Hayirli günler hocam, Tabakatül Fukaha ne demek? Mürsidi Kamiller, müctehidlerden yüksek derecede olmasina ragmen, bir mezhebe bagli olmalarinin sebebi nedir? Tahkik erbabi nedir?   Selam ve Dua.. Kemal

*******

Dilerseniz terkibi ayrı kelimeler olarak ele alalım önce…

Tabakat kelimesi, tabaka kelimesinin cem’îsi/çoğuludur. Kelime olarak tabaka, sıra halinde üst üste konulmuş şeylerden her biri, kat, derece, zümre, sınıf, nesil, tek yapraktan ibâret kağıt gibi manaları için kullanılır. Fukaha da, fakîh’in cem’idir. Fakih ise kelime olarak zeki, anlayışlı anlamına olmakla birlikte ıstılahta, fıkıh ilminde âlim, üstad manasınadır. Tabakatü'l-fukaha da, fıkıh âlimlerinin mertebeleri-dereceleri-kısımları demektir.

Hal tercümesi kitabı olarak yazılan tabakat, aynı devirde yaşamış, aynı ilim dalıyla uğraşmış, aynı mezhep ve tarikatın üyesi olan kişilerin hayatları işlenmektedir. Bu çeşit tabakat kitapları, genellikle on veya yirmi yıllık bir süreyi kapsamaktadır. Hadisçilerin hayatını anlatan kitaplara, "tabakatü'l-muhaddisin", fakihlerin hayatını anlatan kitaplara da, "tabakatü'l-fukaha", şairlerin hayatını anlatan kitaplara ise, "tabakatü's-şuara" ve mutasavvıfların hayatını anlatan kitaplara " tabakatü's-sûfiyye", kırâat alimlerinin hayatını anlatan kitaplara da, "tabakatü'l-kurra" denilir.

***

Tabakatü'l-Fukaha inde’l-Hanefiyye

Hanefilere göre fukahanın kısımları

Büyük âlim, Şeyhulislâm, Müftissekaleyn İbn-i Kemâl Paşa merhum ba'zı eserlerinde, müftînin fetvâ verirken her bakımdan basîretli, dikkatli olması için, kavli ile fetvâ verdiği âlimin, sâdece ismini ve nisbetini bilmekle iktifâ etmeyip, ilmdeki tabakasını, derecesini ve diğer hâllerini de bilmesi lâzımdır, dedikten sonra, fukahayı yedi tabakaya ayırmaktadır:

1- Müctehid-i Mutlak: Dinde ictihad sahibi olan

2- Mezhebde Müctehid

3- Mes'elelerde Müctehid

4- Tahric Erbabı

5- Tercih Erbabı

6- Temyiz Erbabı

7- Sırf Mukallid

1- Müctehid-i Mutlak: Hem usûlde ve hem furu'da başka bir müctehidi asla taklid etmeyip mutlak olarak ictihad sahibi olan müctehiddir. Dört mezhebin sahibleri olan İmam-ı A'zam Ebu Hanife, İmam Malik, İmam Şafiî, İmam Ahmed bin Hanbel (rahımehumullah) gibi zevat-ı kiram. Bunlar usûl ve kaideleri hazırlayıp, nasslardan mes'elelerin hükümlerini çıkarmışlar, ahkâmı istinbat etmişlerdir. Bunların herbirinin usûlde bir ictihad yolu vardır. Mezheb sahibidir.

2- Mezhebde Müctehid: Doğrudan, doğruya nasslardan, şer-i delillerden ahkam istinbatı salahiyetini haiz olmakla beraber, tâbi' olduğu mezheb imamının ictihad yolunu takip ederek onun usûl ve kavaidi üzere hareket eden, ictihad hususunda onun mesleğini tutan müctehiddir. İmam Ebu Yusuf, İmam Muhammed İbni Hasan Eş-Şeybani, İmam Züfer, İmam Hasan İbn-i Ziyad (rahımehumullah) bu sınıfa dahildirler. Bunlar bazı furu' mes'elelerinde İmam-ı A'zam'a (rh.) muhalefet etmişlerse de ictihad usûl ve kavaidinde ona uymuşlardır. Prensipleri aynı idi. Aynı delilleri alırlar, aynı usûlü kullanırlardı. Hanefi fıkhının mes'elelerinin çoğunda İmam-ı A'zam (rh.) hazretlerinden ayrılmışlardır. 

3- Mes'elede Müctehid: Hakkında bir hüküm olmayan mes'elelerle alakalı ictihad edenlerdir. İmamlardan bir kavil menkul olmayan mes'ele hakkında hüküm verme salahiyetini hazidirler. İmamların dediklerine karşı bir şey diyemezler. Hassaf, Tahavi, Ebu'l-Hasan Kerhi, Şemsü'l-Eimme Halvani, Şemsü'l-Eimme Serahsi, Fahru'l-İslam Pezdevi, Kadihan, Hulasatü'l-Fetava sahibi Tahir Ahmed İftiharü'd-Din Buhari, Zahire ve Muhit-i Burhani Sahibi Burhanü'd-Din Mahmud Buhari,bunun pederiSa'dru's-Said Tacüddin Ahmed b. Abdülaziz b. Maze, bunun biraderi Sa'dru'ş-Şehid Husamü'd-Din Ömer İbn-i Abdü'l Aziz b. Maze ve bunların babaları Sa'dr-ı Kebîr Burhanü'l-Eimme lakabını taşıyan Abdü'l-Aziz b. Maze (rahımehumullah) bunlardandır.

Bunlar usûl ve furu'da mezheb sahibine muhalefet etmezler, yalnız hakkında mezhebte bulunmayan yeni hadiselerle ilgili, mezheb imamının çizdiği esaslar dahilinde, onun usûlüne göre ictihad ederler. Mes'elenin hükmünü bildirirler.

4- Tahric Erbabı: Bunlar fıkıhta büyük meleke sahibi olan fakihlerdir. İctihad edemezler, ancak mezhebin usûl ve kavaidini, fıkhın mes'elelerini kavramış olduklarından, o mezhebin müctehidlerinden naklolunup da bir kaç türlü anlaşılma ihtimali olan bir kavli açıklarlar. İhtimali kaldıracak şekilde izah ederler. Keza mezhebde haklarında hüküm bulunmayan yeni mes'elelerin hükmünü mezhebin usûl ve kavaidine göre bulup çıkarırlar. Ahmed Cessas, Ebu Bekir Razi, onun talebesi Ebu Abdillah Cürcâni (rahımehumullah) gibi zatlar bunlardandır. Tahric, fıkıhta bir merhale ve hamledir. Ancak sonraları, mealesef bu da durmuştur.

5- Tercih Erbabı: Delillere bakarak, mevcut kavillerden ve rivayetlerden birini diğerine tercih etme kudretini haiz olan fakihlerdir. Delilleri incelemeye ve mukayeseye ehildirler. Fakat tahric ashabı derecesine yükselememişlerdir. Bunlar mezhebin hükümlerini bellemişlerdir. Bu cihetle bir mes'ele hakkında mezheb imamlarının muhtelif görüş ve kavillerini süzüp onlardan birini seçerler. Halkın ihtiyacına daha uygun örf ve âdete daha yaraşır olanını alırlar. Bu tercih işini yaparken de şu tabirleri kullanırlar. ''Rivayeten Sahih veya Aslah'' olan budur. Kıyasa Erfaktır, nasa Evfaktır, Ahvat olan budur. Muhtasar-ı Kuduri sahibi Ebu'l-Huseyn Kuduri, Hidaye sahibi Şeyhu'l-İslam Burhanü'd-din Mergınani, Fethu'l-Kadir sahibi Kemalü'd-Din İbn-i Hümam (rahımehumullah)... tercih erbabından sayılırlar. Bazıları ise bu üç zatı mes'elelerde ictihad kudretini haiz olan III. tabakadan sayarlar. Eserlerindeki tetkikat ve kudret bunu gösterir.

6- Ashab-ı Temyiz: Tercih edecek kudreti haiz olmayıp, yalnız mezhebdeki Zahir-i rivaye Nadir-i rivayeleri birbirinden ayırdedebilecek ve kuvvetli kavil ile zayıf kavli temyiz edecek iktidarda olan fakihlerdir. Bunların, mezhebin delillerini tetkik ve tetebbu' hususunda noksanları bulunduğu gibi, delilleri izah ve mes'eleleri beyan hususunda da, tercih erbabı kadar nufuz-u nazara malik olmadıklarından, muhtelif kavilleri yekdiğerine tercihe yeterli sayılmazlar. Ancak mezhebin ana kitablarını tetebbu' ve mezhebde mevcud kavilleri, birbirine muhalif düşen rivayetleri bellemiş olduklarından, mezhebin kitablarında kimin re'y ve görüşü olduğu tasrih edilmeyen çeşitli kavillerden hangilerinin zahir-i rivaye, hangilerinin nevadirden oldukları, bunlardan hangilerinin tahric edilen kavillerden bulunduklarını fark ve temyiz ederler. Görülüyor ki, temyiz ashabı, tercih erbabı gibi mezhebin kavillerini bellemişlerdir. Fakat delillerin ruhuna ve inceliğine nüfuz etme hususunda, tercih erbabı mertebesine ulaşamamışlardır.

Hem delilde hem hükümde mukallid derecesindedirler. Tercih erbabı ise yalnız delilde mukalliddirler. Mütûn-i Erbaa: Muhtar, Vikaye, Mecma' sahibleri bunlardandır. Kenz'in sahibi: Ebu'l-Berekat Hafızü'd-Din Nesefi, Muhtar'ın sahibi Ebu'l-Fazl Mecdüid-Din Mevsıli, Vikaye'nin sahibi, meşhur Sadru'ş-Şeria'nın atası Tâcu'ş-Şeria Mahmud Buhari, Mecma'ın sahibi: Muzafferu'd-Din İbn-i Saati'dir (rahımehumullah).

İnsafla düşünülürse, bu zatlar gerek usûl ve gerekse furu'da maharet sahibi alimlerdir. O bakımdan bunları, delil ve nazara ehil olmayanlardan saymak biraz insafsızlık olur. Bunlar ilmi kudretleri ile mutenasib olarak, hiç olmazsa tercih erbabından sayılmalıdırlar. Bazı ulema Kenz sahibi Hafızu'd-Din Nesefi'yi mezhebde müctehid olanlar tabaksından saymaktadırlar. Bundan maksadları onu tahric erbabı arasına koymaktır.

 7- Mukallid-i Mahz: Bunlar sırf taklid erbabındandır. İctihad kudretleri yoktur. Kavilleri terchi ve temyiz edemezler. Hakikatte fukaha tabirine bile giremezler. En büyük meziyetleri, binlerce fıkıh mes'elesi hıfzetmek, yaş kuru bakmaksızın buldukları mes'eleleri eserlerine derc etmektir. Bunlar hafızalarına birçok mes'eleleri yığmışlardır. Fakat onların delillerini inceleyip hükme varamamışlardır. Bunlar fakih değil fıkhı taşıyan kimselerdir.

Ezberledikleri mes'eleler delilden mücerred, kuru nakilden ibarettir. ''Kıyle: denildi ki'' deyip geçerler. Kitablarını kendilerinden öncekilerden toplarlar. Bunlardaki ta'liller, hükümlerin illetlerini beyan çabaları, hakiki deliller olmayıp cedel nev'inden sözlerdir. Belki de mezheb sahibinin hatırından bile geçmeyen şeyleri söylerler. Bunlar sahih, gayr-i sahih seçmeden bulduklarını toplamışlardır. İbn-i Kemal bunları ''Hatibü'l-Leyl: gece karanlığında odun toplayan oduncu”ya benzetir. Eline ne geçerse, sağlamını çürüğünden seçmden toplarlar.

***

Şâfiî mezhebine göre ise fakihlerin durumu üç mertebeye ayrılır:

1- Müctehid-i Mutlak,

2- Müctehid fi’l-Mezheb,

3- Müctehid fi’l–Mesâil veya Müraccıh'tır.

***

Mürşid-i kâmiller, müçtehidlerden yüksek derecede olmasına rağmen, bir mezhebe bağlı olmalarının sebebine gelince…

Ulemâ-yi âmilin, sulehâ-yi sâlihin ve mürşidân-ı kirâm aralarında vazife taksimi yapmışlardır. Kime hangi vazife düşmüşse, o alanda iştihar etmiştir. Mesela İmam-ı Azam (rh.) hazretleri bâtınî cihetten de mühim bir mevkiin sahibidir. Nakşî yolunun A’zamiyye kolunun reisidir. Ama ona fıkıh sahası düştüğü için gayretlerini daha ziyade o yöne teksif etmişlerdir.

Mürşidan-ı kiramın hak mezheplerden birine intisabı ise, İslâm’ın daha açık bir ifadeyle Ehl-i Sünnetin ittihad ve ittifakını bozmama esasına, sevâd-ı a’zamı zaafiyete uğratmama maksadına matuftur. Bu hususta İmam Gazali (rh.) hazretlerinin hikayesini bilirsiniz… Gençlik yıllarında bir ara müstakil bir mezhep kurma sevdasına kapılıyor. Ama rüyasında, dört duvarında mükemmel mimari estetiğe sahip dört kapısı olan bir mescid görüyor… ve birileri ona; ey imam, madem bu mescide beşinci bir kapı açmak istiyorsun, o zaman bu muhteşem yapıya/güzelliğe herhangi bir halel getirmeden buyrun açın diyor. Bunun üzerine o Hz. İmam, binanın içinden-dışından hayli incelemede bulunuyor, bunun mümkün olmadığını görüyor. Uyandığında ise kararından derhal vaz geçip mevcut mezheplerden birine (Şâfiî’ye) intisap ediyor.

Demek oluyor ki; bu mevcut dört hak mezhepten birine intisap etmek mürekkep icma’ halini almış, bunun hiçbir şekilde değişme ihtimali de yok. Allah dostları da bu yolun baş takipçileri oluyor. Onların bu durumu-tutumu, manevi derece ve mertebelerine bir nakisa getirmediği gibi, hiş şüphesiz Allah indindeki makamlarını-rütbelerini daha da yükseltir. Çünkü bu yaptıklarıyla bid’at ve dalâlet fırkalarının önüne set çekmiş oluyorlar.

***

Erbâb-ı tahkik / Tahkik erbabı: Sözlük anlamı, mesleğinin eri veya ehli-erbabı olmak demektir.

Bir şeyin gerçek veya doğru olup olmadığını araştırma-soruşturma, ortaya çıkarma ve inkâr edilemeyecek, çürütülemeyecek delillerle ispatlama mânâlarına gelen tahkik; erbab-ı tasavvufça, Hazret-i Zât-ı Ehad u Samed'i, vücud ve evsâf-ı kemaliyesiyle, Kur'ânî muvazene içinde bilmenin ötesinde, ulûhiyet hakikatinin, "bî kem u keyf" müntehî bir sâlikin vicdan ve letâifinde, hususî tecellîlerle belirip duyulması şeklinde yorumlanmıştır. Bu seviyeye eren bir hakikat eri, ondan öte artık ne şüphe ne tereddüt ne de herhangi bir kuşkuya maruz kalmadan, istidadı müsait olduğu ölçüde, yolculuğunu ya "seyr fillâh" ya da "seyr minallah" ufkunda sürdürür ve -biiznillâh- herhangi bir husûfla-küsûfla da karşılaşmaz. Evet karşılaşmaz, zira o, mazhar olduğu makam ve pâye itibarıyla artık hep Hakk'ın gözüyle görmekte, O'nun sem'iyle işitmekte ve her şeyi O'nun sıfatlarının ziyası ve vesâyeti altında duyup hissetmektedir.

Tabir-i diğerle böyle bir tahkik erbabı hep Hak yolunda, Hak için Hak iledir. Hak dostları arasında böyle bir pâye "makam-ı mahbûbiyet"e ait bir pâyedir ve Hazret-i Mahbûb'un hususî bir teveccühünün remzidir. Başı bu pâyeye eren bir tahkik eri, Hakk'ın mahbubu olduğu gibi, onun gök ehlince sevilmesi ve yerde temiz kalblerin ona teveccüh etmesi de ona karşı Hak teveccühünün bir aks-i sadâsıdır.

Bu bâtınî alâkanın zâhirî emaresine gelince; o da, farzların kusursuz olarak yerine getirilmesi üzerine bina edilmiş bir nafile bağlılığıdır.Evet, farzları vaktinde hakkıyla yerine getiren, getiremediklerini de ciddî bir nedamet ve telafi duygusuyla kaza eden, sonra da tabiatının gereklerini yerine getirme ölçüsünde nafilelere düşkünlük gösteren bir hakikat âşığı… Her zaman hakkı duyar, hakkı görür, hakkı tutar kaldırır ve hakka doğru yürür ki, böyle birinin gönlüne ağyârın gölge etmesi ve gözlerine başka hayalin girmesi asla söz konusu değildir. Ara-sıra ufkunu buğu ölçüsünde bir sis bürüse de, bahar bulutları gibi gelip geçicidir… Ve bu yeni bir açılımın da şafak emaresidir.

Evet onlar sıkıntı hâlinde de, sevinç-neş'e zamanında da sürekli yol alır ve hep kazanırlar.
İsmail Hakkı Bursevî hazretleri bu tahkik erbabını şöyle resmeder: 

“Ehl-i Hak cânında bulmuştur ayân
Nûr-i Hakk’ı âleme bîçûn1 karîn
Hak (Fe biye yesmeu ve biye yubsıru)2 dedi,
Bulduğu için nûrunu bu mâ u tıyn.3
Nûr-u pâk bulmasaydı âb u hâk,4
Olmaz idi suret-i mânâ mübîn.
Nûr-i (Lâ şarkî ve lâ garbî)5 bulan
Ehl-i dil mişkât-ı nûr olmuş yakîn.
Vahdeti kesrette bulmuş ehl-i hak,
Âminûn u sâlimûn u gânimîn.6
Hakk'a tefvîz ile Hakkı sen seni,
Fâil-i Muhtâr'ı bul "Ni'me'l-Muîn."

Dipnotlar
1. Bîçûn: Eşsiz, benzersiz.
2. "Benimle işitir, Benimle görür." [el-Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru'l-Usûl 3/81]
3. Mâ u tıyn: Arapça; su, toprak anlamına.
4. Âb u hâk: Farsça; su, toprak anlamına.
5. Lâ şarkî ve lâ garbî: Hazret-i Tecellî'den, nûr-i ilahiden kinaye; ne doğulu ne de batılı.
6. Emniyet, selâmet ve kazanç içindedir.

Go to top