillidirler. Onun için şehevi kuvvetleri akıllarına galip gelen insanlar dinen yasak olan nefsani arzuları yerine getirmekten uzak değildirler. İşte bunun için Peygamberimiz (s.a.v.) onları tekzib alâmeti saymamıştır.

Fakat küfür ehline ait olan âdet ve alâmeti işlemek için böyle bir özür ve fıtri bir meyil yoktur. Zira bu esasen nefsin arzu ve meyil ettiği arzulardan değildir. Şu halde bunu işlemeye sebep akîde bozukluğundan başka bir şey olmadığı için İslâm, şer’i yasakların bu kısmını küfür alameti ve inkâr belirtisi saymakla bunları işleyenin küfrüne hükmetmiştir.

Fukahâ-i kiram hazeratı, “Bir meselede doksan dokuz ihtimal küfre ve bir ihtimal de küfür olmadığına olursa ikinci cihet, yani küfürde olmama ciheti tercih olunmak suretiyle fetva vermek gerekir. Zira küfür büyük cinayet olduğundan küfürde olmama cihetinde bir ihtimal varken tekfir cihetine gidilmesi uygun olmaz.” [Bkz. İbn Âbidîn] diyorlar. {Müslümanı lânetlemenin, onu tekfir etmenin ne derece büyük bir cürüm / suç olduğunu Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v.) şöyle ifade buyurmuşlardır: “Bir mü’mini lânetleyen onu öldürmüş gibidir, bir mü’mini küfürle itham eden onu katletmiş gibidir.” [Buharî, Sahih, Edeb, 44] “Bir kimse bir kimseyi fâsıklık ve kâfirlikle itham etmesin / suçlamasın. Suçladığı kimseler fâsık ve kâfir değilse, bu sıfatlar kendisine döner (kendisi fâsık veya kâfir olur).” [Buhari, Sahih, Edeb, 44] H.E.}

Şu halde buna nazaran küfür alametlerini irtikab edenler nasıl tekfir olunabilir, diye sorulursa cevapta deriz ki;

Fukahâ-i kirâm hazeratının bu sözleri, [kişinin, konuşulan] meselede 'küfürde olmama ihtimali' bulunmasına göredir. Böyle bir ihtimal bulunmadığı takdirde, icmâ ile küfür üzere fetva verilmesi icap eder. Bununla beraber fukahânın bu sözleri esasa değil, ihtiyata dayanarak söylenmiştir. Mesele iman ve küfre müteallik olduğundan gayet mühimdir. Onun için bir meselede küfre, doksan dokuzda değil, hatta bir ihtimal bile olsa aklı başında bir Müslüman böyle tehlikeli bir şeye cür’et etmemelidir. Zira o bir ihtimal, aslında küfrü gerektirebilir. Müslüman için en muteber ve en kıymetli olan, iman ve İslâmî meselelerinde küfür şüphesi olabilecek şeylerden sakınmalarını din kardeşlerimize tavsiye eder ve “Dilediğinizi işleyiniz, Allah amelinizi görüyür.” [Tevbe suresi, 10/59] âyetinin yüce manasına Müslüman kardeşlerimizin dikkatini çekerim. “Ey görüş sahipleri ibret alınız,” [Haşr suresi, 2] Ve selâm Cenab-ı Hakk’a tâbi olanlara olsun. Her hâl ve vakitte hamd, Âlemlerin Rabbine ve salat u selâm, Peygamberlerin efendisine ve onun âline ve ashabına olsun. Amin... [A.g.e. ve m., 10 Zilhicce Sene 1342 – 12 Temmuz sene 1340 /1924]

 

 

Go to top