Selamün aleyküm hocam, ‘Peygamberler masumdurlar, veliler ise mahfuzdur’, sözünün açıklaması nedir, bununla ilgili bilgi verebilir misiniz? Emced Gürbüz - Şanlıurfa

*******

Ve aleyküm selam kardeşim;

Dilerseniz zikri geçen sözün açıklamasından önce ma‘sum ve mahfuz mefhumlarının tahlilini görelim, sonra da izaha geçeriz. 

Ma‘sum kelimesi Arapça bir sıfattır. Kelime olarak suçsuz, günahsız manasınadır. Peygamberliğin sıfatlarından biridir. Peygamberler (aleyhimüsselam), bizzat Allahu Teâla tarafından günahlardan uzak tutulup işlemekten sakındırıldıkları ve işlemelerine izin verilmedikleri için ma‘sum yani günahsızdırlar. Peygamberlerden başka kimse ma‘sum (ismet sıfatıyla muttasıf / sıfatlı) değildir; yanılabilir, hatâ edebilir. Peygamberliğin sıfatlarından olan ma‘sum oluş, akaid ve ilmihâl kitaplarında daha çok ‘ismet’ tabiriyle ifade olunmaktadır. Peygamberliğin diğer sıfatları ise; sıdk, emânet, tebliğ, fetânet’tir.

Mahfuz mefhumu / kavramı da, hıfz masdarından muştak olup gene Arapça bir sıfattır. Saklanmış, korunmuş, hıfzolunmuş, gözetilmiş, gizlenmiş, ezberlenmiş mânâlarınadır. [Bkz. Muhtelif Kamus, Mu‘cem ve Lûgatler]

Bu durumda söz konusu cümlenin mânâsı kısaca şöyledir: Allahu Teâla, peygamberlerini (aleyhimüsselâm) günah işlemekten koruduğu gibi, velî kullarını da günah işlemekte ısrar etmekten korur. Peygamberin korunmasına ismet (ma‘sumluk), Velînin bu şekilde korunmasına hıfz, onu koruyan Allah’a (c.c.) hâfız, korunan velîye de mahfûz denir[Bkz. Muhammed A‘lâ b. Alî b. Muhammed Hâmid et-Tehânevî el-Fârûkī (d. ? - v. 1158/1745) Keşşâfü Istılâhâti’l-Fünûn ve’l-Ulûm, 3, 311]

*** 

Hâsılı, mutlak manada insan, hatalardan pâk ve mahfuz değildir. Ademoğlu filasıl kusurludur ve hataya açıktır. Sadece peygamberler (aleyhimüsselam) ma‘sum ve evliyalar da mahfuzdurlar.

Nitekim hadis-i kudsî ve hadis-i şeriflerde buyrulmuştur ki:

Bütün ademoğulları günahkârdır, günahkârların en hayırlıları ise tevbe edenlerdir.” [İbn Mâce, Sünen, Zühd, 30]

Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helak eder ve yerinize, günah işleyip, peşinden tevbe eden kullar yaratırdı.” [Müslim, Sahih, Tevbe, 9-11]

Kusurlular arasında en iyiler ise, kendilerini gözden geçirenler ve hatalarında ısrar etmeyip aksine bunları yukarıya yükselme vesilesi ve merdiven kılanlardır. Böylece kusuru ve bunu itirafı onu dinamik kılar; nedamet, tevbe ve istiğfara sevk eder. Tashih ve tekâmüle yönlendirir. Statiklikten kurtarır, dinamik hale getirir. Hatalarından ders alarak tekâmül çizgisini benimser ve terakkî yolunu yakalar. Eskiler bu mealde çok güzel sözler söylemişler. Bunlardan biri, Tâlibî mahlaslı bir şairimize aittir. Şöyle diyor:

Çeşm-i insâf gibi ârife mîzân olmaz

Kişi noksanını bilmek gibi irfân olmaz

Günümüz Türkçesiyle şu demek: İnsaf ile âdilâne bakan göz gibi terazi olmaz / Kişinin kendi kusurunu bilmesi irfânın ta kendisidir.

Yusuf Has Hâcib (r.aleyh. d. M.S. 1017-1019 / v. 1077) ise meşhur ve muhallet eseri Kutadgu Bilig’de meseleyi şöylece nazm etmiştir:

Andan yeğrek ne vardır kişi bile kendüzün

Kendüzün bilen kişi kamulardan ol güzin

Şu demek: Kişinin kendisini bilmesinden üstün ne olabilir! / Kendini bilen herkesten yüce bir mevki elde eder, seçkin olur.

Tabiî kendini bilmek, kişinin acziyetini itiraf ile kendi kusurlarını bilmesi de demektir.

Kusurunu-günahını itiraf etmeyen insan -tabiri caizse- manevi tekâmül ve terakkî kanunlarına aykırı hareket eden kişi demektir. Böylesi ya yerinde sayar ya da enâniyeti sebebiyle ayağı kayar ve Allah korusun esfel-i sâfilîne düşer!

Yukarıda da ifade olunduğu üzere, sadece Peygamberler yani enbiya ve rasûller (aleyhimüsselâm) ma‘sum, evliyaullah (k.esrarahum) da mahfuzdur, denilmiştir. Şu halde, hata-kusur ve günahlarında ısrar eden bir kimse velî değil; şeytan ve nefsi tarafından aldatılıp kandırılmış ve esir alınmış bir kimsedir. Çünkü hıfz, Allahu Teâla’nın velî kulunu hata ve günahta devam veya ısrar etmekten muhafaza etmesi, günah işleyince de tevbe nasip etmesidir. Enbiya için ismet (ma‘sum olma) ne ise evliya için de hıfz odur. Yani peygamberler ma‘sum, velîler mahfuzdurlar[Bkz. Abdülkerim Kuşeyrî (376 / 986 – 465/1072), Risâle, 426]

*** 
Allahu Teâla’nın dostluğunu kazanmış vera’ ve takvâ sahibi bir mü’min olan velînin de beşer olması itibariyle günah işlemesi mümkündür. Cüneyd-i Bağdâdî (k.s.) hazretleri, “Velî zina eder mi?” sorusu karşısında bir süre düşündükten sonra, “...Allah’ın sünneti (kanunu) böyle ve Allah’ın emri biçilmiş bir kaderdir:” [Ahzâb suresi, 38] meâlindeki âyeti okuyarak bunun mümkün olduğuna işaret etmiştir[Kuşeyrî, Risale, s. 526] Ancak velînin günah işlemeye devam etmesi düşünülemez.

Bir velînin günahsız ve hatasız kabul edilmesi mümkün değildir; aksi takdirde velî, peygambere eşit duruma getirilmiş olur. Fakat onun avam gibi sık-sık günah işlemesi de salâh ve takvâ sıfatına aykırıdır. Mutasavvıflar, takvâ mevzuundaki hassasiyetini sürdürmesi şartıyla velînin Allahu Teâla’nın koruması altında bulunacağı görüşündedirler. “…O (Allah) hep sâlih kullarına velîlik eder (onlara sahip çıkar, işlerini üstlenir, koruması altında tutar)” [A‘râf suresi, 196] meâlindeki âyetle şeytanın, Cenab-ı Hakk’ın dostu olan kulları azdıramayacağını belirten [Hicr suresi, 42; Nahl suresi, 99; İsrâ suresi, 65]… Ve günah işlemekte ısrar etmeyenleri medh u senâ eden (öven) [Âl-i İmrân suresi, 135] âyetler, tasavvuf ehlince velîlerin mahfuz olduğuna delil olarak gösterilmiştir.

Kelâbâzî’ye (rh. d. ? - v. 700/1300) göre, peygamberin ma‘sum olması gibi velî de mahfuzdur; şeytan onu azdıramaz [et-Taarruf, s. 75, 99] Hucvîrî (rh. d. ? – v. 465/1072) de benzer görüşleri tekrar eder. Kuşeyrî’ye (rh.) göre velîlerin peygamberler gibi tamamen günahsız olmaları zaruri / zorunlu değildir; fakat sürekli olarak yanılma, yanlış ve günah üzerinde ısrar etmemeleri velâyetin gereğidir, mahfuz olmanın manası da budur. Hatta bu anlamda velînin mahfuz olması şarttır. Zira dinî hükümlerle çatışan kişi velî olmak bir yana, tam bir aldanmışlık ve gaflet içindedir. [Risâle, s. 519-520] Bâyezîd-i Bistâmî’ye (k.s.) bazı velî kullardan bahsedildi. Mescidde bulunan bu zatların çıkışını beklerken içlerinden biri, Kıble yönüne tükürdü. Bunun üzerine Bâyezîd hazretleri onlara selam bile vermeden dönerek şöyle dedi:  “Bu adam şerîatın âdabıyla edeplenmemiş. Nasıl olur da Hakk’ın sırlarına vakıf (bir velî) olmuş olur” diyerek onun bu hâlini velî olamayacağının bir delili kabul etmiştir. [A.g.e., s. 81]

***

Velîler, nefislerini ne kadar tezkiye etseler / arındırsalar yine de kendilerinde, “bakıyye-i nefs” denilen bir parça nefsânî arzu kalır. Nefsin arzusu ve şeytanın vesvesesi sebebiyle nâdiren günah işlemesi mümkün olan velî, bu durumda şiddetli bir pişmanlık duyup derhal tevbe etmelidir. [Hakîm et-Tirmizî, s. 402]

Tasavvuf erbabından bazıları, velîlerin cezbe ve sekr halinde iken bile ilâhî koruma altında bulunduklarını, bundan dolayı dinin emir ve yasaklarına aykırı hareket etmeyeceklerini söylemişlerdir. Menkıbeye göre Ebû Abdullah et-Türûğbezî (k.s.), kıtlık ve açlığın hüküm sürdüğünü duyunca, halka olan şefkatinden şuurunu yitirmişti. Fakat, bu halde iken namaz vakti girince şuuru yerine geldiği için bu emri ifa eder, sonra önceki haline dönerdi. Bu rivayeti aktaran Kuşeyrî hazretleri [er-Risâle, s. 206] hadiseyi, Ebû Abdullah’ın dinî hükümler hususunda Allahu Teâla’nın koruması altında bulunduğu ile ifade etmekte (yorumlamakta); ayrıca bu velînin, kıtlıktan acı çeken halkın durumuna üzülmekten dolayı şuurunu kaybedecek hale gelmesini, “hakikat ehli”nden olmanın en büyük özelliği olarak göstermektedir.

İlk devir tasavvuf âlimleri ekseriyetle keşf ve ilhamın vahiy gibi kesin olmadığını, velînin keşfinde hata bulunabileceğini ifade ederlerdi. Ancak Hakîm et-Tirmizî’den (rh. d. ? - v. 932) itibaren bazı mutasavvıflar bu hususta farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Hakîm hazretlerine göre “mükellem” ve “muhaddes” denilen keşf ve ilham sahibi, bulunduğu derecenin hakikatine erince artık nefsin kuruntusundan korkup kaygılanmaz... Şeytan peygambere gelen vahyi bozamadığı gibi, nefsin kuruntusu da keşf ve ilhamı bozamaz… İlham da vahiy gibi koruma altındadır. [Sülemî, (325-412 / 936-1021) s. 220] Bu görüş, özellikle İmam Gazâlî ve İbnü’l-Arabî (k.sırrahuma) gibi mutasavvıf âlimler tarafından desteklenmiş, velîlerin bazı mertebelerde ilham yoluyla aldıkları bilgilerde yanılma olmayacağı kabul edilmiştir. [İhyâu Ulûmiddîn, 3, 14, 17; el-Fütûĥât, 3, 335] Müridin firâseti zan olabilir ama, âriflerin firâseti hakikattir[Kuşeyrî, s. 484] Nitekim bazı velîlerin tam isabet kaydeden ve hiç şaşmayan bir firâsete sahip olduğuna inanılır. Şah b. Şücâ-ı Kirmânî (k.s.) bunlardan biridir. [A.g.e., s. 483]

Şer’î hükümlerin zâhir ve bâtınının isbatı, keşif ve ilhamın dindeki yeri ile alakalı detaylı bilgi için lütfen bkz.

http://halisece.com/akaid/421-seri-hukumlerin-isbati-ve-ilhamin-dindeki-yeri.html

http://halisece.com/tasavvuf/21-rabita1/123-zahiri-ve-batini-ilimler.html

http://halisece.com/sorulara-cevaplar/2188-evliya-kutub-ve-gayb-bilgileri.html

http://halisece.com/sorulara-cevaplar/3298-ledun-ilmi.html

Velîlerin dinî ve ahlâkî davranışlarında ilâhî bir koruma altında olduklarına inanan maneviyat ehli (bâtın âlimleri), onların söyledikleri sözler itibariyle de bu korumanın geçerli olduğunu, “şathiyyât” denilen ve ilk bakışta şeriata aykırı gibi görünen ifadelerin aslında dine aykırı olmadığını ifade etmişlerdir. [Ankaravî, Minhâcü’l-fukarâ, Bulak 1256, s. 100]

N e t i c e

Tasavvuf âlimlerinin ikaz ve hatırlatmaları:

Velîler, günah işleseler bile bunda ısrar etmezler. Eğer bir velîden kusur sadır olursa, bu durumda mü’minlerin, hele ki o hata eden kişi şeyh ise müntesiplerinin yapması gereken; onun hatalı ve günah olan fiillerini kalben kabul ve tasvip etmemek, ancak isyan da etmeyip (baş kaldırıp karşı çıkmayıp), onu halleriyle başbaşa bırakarak hakkında hayır-dua etmektir. Âdaba uygun olan budur. Nitekim Hz. Mûsâ ve Hızır (aleyhimesselâm) kıssasına dair âyetler [Kehf suresi, 68-82] buna delildir. [Bkz. Kuşeyrî, s. 74; Alâüddevle-i Simnânî, s. 193; Ayrıca bkz. Mehmed Fevzî Efendi, Aynü’l-Hakîka (Sitede sağ köşede), Bel’âm b. Bâûrâ ve Şeyh San’a Vak’aları; TDVİA, Hıfz Maddesi]