Bundan 5-6 yıl önce kaleme aldığımız bir BAHAR yazısı

Bahar geldi, dönün artık ey göçmen kuşlar!

http://www.halisece.com/edebiyat/376-bahar-geldi-donun-artik-ey-gocmen-kuslar.html

Halis ECE

 
Ey leylekler, kırlangıçlar, tüm göçmen kuşlar! 
Ne olur dönün artık, bizde de bahar geldi.
Gelin de, selâmlar getirin bize oralardan…
Oralara da selâmlar götürün giderken bizden... 


Zaman-zaman yüreğimizi kuşlara benzetiriz… Özellikle de heyecanlandığımız anlarda… Yüreğim pırpır etti deriz. 

Çocuklara, kendilerini leyleklerin getirdiğini söyleriz. Tabii günümüz afacanları buna ne kadar inanırlarsa… Dünyadan gidenler için de, kuş gibi uçup gitti, deriz. Ama gidenin nasıl gittiğini bilmeden, bilemeden… 


Başlığımızda, gelmeleri için çağrı yaptığımız göçmen kuşlar, hele kırlangıçlar, sonra leylekler, ebabiller… Ve daha bir sürü kuş. Bir de kumru ve güvercinler var ki, tasavvuf irfanımızda/kültürümüzde kudsiyet izafe edilen kuşlardır bunlar... 

Evlerin çatıları, kiremitlerin üzeri, bacaları leyleklerin; saçakları ise kırlangıçların yuvaları/yerleridir çoğunlukla... Onlar oralarda bizim için birer emanet, uğurlu birer misafir gibi saygı görürler daima… Şefkatle-merhametle korunur ve kollanırlar hep. 

Leyleklerin, kırlangıçların gelişleri, baharın gelişi gibi sevinç doludur, canlılık doludur bizim için… Âdeta bir neşe ve coşku kaynağı olur. Gidişleri de güz mevsiminin gelişi gibi hüzün dolu, hasret dolu bir gidiş, ayrılıştır her zaman. 

Bir bebeğin, taptaze bir bebeğin gelişi, baharın gelişi gibi doğduğu eve sevinç getirir, mutluluk meltemleri estirir o mekânın sakinlerine… Bir ruhun bedenden ayrılışı, çıkıp gidişi de o evi hüzün yağmuruna boğar, gözyaşlarına gark eder elbette… Bir de eğer cehalet var, İslami inanç-ahlak zafiyeti de söz konusuysa, ölüm çığlık getirir, ağıtlar yaktırır, yaka-paça yırttırır o hane halkına… Oysa Yunus Emre’nin deyişiyle ruh, “kafesten kuş uçmuş gibi” gideceği yere gider. Önemli olan, gideceği yerin cennet bahçelerinden bir bahçe olması değil midir? 

***

Leyleği havada görmek” deyimi, insanın seyahate çıkacağını söyleten bir sözdür kültürümüzde… Çok gezen, çok dolaşan insanlar için kullanılan bir deyimdir. Nitekim fazlaca gezip tozanlara, "Ooo bu yıl leyleği havada gördün galiba" diyerek takılırız arasıra... 

Bu sözün çıkış noktasına şöyle bir açıklama da getirebiliriz sanırım: Leyleği devamlı çatıda gören kişi, hayatını o çatıya bakan pencerede oturarak geçirdiği ve hiç gezmediği için, her daim o leyleği çatıda görmektedir. Bunun tam tersi olarak, leyleği havada gören de sürekli geziyordur inancı ile ortaya çıkmıştır bu söz diyebiliriz. 

Bahar aylarıdır mevsim artık... Ve güzün göç eden leyleklerin-kırlangıçların dönüşlerini gözleyen-izleyen insan; mutludur, huzurludur, kanı ısınmıştır, üzerindeki elbiseler de ayağındaki ayakkabılar da artık daha bir hafiftir. 

Eğer leylekleri izleyen küçük çocuksa, leylek ve uçak arasında benzerlik ve bağlantı kurabilir… Şaşırabilir… Bu kadar küçük uçak olur mu diyebilir. 

Evet, leyleklerin ilk defa havada görünüşü hep seyahatlere yorumlanır bizde... Leyleği havada gören biri için, bu sene çok seyahat edeceksin, denir. Bu bizim konar-göçer hayatımızdan kalma bir inanış, o şartlara uygun bir söyleyiş de olabilir elbette... 

Göçebe hayatı deyince, Hz. Mevlana'nın o meşhur mısraları geliyor insanın aklına hemen: 

Her gün bir yerden göçmek ne iyi. 
Her gün bir yere konmak ne güzel. 
Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş. 

Dünle beraber gitti, cancağızım, 
Ne kadar söz varsa düne ait. 
Şimdi yeni şeyler söylemek lâzım. 


***

Her baharda yeryüzü bir kere daha yenilenir… 

Her taraf yemyeşil-rengârenk canlanır... 

Her şey yeniden hayat bulur... 

İnsan da yeniler kendini... 

Güneş daha canlı, günler daha uzun olur. 

Hava daha aydınlık, bütün canlılar daha bir hareketlidir baharda... 

İçi içine sığmaz adeta insanın… 

Göçmen kuşlar gibi konup göçmek, uçup gitmek, dünyayı dolaşmak, bütün güzellikleri görmek arzularıyla dolup taşar insan. 


***

Modern vasıtalar, araç-gereçler; otomobiller, trenler, uçaklar ve diğer makineler sanki tabiatla ilgimizi biraz öldürdü... Ya da en azından azalttı, zayıflattı. Toprağa basmaya, yeşilliklere dokunmaya hasret kaldık... Dağlara çıkmak, kırlarda gezinmek, vadilerde dolaşmak, ağaçlara tırmanmak, sanki birer hayâl oldu... 

Şehirler birer sürgün yeri halini aldı insanlar için... Tabiatın güzelliklerinden mahrum edilmek, şehir hayatına mahkum olmak, ne büyük bir ceza biz insanlar için değil mi?.. 

***

Mart ayının sonu ve Nisan ayının başlarında Manisa'dan, İzmir'e, oradan Aydın’a-Nazilli’ye, Fethiye’ye doğru yollara düşeceksiniz… Antalya'ya Alanya’ya uzanacaksınız, Toros yaylalarına uğrayacaksınız… 

Gezip görülmeye değmez mi bütün bu yerler?.. 

Yol kenarlarındaki ekin tarlalarının rüzgârla sağ-sola meylini, yatışını-kalkışını görecek, çamların hışıltısını dinleyecek dalıp gideceksiniz... 

Yemyeşil ekinlerin-bitkilerin dalgalı bir deniz gibi düzlerde ve yamaçlarda akışını seyre doyamayacaksınız. 

Dağlardaki, vadilerdeki gelincik tarlalarında düğün merasimlerine şahit olacak, kendinizden geçeceksiniz.

***

Bozdağ’dan Salihli ovasını, İzmir’i seyrettiniz mi hiç? Gölcük’e çıkıp o muhteşem manzara karşısında kendinizi tutamayıp ağladınığınız oldu mu?

Aydın'a, ah o Aydın'ın Alımbaba dağına-yaylasına çıktınız mı? Orada talebelerle ders okuyup kuzu ya da oğlak çevirip karpuz çatlatan suyundan içtiniz mi? 

Yaylaların yollarına düşüp ufukların-bulutların sihrine kapılıp gittiniz mi? Yolunuza çıkan kuzuları, oğlakları sevdiniz, çocukluğunuzu hatırlayarak boyunlarına sarılıp-sarılıp ağladınız mı? Süt kokan, ot kokan, toprak ve güneş kokan ağızlarını kokladınız mı? 

Aaah memleketimin can alıcı, ruhlara inşirah veren güzellikleri ah! 

Aaah Ege’nin o tarihi-coğrafi zenginlikleri, Kayacık dağları-ormanları ah! 

Akdenizin güzel suları, İçanadolunun, Karadeniz’in güzide yaylaları...

Batı’ya açılan kapımız-penceremiz Trakya’nın güzellikleri…

Doğu ve Güneydoğu’nun esrarengiz yapıları… 

Neredesiniz! 

Evet biliyorum, sizler hep oradasınız, yerinizdesiniz… Kış da olsa, yaz da gelse, baharlar da gelip geçse hep yerinizdesiniz, sadık ve sabitsiniz. Hep kucak açıyorsunuz. Misafirperversiniz. Ama biz vefasızlık ediyoruz hep. Artık bu sene… diyoruz. Ama gene hep aynı mazeretler, aynı sebeplerle sizi ziyaretten, güzelliklerinizi temaşa etmekten kendimizi yoksun bırakıyoruz.

Hey dağlar, ovalar, vadiler; göller-göletler, ırmaklar-nehirler-dereler neredesiniz? Biliyorum, rüzgârlar şimdi oralarda bir başka eser... Karlar erir, sular bir başka çağlar... Çiftçiler, bahçıvanlar, çobanlar bir başka havadadırlar baharda... 

***

Bir yayla gezisinde ağaçlardan birine takılmıştı gözüm. Kayaların içinden nasıl becerdiyse çıkmış, büyümüş… Dalların arasında kayalar, kayaların arasında dallar vardı... 

Bir diğer ağaç ise yolun tam kenarında yapyalnızdı, tek başına duruyordu. Ne ağacı olduğunu bilemiyorum. Yanımdakilere de sormak istemedim. Çünkü onlar hep orada ve ilgileri başka şeylere… Yaprakları da yok, olsa tanır mıydım? Belki... Sanki yolun bekçisi gibi görünüyor. Bir ay sonra yüzlerce yaprak olacak üzerinde... "O zaman yeniden gelmeli" diye mırıldanıyorum. "Bekleriz" diyor arkadaşım. Ben de, "daha çok geleceğiz gibi görünüyor buraya, şu halime baksana..." deyip gülüyorum.

Ayrılık vakti geliyor. Orayı bırakıp gitmek istemiyorum hiç... Ama dönerken de tüm sıkıntılarımın dağılıp gittiğini fark ediyorum. Yerimi bulmuş, derdimin dermanını yakalamış gibi hissediyorum kendimi... Bana hayli uzak bu güzelliklerden evime döndüğümde, eksik bazı parçalarım yerine konmuş, tamamlanmışım gibi güzel bir duygu kaplıyor benliğimi...

***

Yol kenarları, ağaçlar, yeşil tarlalar bambaşkadır şimdi Anadolu’da... 

Gökyüzünde pamuk-pamuk bulutlar, insanı adeta kendine çeker. 

Hele nehir kenarları bir başkadır. Suyun sesi ile adını bildiğiniz-bilmediğiniz nice kuşların sesleri birbirine karışır… 

Leylekler üzerimizden süzülüp geçer... Zarif kanatlarını çırparak... Bakarken mest olursunuz. 

***

Çok uzakta, uzaklarda bir köy düşlüyorum... 

Şöyle bir dağın yamacına kurulmuş köy! 

Öyle güzel ve havası temiz, suyu bol bir yere oturmuş ki o köy...

Düşlerken bile hayran kalıyorum... 

Ve sanki insan orada yaşasa her şeyi geride bırakacakmış... 

Dünyanın kirinden-pasından arınacakmış...

Şâşaasından-debdebesinden kurtulacakmış gibi geçiyor içimden… 

Ah zalim şehir, gaddar hayat ah! 

İnsan bedeni burada bir başka mahpus… 

İnsan ruhu burada bir başka mahzun… 


***

Hey gidi göçmen kuşlar hey! 

Birer hayâl, birer masal olmuştunuz hep! 

Ne olur; evlerimize, camilerimize, mezarlıklarımıza konduğunuz gibi, hastanelerimize, hapishanelerimize de uğrayın lütfen, ne olur... 

Bu güzel şehrimizin/İstanbulumuzun üstünden döne-döne geçin… 

Ama biraz fazla dönün ne olur, biraz fazla dolaşın üstümüzde...

Seyredelim sizi doya-doya…

***

Anadolumuzun her bölgesi, her yöresi bir başka âlem. Her köşesi gezilip görülmeye değer mekân… Hem de bir kere değil defalarca… Deniz kıyıları mı, ırmak ve göl kenarları mı, dağları-ormanları ve yaylaları mı, hangisi görülmeye değmez ki bu güzelliklerin? 

Tabiat güzelliklerimiz o kadar katledilmesine, hor kullanılıp gadre uğramasına rağmen, biz zâlim sahiplerine hâlâ kendisini cömertçe sunuyor... Rabbimizin birer lûtfu-ihsanı olarak duruyor karşımızda... Her mevsim ayrı bir zenginlikle, baharda ise bambaşka bir güzellikle bezenmiş olarak karşılıyor bizleri. 

İlmi-tarihi-kültürel zenginliğimiz, her türlü vefasızlığa, ihanete, kötü muameleye rağmen, ben size yeterim diyor. Hatta artıyor da, diğer milletleri bile besliyor.

Ey leylekler, kırlangıçlar, tüm göçmen kuşlar! Ne olur dönün artık, bizde de bahar geldi. Gelin de, selamlar getirin bize oralardan… Oralara da selamlar götürün giderken bizden...

Go to top