Yazımıza teberrüken Fahr-i Kâinat Efendimizin (s.a.v.) giyim-kuşam mevzuundaki kaal-hâl ve fiillerini dile getirerek başlayalım.

Rasûlullah (s.a.v.) kibr u gurura sebep olacak ve aşırı derecede dikkat çekecek elbise giymemiş, giyilmesini de tavsiye etmemiştir. Kendisine Bizans imparatorunun hediye ettiği göz alıcı ipek elbiseyi giymemiş, bir Hıristiyana hediye etmiştir.

Bir gün sapsarı (dikkat çekici bir) elbise giyen birine (adama);

- “Ne kötü, ne kötü” demiş, o da derhal gidip çıkarmıştır.

Âlemlere Rahmet Efendimiz (s.a.v.), giydiği bir elbiseyi hemen çıkarıp yenisini giymeyi arzulamazdı. Eskimeye yüz tutmuş, rengi soluk elbiseyi bile giymiş, hatta yamalı elbise de giymiştir.

Hz. Âişe (r.anha) validemizin ifadesine göre,

– “Nebî sallallahu aleyhi vesellem vefat ettiği gün, üzerinde biri yamalı diğeri sert iki parçadan oluşan bir elbisesi vardı.” [Müslim, Sahih, Libas, 35]

Meselenin özeti; İslâm’da giyim-kuşam, öncelikle setr-i avret yani görünmesi-gösterilmesi yasak olan yerlerimizi örtmek, sonra da soğuk ve sıcaktan korunmak içindir. Bunun yanında giyimin temiz ve düzgün yani yırtık-pırtık olmaması da esastır. Giydiklerimizin bizi kibir ve gurura sevk etmemesi de ahlâkî umdelerimizdendir.

***

Mevzumuzla ilgili dikkat çekici önemli birkaç söz

Bu kısa ve öz başlangıçtan sonra Doğu’dan-Batı’dan güzel giyim, dikkatsiz konuşmalar ve sükût ile alakalı hikmetli birkaç söz nakledelim.

Aşağıda kısaca hayat hikâyesini de anlatacağımız eski Yunan filozoflarından Esop diyor ki:

İyi ve güzel elbiseler çirkinlikleri örtebilir; ama akılsızca sözler, sadece ahmaklıkları teşhir eder.”

Bir başkası da, “Öyle sessiz-sâkin durduğuma bakma. Sabrım ve suskunluğum en büyük silahımdır” der.

Demek ki zahirde görünen ayıplarımızı, bir dereceye kadar düzgün ve göz alıcı giysilerle örtmek mümkün... Ama uluorta düşüncesizce edilen lâflar da, kişinin akılsızlık ve hamakat derecesini ortaya koyan birer gösterge oluyor. Sabır, sükûnet, gevezelik-zevzeklik etmemek ise, bunun aksine, kişinin ne denli vakur, mâkul-mantıklı ve güçlü bir insan olduğunun emâresidir.

Amerikalı bir yazarın, “Suskunluğum en büyük silahımdır” dediği gibi, suskunluk aynı zamanda kişinin akılsızlığını, ne derece kof ve boş olduğunu da perdeler. Yani Türkçemizdeki ifadesiyle, ne saçmalıklar yumurtladığına şahit olmayıp sadece kalıbını görenler, “Adam sınır” en azından…

Yine atalarımız demişlerdir ki; “Bir şey biliyorsan konuş ibret alsınlar, bilmiyorsan sus adam sansınlar.” Ama görüyoruz ki zamane insanı, hatta günümüz Müslümanı, maalesef her şeyi biliyor ve her şey hakkında konuşuyor… Zannediyor ki ne kadar çok konuşur, ne kadar çok lâf ederse… Ya da “net” tabiriyle ne kadar çok şey kopyalayıp “paylaşır”sa, o kadar “yararlı” yahut “iyi” olacağını, “değerli” bir kişi olarak algılanacağını vehmediyor... Oysa dikkatinden kaçan bir ölçü var; o da, nasihatin-öğüdün de zamanında-zemininde ve belli bir ölçü dâhilinde olması gerektiği… Nitekim Hz. Âişe (r.anha) validemiz bir gün Medine-i Münevvere vaizi olan zata; ‘Eğer bu insanlara haftada bir defadan fazla vaaz edersen, yarın Rasûlullah’ın (s.a.v.) huzurunda senden şikayetçi olurum’ diyor ve Sebebini de şöyle açıklıyor: Çünkü onlar, bu yapılan nasihati-sohbeti bir haftada ancak hazmedebilirler. Bunu hazmetmeden yenilerini yüklemek, fayda yerine hazımsızlık meydana getirir.

Evet; topluma faydalı olmak babında bir şeyler yapmak, konuşup yazmak isteyen güruhun, bu kriteri gözardı etmemesi gerekiyor. Zira kimseye bu iş silah zoruyla yaptırılmıyor. Ne cemiyette / toplumda ne sanal âlemde… Bir başka ifadeyle; ne hitâbette ne de kitâbette…

***

Esop (Ezop) kimdir?

Ezop (Yunanca: Aisopos), Milat’tan önce 6. yy’da yaşadığı varsayılan Yunanlı eski bir masalcıdır. Kahramanları hayvanlar olan masallarıyla (istintak ile) büyük ün kazanmış olan Ezop’un hayatıyla ilgili bilgiler kesin değildir. Yani bir nevi hayatı da masaldır.

Bir söylentiye göre Trakya’da doğmuş, bir süre köle olarak Samos adasında yaşamış, azat edilince birçok yolculuk yapmış, Delphoiye yaptığı yolculuk sırasında bir cinayete kurban gitmiştir. Ancak Ezop’un bugünkü Emirdağ yakınlarındaki Amorium kentinde doğup büyüdüğü de dile getirilmektedir.

Aristotales, Ezop’un yolsuzluktan yargılanan bir siyasetçiyi mahkemede, 'tilki ile kirpinin hikâyesi'ni anlatarak nasıl savunduğunu şöyle anlatmıştır:

Bir tilkinin, başı pirelerle derde girmiş… Bir kirpi de ona, 'pirelerden kurtarayım mı seni' diye sormuş… Tilki, 'hayır, bu pireler doydu, artık fazla kan emmiyorlar. Onları kovalarsan, yerlerine yeni, aç pireler gelir demiş”. Bundan sonra, jüriye dönerek, sözlerini şöyle bitirmiş: “Dolayısıyla saygıdeğer jüri üyeleri; müvekkilimi cezalandırırsanız, onun yerine onun kadar zengin olmayan birileri gelir ve sizi daha da beter soyar!”

Ezop’un, masallarını gerçekten yazdığı hakkında hiçbir delil-vesika yoktur. Ona mâl edilmiş masalların bilinen en eski derlemesi, Milat’tan önce 4. yy’da Phaleroslu Demetrios tarafından hazırlanmış… Bu derleme bilâhare, Milat’tan sonra 1. yy’da Latince olarak Phaedrus, Yunanca olarak Babrios tarafından yeniden kaleme alınmıştır. “Ezop Masalları” daha sonra 17. yy. Fransız yazarı Jean de la Fontainein fabıllarına (istintaklarına) ilham kaynağı olmuştur. [Bkz. Wikipedia]

Ancak öyle veya böyle, neticede masal olduğuna ve bunlarda da bir hikmet kırıntısı bulunduğuna göre, “Hikmet (özlü sözler / değerli bilgiler) mü’minin yitik malıdır, onu nerede bulursa almaya (başkalarından) daha (çok) hak sahibidir.” [Tirmizî, Sünen, İlim, 19; İbn Mâce, Sünen, Zühd, 17] Nebevî düsturunca, gereğinde bunlardan da faydalanmak en başta biz Müslümanların hakkıdır elbette… Ayrıca Araplar arasında kullanılan şöyle bir atasözü de vardır: “Söylediği söze bak, söyleyene değil.” Bunu da hatırdan çıkartmamak gerek.