Hicret'ten alınacak dersler: Abdullah bin Uraykıt’ın rehberliği

Hicret sırasında Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz’in dikkat çeken önemli uygulamalarından biri, müşrik olan Abdullah bin Uraykıt’ı kendisine kılavuz seçmesidir. (Kaynaklarda, sonradan Müslüman olduğuna dair bir bilgiye de -maalesef- rastlayamadık.)

Niçin bir Müslümanı değil de müşrik birilerini kılavuz ediniyor?

Çünkü Hicret’ten on yıl sonra Mekke’de inen ayet şöyledir:

Haberiniz olsun ki Allah size şunları emrediyor: Emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz vakit adaletle hükmetmenizi emrediyor. Şüphesiz Allah Teâla bununla size ne güzel va'z (öğüt) veriyor. Muhakkak ki Allah semi‘, basîr’dir. (sözlerinizi, hükümlerinizi hakkıyle işitici, bütün yaptıklarınızı tamamiyle-kemâliyle görücüdür). [Nisa suresi, 58]

Yani ölçü ehliyettir; kişinin dini değil, o işe ehil olup olmadığıdır.

***

Öncelikle şu hususu belirtelim:

Hicret, yalnızca Rasûlullah Efendimiz’in Mekke-i Mükerreme’den Medine-i Münevvere’ye teşrifi ile sınırlı bir hadise değildir. Onu sosyal bir gereklilik, epey sıkıntılı bir yerden sıkıntısız bir yere gitme arzusu şeklinde düşünürsek (algılarsak) Efendimiz’e saygısızlık yapmış oluruz. Ayrıca Müslümanların ilk hicreti Habeşistan’a yapılandır. Mekke’de müşriklerin baskıları katlanılmaz bir hal alınca, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in müsaadesiyle Cafer-i Tayyar hazretlerinin de içinde bulunduğu bir grup Müslüman, Habeşistan’a hicret etmiştir. Çünkü Habeşistan adaleti esas alan bir kral tarafından yönetiliyordu.

Bu da gösteriyor ki, adalet çok esaslı bir hususiyettir, Allahu Teâla adaleti merkez alıyor. Efendimiz’in adalete vurgu yapan bir iltifatı vardır. “Ben âdil bir hükümdar zamanında doğdum ve âdil bir hükümdar ile birlikte yaşıyorum” buyurur. Efendimiz’in işaret ettiği birinci hükümdar İran hükümdarı Nûşirevân’dır, ikincisi ise Habeşistan kralı Necâşî’dir. Adaletle hükmeden bu iki hükümdar ehl-i iman mıydı sorusunda çok şey söylenebilir, ama adaletle hükmetmeleri bütünüyle iman dışı değildir. Efendimiz’in Necâşî’nin cenaze namazını gıyaben kılması da bu açıdan önemlidir; Necâşî’yi bizim için “Hazret-i Necâşî” kılan bir işarettir. Efendimiz O’nu hem adaletli bir hükümdar olarak değerlendirmiş, hem de gıyaben cenaze namazını kılmıştır. (Hatta Hz. Ümm-i Habîbe Validemizle olan nikâh ahdinde Necâşî’ye vekâlet vermiştir. Daha sonra babası Ebu Süfyan da hidayetle şereflenmiştir.) Allahu Teâla Rabbü’l-âlemin’dir, sadece Rabbü’l-Müslimîn değil... Dolayısıyla Nûşirevân ve Necâşî’nin de Rabb’idir.

Hâsılı, zulümle pâyidar olan bir Müslümandan bahsedemeyiz, ancak adaletle hükmeden bir gayrimüslimin pâyidarlığı mümkün olabiliyor. Mesela Efendimiz’in bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurduğu ifade ediliyor:

Şu adamların kâfir olarak ölmesine çok üzüldüm. İyi bir şair olduğundan İmraü’l-Kays, âdil olduğu için Nûşirevân, cömert olduğu için Hâtem-i Tâî, amcam ve bana çok iyiliği olması hasebiyle Ebû Tâlib…”

Doğrusu, Ebu Tâlip hakkında net bir şey söylemek haddimize değildir. Çünkü Fahr-i Kânita Efendimiz Ebu Tâlib’in vefatına ağlamıştır. Elbette ki insan beşer olarak amcasının vefatına üzülür, ama sanki Efendimiz’in Ebu Talib’in vefatına ağlaması sadece amcası olması sebebiyle değildir. Dolayısıyla Efendimiz’in hayatında iyi bir yer almış olan isimler hususunda hassas olmak gerekiyor.

***

Müslümanların Habeşistan’a olan birinci hicretlerinden sonra yine Efendimiz’in müsaadeleriyle Medine-i Münevvere’ye olan münferit hicretler olur. Bunlar Efendimiz’in hicretinden öncedir. O kadar çok münferit hicret olmuştur ki, Efendimiz hicret ettiğinde Mekke’de pek az Müslüman kalmıştı. Mesela, bu münferit hicretlerden biri Hz. Ömer’in hicretidir. Kâbe avlusundaki müşriklerin içine dalıp;

Ben Medine’ye gidiyorum. Karısını dul, çocuklarını yetim bırakmak isteyenler, takip edip mâni olmaya kalkışabilirler!” diye meydan okuyarak hicret etmiştir.

Efendimiz 26 Saferde hicret ettiğinde, kendisine duran bazı emanetleri Hz. Ali’ye teslim ediyor. Bu husus da önemlidir. Mekkeli müşrikler bir taraftan Rasûlullah Efendimize Mekke’de hayat hakkı tanımıyorlar, diğer taraftan O’nu en güvenilir biri olarak görüyor ve emanetlerini O’na bırakıyorlar. Akılları O’nu emin ve güvenilir buluyor, ama kibirleri kendisine iman etmeye mâni oluyor. İşte Peygamber Efendimiz Medine-i Münevvere’ye Hicret edeceği için kendisinde duran Mekkeli müşriklere ait bu emanetleri Hz. Ali’ye bırakıyor.

Yukarıda da belirttiğimiz üzere Efendimizin hicret yapacağı akşam Hz. Ali’nin O’nun yatağına girmesi üzerinde de durmak gerekiyor. Bu iman ve sadakat bize çok şey söylüyor. Bu muhabbetin, hürmetin ve fedakârlığın en hakikatli ifadesi, cânını cânâna feda örneğidir. Müşrikler Efendimiz’in evini basıyorlar. Yorganı kaldırdıklarında orda yatanın Hz. Ali olduğunu fark ediyorlar.

Hicret sırasında Efendimiz’in bir başka önemli uygulaması du şudur:

Gene başlarda ifade ettiğimiz gibi Efendimiz bir müşrik olan Abdullah bin Uraykıt’ı kendisine kılavuz seçiyor.

Niçin?

Çünkü Hicret’ten on yıl sonra Mekke-i Mükerreme’de inen ayette Mevlâ-yi zû’l-Celâl, “Emaneti ehline veriniz! [Nisa suresi, 58]” buyuruyor.

Efendimiz (s.a.v.) ise zaten her zaman emaneti ehline vermiştir. Abdullah bin Uraykıt, yıldızlara bakarak yolu tayin edebilecek kadar yol rehberliği anlamında ehil birisiydi. Efendimiz onun müşrikliğine bakmadan ehil oluşunu esas almıştır. Hicret’ten alacağımız derslerden birisi de budur. İnsanlar arası münasebette esas olan, emaneti ehline vermektir. Evini yapacaksan, bu işi en iyi yapan ustayı bulacaksın. Din, Allah ile kul arasında mânevî râbıtadır. Elbette din kardeşliği çok önemlidir ama Rabbimizin emri gereği iş, din kardeşine değil yalnız ve yalnız ehil olana verilir. Müslüman’ın vazifesi de ehil olmaktır; ne iş yapıyorsa adalet, ehliyet ve doğruluk üzere yapmalıdır.

Nihayet hicret yolculuğuna çıkılıyor. Saferin 26’sında, bir Perşembe akşamı yola çıkılıyor. Miladî olarak günlerden 9 Eylül’dür. Mehtabın en zayıf olduğu bir zaman…

Zira Efendimiz hayatının bütün safhalarında / dilimlerinde aynı hassasiyete sahiptir. Hicret de bu anlamda bize çok ipucu veriyor. Fahr-i Âlem (s.a.v.) Efendimiz Hicret’te de bambaşka bir strateji uyguluyor; rehberlik mevzuunda kişinin dinî kimliğine bakmadan ehil olan birini ve en doğru vakti seçiyor. Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere arasında takip edeceği yolu da belirliyor. Medine Mekke’nin kuzeyindedir, ama o Mekke’nin güneyine doğru yolculuğu başlatıyor. Güneyde duran Sevr Mağarası’na uğruyor, sonra bir ‘U’ çizerek önce batıya sonra kuzeye yöneliyor.

Efendimiz’i korumak maksadıyla Hz. Ebubekir’in Sevr Mağarası’nın deliklerini ayağıyla kapatması, müşriklerin mağaranın kapısına kadar gelip kendilerini görememeleri, örümceğin ağ örmesi, Peygamber Efendimiz’in; “Mahzûn olma / üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir!” [Tevbe suresi, 40] demesi, Süreka’nın atının ayağının kuma saplanması, Ümm-i Ma‘bed’in Efendimizin cemâl-i bâ-kemâlini Ebu Ma‘bed’e anlatması, Kuba’da kasideler, deflerle karşılanmaları ve böylece Hicret-i Nebî’nin her safhası, her noktası derslerle doludur. [Kaynak: İnançer, Ömer Tuğrul; Muhabbet Peygamberi, İstanbul, 2010, s. 47-50]

Go to top