Allahın zatının nûru varmış yani allahın zatının ışığı var deniliyor bu nasıl oluyor allah hiç bir şeye benzemez diye ayet var nedir bu allahın zatının nûru hocam?  

Soru: Ferhat tarafından yazıldı. Kategori: Soru - Cevap

*******

Selamün aleyküm.

Değerli kardeşim;

Öncelikle ifade edelim ki; Allah’ın zâtının nûru varmış değil, muhakkak ki Allâhu Teâla’nın zâtının nûru vardır; bunu, şüphe ve tereddüt kokan ‘mişli geçmiş zaman’ dilimiyle ifade etmek, bir mü’min için yakışık almaz.

Keza sıfâtının, esmâsının ve ef’âlinin de nûru vardır. Ancak O ve O’nun nûru hiçbir şeye benzemez. Yani nûr vasfı Allah celle celâluhu’ya nisbet edilip O’nun sıfatı olduğu zaman, Zâtı ve diğer sıfatlarının benzersizliği gibi elbette hiçbir yaratılmış o nûra benzemez, benzetilemez. Bu berzersizlik, sizin de işaret ettiğiniz gibi, Kur’an-ı Kerim’in beyanıyla sabittir:

“…O’nun misli (bir yana),  benzeri gibi (dahi) bir şey yoktur ve O öyle Semî‘, öyle Basîr’dir (her şeyi hakkıyla-kemaliyle-tamamiyle-eksiksiz-kusursuz işitir ve görür). [Şûra suresi, 11]Ona bir küfüv de olmadı (hiçbir şey O’nun dengi ve benzeri değildir). [İhlâs suresi, 4]

***

“Allah, Semâvât ve Arz’ın nûrudur”

Evet, güneşin ışığı nûrdur, ayın ışığı nûrdur, gündüzün aydınlığı nûrdur, meleklerin aslî unsuru / hamuru nûrdur. Ancak Cenab-ı Hakk’ın ezelî nûru, bu nûrlardan hiçbirine benzemez.

استعيذ بالله بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ:Allah, Semavât ve Arz’ın nûrudur.” [Nûr suresi, 35] ayet-i celilesinde bahse mevzu olan nûr ifadesi gösteriyor ki, kâinattaki güneş, ay gibi maddî; akıl, fikir ve hidâyet gibi manevî bütün nûrların münevviri (tenvir edip nûrlandıranı, aydınlatıp parlatanı) Allahu Teâla’dır.

İmam Gazali (rh.) hazretleri, bu ayetle ilgili olarak “Mişkâtü’l-Envâr” ismiyle müstakil bir eser te’lif etmiştir. Nûr sûresi, bu sûredeki otuzbeşinci ayetten ismini almıştır. Bu ayet, Allah'ın (c.c.) göklerin ve yerin nûru olduğunu bildirmekte, o nûrunu bir temsil ile açıklamaktadır. Fakat sadece meale bakarak, hatta bazı tefsirlere müracaat ederek bu ayetin ne demek istediğini anlamak hakikaten zordur, hatta muhâldir. Ama dilerseniz önce ayetin tamamını ve meâlini bir görelim, sonra da açıklamasına geliriz.

اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ مَثَلُ نُورِه۪ كَمِشْكٰوةٍ ف۪يهَا مِصْبَاحٌۜ اَلْمِصْبَاحُ ف۪ي زُجَاجَةٍۜ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّيٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ لَا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍۙ يَكَادُ زَيْتُهَا يُض۪ٓيءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌۜ نُورٌ عَلٰى نُورٍۜ يَهْدِي اللّٰهُ لِنُورِه۪ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَيَضْرِبُ اللّٰهُ الْاَمْثَالَ لِلنَّاسِۜ وَاللّٰهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌۙ

Meali: “Allah göklerin ve yerin nûrudur. Nûrunun meseli şuna benzer: İçinde lamba olan bir mişkât var. Lamba bir cam içinde... O cam, sanki inci gibi parlayan bir yıldız. Mübârek bir ağaçtan tutuşturulur. Bir zeytinden ki, ne şarkîdir, ne de garbî... Onun yağı, neredeyse ateş dokunmadan ışık verir. Nûr üstüne nûr(dur). Allah nûruna dilediğini hidayet buyurur (ona kavuşturur)… Ve insanlar için meseller getirir. Allah her şeyi (hakkıyla, tamamiyle, kemâliyle) bilendir.”

Bilindiği üzere her türlü aydınlık ve parıltı için “nûr” tabir edilebiliyor. Filasıl “nûr” kelimesi, karanlığın zıddı bir mânâ taşır. Karanlık farklı farklı olduğu gibi, nûr da farklı farklıdır. Meselâ, yokluk bir karanlıktır, küfür bir başka karanlık. Evham (vesveseler-kuruntular) bir karanlıktır, cehalet başka bir karanlık… Diğer taraftan, varlık bir nûrdur, iman bir başka nûr. İlim-irfân bir nûrdur, hakikat bir başka nûr…

Nûr, ilmî ifadesiyle “bi-zâtihî zâhir, li-ğayrihî muzhirdir.” Yani nûr hem kendini, hem de başkalarını gösterir. Meselâ, güneşin ışığı hem güneşi, hem diğer varlıkları gösterir. Göz nûru bizi eşyaya muhatap eder. Akıl nûru ise, bizi eşyanın hakikatına ulaştırır.

***

Allahu Teâla’ya ‘Nûr’ denilmesi

Nûr ayetiyle ilgili olarak önce Allah’a “Nûr” denilmesini ele alalım.

Allah’a ‘Nûr’ denilmesi hakiki midir, yoksa mecâzi midir?’ sorusuna ulema farklı cevaplar vermişlerdir. Nitekim İmam Gazalî’ye (rh.) göre hakiki nûr Allah’tır. Bu kelimenin başkaları hakkında kullanımı mecâzîdir. Allahu Teâla li-zâtihî ve bi-zâtihî nûrdur. Bütün nûrlar O’ndan gelir. Bu nûrlar, mahlûkata Allah (c.c.) tarafından onlara emanet ve ödünç olarak verilmiştir.

Fahruddîn-i Râzî’nin (rh.) “Mefâtîhu’l-Ğayb“ında ve daha birçok tefsirde, yukarıda zikredilen ayet [Nûr suresi, 35] üzerinde durulurken, bu mesele genişçe tetkik edilmiştir. Bunlar özet olarak şöyledir:

Zikredilen ayet-i kerimeyi “Allahu Teâla göklerin ve yerin münevviri (nûrlandırıcısı)dir” tarzında tefsir etmek doğru ise de, eksiktir. Zira her nûrlandırıcı, “nûru var eden” değildir. Oysa Allahu Teâla nûru var edendir. [En’am suresi, 1] Dolayısıyla doğrusu şöyle demektir:

Allahu Teâla göklerin, yerin ve diğer bütün mahlûkatın olduğu gibi, “nûr“un da var edicisidir. Bu ayetteki “nûr” kelimesi ise mecâz anlamındadır. Her tabakadan müfessirin bu kelimeyi “müdebbir”, “münevvir”, “müzeyyin”… gibi kelimelerle tefsir etmesi, “nûr” kelimesinin Kur’an-ı Hakîm'de daha başka müsemmâlar (ad verilmiş, adı olanlar) hakkında kullanılmış olmasından da anlaşılacağı gibi -Allahu a‘lem- tek doğru tefsirdir.

Son devir müfessirimiz Muhammed Hamdi Yazır merhum da, İmam Gazalî’nin (rh.) Mişkât’ından iktibas ettiği cümlelerden sonra “Gazali’nin bu nûrlu sözleri hoştur” diye ifadeye başlar… Ardından da Allah (c.c.) hakkında “nûr” denilmesinin mecâz olduğunu söyler.

Ancak ehlince mâlum olduğu üzere, isimde müşâreket mahiyette aynı olmayı gerektirmediğinden, Cenâb-ı Hak için “Nûr” ismini hakikat olarak kabulde bir beis olmasa gerektir. Nitekim ekser âlimler;

Samed", “Kuddüs”, “Nûrgibi Allah’ın zatına mahsus isimlerin insanlar için kullanılmasını uygun görmezken, “Kerim”, “Cemil”, “Celilgibi isimlerin kullanılmasını caiz görmüşlerdir.

Meselâ, “Allah cömerttir” deriz. “Cömert” kelimesini insanlar için de kullanıyor olmamız, Allahu Teâla hakkında kullanmamıza engel değildir. Şüphesiz biliriz ki, hakiki cömert Allah’tır; kendi hazinesinden verir, hem herkese verir. “Cömert” dediğimiz insanlar ise Hz. Mevlâ’nın hazinesinden verir, hem de sınırlı şekilde ve sınırlı kimselere verirler. Bunu, güneşten aldığı ışığı her şeye yansıtan aynaların durumuna benzetebiliriz. Gerçi aynalarda bir parlaklık vardır; fakat bu parlaklık, kendilerinden olmayıp gökteki güneştendir.

Sözün burasında “cömertlik” misâlini biraz daha açarak varlıklardaki bütün özelliklere aynı tarzda bakabiliriz. Meselâ, bütün güzellere güzellik O’nun “Cemil” isminden, bütün canlılara hayat O’nun “Muhyî” isminden, her canlıya rızık O’nun “Razzâq” isminden, bütün hastalara şifa O’nun “Şâfî” isminden, bütün varlıklara yol göstermek O’nun “Hâdî” isminden, bütün varlıklara beqa O’nun “Bâqî” isminden... gelmektedir.

***

Tefsîru Rûhu’l-Beyân’da “Nûr”un izahı

“Nûr dört türlüdür:

Birincisi, eşyayı gözlere gösterip kendisi gözükmeyen nûrdur.

İkincisi gözün nûrudur ki, bu da eşyayı gözlere âşikâr eder (görünür kılar), fakat kendisi de onu görür. Bu nûr ilkinden daha şerefli ve kıymetlidir.

Üçüncüsü aklın nûrudur. Bu nûr, cehalet zulmetinde gizlenmiş olan aklî eşyayı basîretlere âşikâr eder (gerçekleri yanılmadan doğru görebilme, ileriyi-uzağı görüş, seziş, anlayış ve kavrayış kabiliyetini meydana koyar). Dolayısiyle aynı zamanda kişi, kendisi de onları idrâk eder ve görür.

Dördüncüsü ise, Hak Teâla’nın nûrudur. Bu nûr, yoklukta gizlenmiş mülk ü melekût âleminden olan ma‘dûm eşyayı (yok olan şeyleri) gözlere ve basîretlere âşikâr eder. Bu nûr onları, yoklukta iken gördüğü gibi varlıkta iken de görür. Zira bunlar, her ne kadar zâtlarında yok iseler de Allahu Teâla’nın ilminde mevcutturlar. Onların varlık âleminde görülmesiyle Allahu Teâla’nın ilminde bir değişme olmaz. Aksine değişiklik, yaratılma esnasında eşyanın zât ve sıfatalarına râcidir (oralarda vukû bulur ve görülür).

Cenab-ı Hakk’ın, “Allah semâvât ve arz’ın (yeryüzünün) nûrudur, yani münevviridir” kavlinin tedkik ve tahkiki şöyledir:

Hz. Mevlâ gökleri ve yeri, ezelî kudretinin mükemmelliği ile onları yokluktan varlığa çıkartan, yoktan var edip yaratandır. Beyit:

Yokluk karanlığında hepimiz habersizdik

Vücûdum nûrunu ve gözünü senden buldu

[Bursevî, İsmail Hakkı, a.g.e., 6, 152, ilgili ayet tefsiri] 

Bu noktada Elmalı’lı merhumu tekrar hatırlayıp, kendisinden yine kısa bir nakilde bulunabiliriz:

Allah, göklerin ve yerin nûrudur. Bütün âlemi meydana koyan, kâinatı gösteren, hakikati bildiren, gözleri gönülleri şenlendiren O'dur. O olmasaydı, hiçbir şey bulunmaz, hiçbir hakikat sezilmez, hiçbir neşe duyulmazdı…” [Hak Dini Kur’an Dili, ilgili ayet tefsiri]

***

Münevviru’s-semâvâti ve’l-arzı

Son devir dersiâmlarımızdan, Tarîkat-ı Aliyye-i Nakşibendiyye-i Müceddidîn kolu silsilesinin 33’üncü ve son halkasını teşkil eden Üstâzünâ Süleyman Hilmi Silistrevî (k.s.) hazretleri de, talebeleri tarafından kaydedilen bir sohbetlerinde bu ayet-i celileden de bahsetmişlerdir. Ehemmiyetine binaen biz bu kısa notları, hiç şüphesiz hata-kusur ve noksanlar tamamen biz âciz bendelerine ait olmak üzere, gerek parantez, gerekse köşeli parantezlerle ifade ve imlâları açmak-açıklamak hâlisane niyet ve gayretiyle nakletmek istiyoruz (Allâhu alemu bi-murâdihi… Allâhu veliyyü’t-tevfîq. Lâ havle velâ quvvete illâ billâhi’l-aliyyi’l-azıym.):

أعوذ بالله من الشيطان الرجيم

 بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜMünevviru’s-semâvâti ve’l-arzı’ manasına olup, zikru’l-cüzz irâdetü’l-küll’dür (parça anılıp bütün kastedilmiştir). Zira [Hz. Mevlâ] mevcudatın küllîsini (hepsini-tamamını) münevvirdir (nûrlandıran, aydınlatandır). Yani mükevvenata ademden vücud verdi, ma‘dûmu meydana koydu.

[Hadis-i kudsîde şöyle buyrulmuştur:] ‘İnnellâhe haleqa’l-halqa fî zulmetin raşşe aleyhim min nûrihi…’ [İbn Amr İbni'l-Âs (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular ki; ‘Şüphesiz Allah (cin ve ins dâhil) mahlûkatını bir karanlık içinde yarattı. Sonra üzerlerine kendi nûrundan serpti…”]  [Tirmizi, İman, 18, Hadis no: 2644]

“… [Mahlûkata] önce vücut verdi [sonra nûr]... İmkân suretinde ızhar eyledi. Nûr, eşyayı ızhar eder. Kendi görünmez. Şems eşyayı gösterir, kendi [mahiyeti çıplak gözle] görünmez. Nûr-i basar (göz nûru), eşyayı ızhar eder, görür. Nûr-i akl (akıl nûru), eşyâ-yi mâ'qûleyi (akla uygun olan şeyleri) ızhar eder. Nûr-i Hak (Cenab-ı Hakk’ın nûru), eşyayı mâdûme-i mahfîyi ızhar eder (gizli ve yok olan şeyleri ortaya çıkarır); mülk ü melekûtü (maddî ve manevi âlemler / âlem-i halk ve âlem-i emr'i) görür. Cenab-ı zû’l-Celâl şu âlemi nûr-i ilahî ile halk eyledi. Bu mâ'dûm âleme iki akis (yansıma) var… Zâtına iki mir’at (ayna) halk buyurdu:

1. Arş-ı Muazzama ki, Âlem-i Ekber’in eşref cüz’ü; Zâtı oraya tecellî etti.

2. Âlem-i Sağîr [olan] mülk ü melekûtü hâmil bulunan insanı ise şereflendirdi. Cümle-i eşyada (topyekün eşyada) tecellî-i sübhânî zıllî oldu. İnsanın letâifindeki tecellî [ise] zâtîdir, zıllî değildir… [O da sadece insan-ı kâmildedir.] İnsan-ı kâmilden gayride zıllîdir. Arş’da olduğu gibi

***

Ekmel-i zuhur (en eksiksiz, tam ve kâmil görünme) neyledir?

Ekmel-i zuhur iki sebeptendir:

Birincisi, insanda cüz’-i türâbî var;

İkincisi âlem-i asğar olan insanda, [Cenab-ı Hakk’ın] hey’et-i vahdâniyyesi vardır.

Hadis-i kudsîde, ‘لا يسعني أرضي ولا سمائي ولكن يسعني قلب عبدي المؤمن buyrulmuştur. [Aclunî, Keşfü’l-Hafâ, 2, 195]

[Meali: “Ben göklere ve yere sığmam, fakat mü’min kulumun kalbine sığarım.” el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ 2, 165-195; İmam-ı Gazâlî, İhyâ-u Ulûmiddîn, 3, 14]

[Yani] yerlerde ve göklerde kemâl-i zuhuratımla tecelliyatım vâki olmaz. Lakin âciz mü’min kulumun kalbinde kemâl-i zuhuratımla tecelliyatım vâki olur, buyurdu. Arş ve Kürsî’de olmayan tecellî, mü’min-i kâmilin kalbinde ekmel-i zuhur ile zuhur eder.

***

[Tâyin iki kısımdır]

(Bir şeyin ne olduğunu anlama, anlatma, gösterme, belirtme, kararlaştırma)

1. Tâyîn-i ilmî: Görmediği kimsenin târifi… Sakalı şöyle, boyu böyle... Cahildir ve saire gibi.

2. Tâyîn-i aynî: O sakal şöyle idi, böyle idi. Adam yanına geliverince [bu tariflere, söylenenlere itibar edilmez, bunların] hükmü kalmaz.

[Kişi], Cenab-ı Hakkı tâyîn-i ilmî ile; Alîm, Semi‘, Basîr ilâ âhirihi sıfatları ile tâyin ediyor. Lakin insan-ı kâmilin kalbine Cenab-ı Hakk’ın Ef’âlinin, Esmâsının, Sıfâtının ve Zâtının nûru zuhur edince [bu tâyin hükümsüz kalır ki], işte bu tâyîn-i ayn’dır. Târife lüzum kalmaz. Şu ampul Arş-ı Muazzama farz edilse; cam, telleri ve saire sıfât, esmâ ilâ ahirihi, zıya ise Zât-ı İlâhi’nin nûru… Burada bu sıfat donukluğa sebep oldu. Kalpte sıfât u esmâ var, lakin aynı ile zuhur edince hepsi gider. ‘Allah, semâvat ve arz’ın nûrudur’… Hidayetin aslına nûr deniyor. ‘Münevviru’s-semavati ve’l-arz: Muzhiruhümâ (yeri de göğü de ortaya koyup gösteren), mûcidühümâ (her ikisini de icad eden / yeni bir şey olarak yaratan), mübdiühümâ (keza bunları, benzeri, numûnesi olmayan varlıklar olarak yoktan var edendir)… ‘Levlâke levlâke lemâ halaqtü’l-eflâk [Sen olmasaydın, Sen olmasaydın, Ben âlemleri yaratmazdım, hadis-i kudsîsi]’ gibi.

***

مَثَلُ نُورِه Meselü nûrihî’: [Onun nûrunun meseli-benzeri]. Âlem-i ekber’in cüz’-i eşrefi, Âlem-i asğar’ın cüz’-i ferdi bu nûru Kur’an’da tatbik etmişler.

Lakin… كَمِشْكٰوةٍ Kemişkâtin’: [İçinde lâmba olan bir mişkât gibi] Ampul içerisine nûr gelir, harice deliği, penceresi yok. Arş’ta da, senin kalbinde de böyle… 

ف۪يهَا مِصْبَاحٌۜ Fîhaa misbâhun’… Onda kandiller var. O misbah nerede:

اَلْمِصْبَاحُ ف۪ي زُجَاجَةٍۜ el-Misbâhu fî zücâcetin’… [Lamba bir cam içinde] Burada cama ve [bâhusus] elektriğe işaret var. Arş’ta da böyle zücâc [var, ama], ne [ve nasıl olduğunu, mahiyetini] bilmiyoruz.

اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ ez-Zücâcetü ke-ennehaa kevkebün dürriyyün’: [O lâmba] parlak bir yıldız [gibi]dir. Ne olur?

يُوقَدُ Yûqadü’: Yakılır. Neden?

مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ Min şeceretin mübareketin’: [Mübârek bir ağaçtan tutuşturulur. Ondan] Bedel:

زَيْتُونَةٍ لَا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍۙ Zeytûnetin lâ şarqıyyetin velâ ğarbiyyetin: Şarkî ve garbî değil, cihetle (yönle) alakası yok, şecere-i ilahî’den yanar. [Rasûl-i zî-Şânı’nın verâset-i tâmmesine sahip kâmil ve mükemmil] mürşidlerden… [Onların letâifinden…]

يَكَادُ زَيْتُهَا يُض۪ٓيءُ Yekâdü zeytühaa yuzıyu’ Yanması garîb olur (belli bir süre beklemez, çok yakîndir, anlık olur).

وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌۜ Velev lemteshü nârun’: [Onun yağı, neredeyse ateş dokunmadan ışık verir.] Nâr mess etmese de (ateş dokunmasa da yanar). [Yani onun yanıp ışık vermesinin] bir şartın vücudu ve ademiyle alakası yok, kendi zâtiyle [vâki olur / meydana gelir]. O zeyt ne olduğu halde, nedir bu:

نُورٌ Nûrun’: Bir acîb nûrdur. ‘عَلٰى نُورٍۜ Alâ nûrin’ Mişkâtın içindeki nûr, nûr üzerine [nûr]dir. Sıfât-ı İlahi, Esmâ-i İlahi nûrdur. Zât üzerine nûr kalb, ruh… ilâ âhirihi nûrdur. İnsan-ı kâmildeki nûr[un], mülk ü melekûtün cümlesine sârî olduğu zahirdir.

يَهْدِي اللّٰهُ لِنُورِه۪ Yehdillâhu li-nûrihî’… Hidâyet-i hâssa ile hidayet eder.

مَنْ يَشَٓاءُۜ Men yeşâu’ Kime dilerse; mürşidler maksûd, [onlar murad olunmaktadır]…

وَيَضْرِبُ اللّٰهُ الْاَمْثَالَ لِلنَّاسِۜ Ve yadribullâhi’l-emsâle li’n-nâsi’… Allah insanlara darb-ı mesel yapar. Ma‘qûlâtı (akılla bilinenleri) mahsûsâtla (gözle görülen, hisle anlaşılan şeylerle) anlatır.

وَاللّٰهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ  Vallâhu bi-külli şey’in alîm’: Allahu Teâla her şeyi bilir.” [Mehmed Aksoy, (Ahbab hocaefendi namiyle mârûf, merhum ve mağfûr, Mekke-i Mükerreme’de medfûn, nâm-ı diğer; Mekke İmamı) gayr-i matbû Notlar, s. 58-59-60]

***

S o n u ç

Hâsıl-ı kelâm netice-i merâm:

Akaid ve kelâm tabiriyle ifade edecek olursak, Allahu Teâla’nın mahiyeti ne cevherdir ne  cisimdir ne a‘razdır. Dolayısyla Allah (c.c.) maddî nûr (ışık) olmaktan münezzehtir.

Mecazî ve manevî olarak ‘İlim-irfan nûrdur, akıl-fikir nûrdur, idrâk-şuûr nûrdur, hidayet nûrdur’ denildiği gibi, Allah’ın sıfatları da nûrdur, nûranîdir, denilir. O’nun görmesi, işitmesi, ilmi, kudreti kularınkine benzemediği gibi, nûru da hiçbir şeye benzemez.

Görüldüğü üzere Kur'an-ı Hakîm’de Allahu Teâla hem nûrundan, hem kendisinin nûr olduğundan hem de ruhundan bahsediyor. Mesela Allah'ın (c.c.) nûru ‘Allah'ın dini, İslâm’ manasında kullanılıyor. Ve buyruluyor ki: “Allah'ın nûrunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar, Allah da râzı olmuyor. Fakat kâfirler istemeseler de Allah nûrunu tamamlamayı diliyor.[Tevbe suresi, 32]Ağızlarıyla Allah'ın nûrunu söndürmek istiyorlar. Hâlbuki kâfirler hoş görmese de Allah nûrunu tamamlayacaktır. [Saff suresi, 8]

Râgıb el-İsfehânî'nin (rh.) beyanına göre Allah'ın (c.c.) sıfatı olarak nûr; “münevvir” yani nûrlandırıcı, aydınlık ve ışık verici demektir. Esmâü'l-Hüsnâ ile ilgili rivâyette Allahu Teâla'nın sıfatları arasında “nûr” ile birlikte “münîr” ismi de geçmektedir. [İbn Mâce, Sünen, Dua, 10] Münîr de aydınlatan demektir. Yeri, gökleri ve içindekileri nûrlandıran, aydınlatan Allah'tır. Kur’an-ı Mecîd’de buyrulmuştur ki:

“Ve arz / yer, Rabb'inin nûru ile parlamıştır.” [Zümer suresi, 69]

“Görmediniz mi Allah nasıl yeri, göğü birbiri üstünde tabaka tabaka yarattı ve ay’ı bunların içinde nûr yaptı, güneş’i de bir lamba yaptı.” [Nuh suresi, 15-16]

Görüldüğü gibi bu âyetler de, anlatmaya çalıştığımız bahse mevzu gerçeği en bâriz şekilde ortaya koymaktadır.

Allahu Teâla'nın kendisini “nûr” olarak isimlendirmesi ışık verme ve aydınlatma fiilinin çokluğunu / büyüklüğünü / sonsuzluğunu ifade etmesi bakımındandır. Allah'ın “nûr” sıfatı, zatının nûr yani ışık olduğu anlamına asla gelmez. Çünkü nûru ve zulümâtı var eden Allah'tır. Nitekim bunu anlatan ayet-i celile sarihtir: “Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah’a mahsustur. Böyle iken inkâr edenler başka şeyleri (bunca âyet ve delillerin zuhurundan sonra dahi bunları veya bunlardan bir kısmını) Rablerine denk tutuyorlar.[En'âm suresi, 1]

Bu demektir ki; Allahu Teâla’nın zâtı hiçbir şeye benzemediği gibi, O’nun nûru da benzemez. Bunu benzetmeye kalkışanlar ise, münkirler yani inkâr bataklığında debelenip küfür deryasında boğulanlardır. Başkaları değil.

Bilindiği gibi maddenin en küçük parçası olan atom, pozitif ve negatif elektrik yüklüdür. Bu, bütün varlıkların, Allah'ın (c.c.) nûrunun bir tecellîsi olduğunun apaçık bir nişânesidir / göstergesidir, delilidir. Binaenaleyh Allahu Teâla, göklerin ve yerin münevviri / nûrlandırıcısı / aydınlatıcısıdır. O’nun nûru olmazsa her şey karanlıkta kalmaya mahkûmdur.

Topyekün varlıkların zuhuru, her şeyin ortaya çıkışı Allah'ın ızharıyla (O’nun meydana getirmesiyle), maddî veya mecâzî manada nûrlandırmasıyladır. Nûrun yokluğu karanlık demektir. Kur'ân-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde nûr, zulumâtın, karanlıkların zıddı olarak kullanılmıştır. Varlıklarda nûrun yokluğu, o varlığın yokluğu demektir. Varlıklara nûrunu veren, nûrlandırıcı olan Allahu Teâla’dır.

İki Cihan Güneşi Efendimizin (s.a.v.) ‘nûr’lu dualarıyla mevzuyu noktalamak isteriz:

Allah’ım; kalbimi nûrlandır, gözümü nûrlandır, kulağımı nûrlandır. Sağımı nûrlandır, solumu nûrlandır. Üstümü nûrlandır, altımı nûrlandır. Önümü nûrlandır, arkamı nûrlandır. Nûrumu azıym kıl (pek büyük eyle).” Amin…

Go to top