Ahmet Selim, Aksiyon, Sayı: 594, 24.04.2006

Muhafazakârlık, düşünmeden yaşanılanların felsefesini yapmak değil, düşünerek yaşamanın zenginliğini ve üstünlüğünü savunmaktır. "Yapılmaması gerekenleri yapmamak" göreviyle ilgili ihlaller, "bile bile yapılan hatalar" cinsindendir. Bilmeden yapılan hatalar bunun sonucudur. Bilmeden yapılan hataları, düzeltmekle bitiremezsiniz; şayet bilerek yaptığınız hatalardan vazgeçmezseniz!

Yapılmaması gerekeni yapmamak; birçok açıdan, yapılması gerekenlere nazaran öncelik taşır.

Koruyamadığınız, koruyamayacağınız şeyi kazanmanız anlamlı değildir. Bir şeyi alacaksınız, yahut kazanacaksınız, yahut şu veya bu biçimde tasarruf alanınıza dâhil edeceksiniz; fakat değerlendiremeyeceksiniz, hatta koruyamayıp bozacaksınız, yahut kötüye kullanacaksınız. Bir sürü negatif ihtimal var… "Koruma ve koruma sorumluluğu" hepsini ihata edebilir.

Beni çok düşündürmüştür. "Muhatap olmayanın sorumluluğu" bahsinde bir farklı nokta var mı diye aramışımdır hep. Bazılarının nasipsizliği ve "dağ-ı derun" olma bahsi… Bir, öncelikli "insanî duruş" manası yok mu burada? "Sen muhatap olsan da yararlanamazsın. Fıtratındaki insanî duruş özelliğinden uzaklaşmışsın. Arama ihtiyacını köreltmişsin. Karşılaşacağın manayı reddetme şartlanmışlığı içindesin" tarzında bir uyarıyı kendi kendime şekillendirmeye çalışmışımdır. Güncel hallerimizde de var bu. Dinlemeden, düşünmeden, hatta "olumlu bir şey de gelse, istemem gelmez olsun!" şartlanmışlığına hiç rastlamadınız mı? Bence bu, "tebliğ" açısından da önem taşır. "Ben görevimi yapayım" diyerek, red kararlılığı önceden belli olanla bilinen tarzda muhatap olunmaz. Sorumluluğunu ve vahametini arttırırsın. "Ne söylesen bir nefsânî tahrik doğacak" hususu apaçık görünüyor ise mutad olana göre davranılmaz. Önce onun kapanmışlığını aralamak gerekir; hal ile, dolaylı tesirlerle, ve tabii ki imkan nisbetinde.


KORUMA VE KORUNMA

…Koruma, gelişmenin sadece varlık şartı değil, aynı zamanda motivasyon unsurudur. Yani statik bir elverişlilik değil, dinamik bir olgudur. Korunmuş olan, gelişmeye temayül gösterir; onu arar hale gelir. Bu husus eğitimde çok önemlidir. Ne verirseniz verin, onun alma ve algılama yetenekleri engelleniyorsa, zaafa ve hasara uğratılıyorsa, sonuç alamazsınız. Önce onu hem eğitim şartları açısından koruyacaksınız, hem de ona "kendini koruma" eğitimi vereceksiniz.

Herşeyin tamam gibi ama, teknenin dibinde rahneler, delikler var! Böyle ise, motoru güçlendirmeye çalışmanın anlamı ne? Yol haritalarını tartış, çeşitli hızlandırma hazırlıkları yap, olmaz. Önce o teknenin dibini onaracaksın… Başka örneğe geçelim. Fabrikan mükemmel üretim yapıyor ama, atıklarıyla etrafa zehir saçıyor ise? Anlamı kalır mı?
Fıkıh'ta bir kural vardır, duyan önce bir şaşırır. Halbuki şaşırtıcı değil, düşündürücüdür: "Farz ile haram ictima ettikde, haram ihtiyar olunur." Yani, haramın hükmü öncelikle dikkate alınır ve o iş yapılmaz. İkisi nasıl bir araya gelir? Bir farzı yerine getireceksiniz ama, bunu yapabilmek için bir haramı da bu arada yapmak zorlayıcılığı var ise; o iş yapılmaz. Tabii ki özel durumlar söz konusu olabilir, fakat ilkeler ve ölçüler istikametinde. Akıl'la, samimiyetle ve istikamet şuuruyla… Ve bunu yaparken, önce kendi nefsinizden korunacaksınız! Nefsin sistematik karışması, aleni saldırılarından ve (hatta) galibiyetlerinden çok daha kötüdür. Bin beterdir! Çünkü buradaki marifetlerini kavramsal renklerle ve cazibelerle tezgâhlar. Müzakerelerin mükabere'ye ve mücadeleye dönüşmesinin öyle örnekleri var ki, diliniz tutulur; yorumlamaktan çekinirsiniz, korkarsınız. İyi bir "kendini koruma" eğitimi almamışsanız, "ihtilaflar" bahsine hiç yaklaşmayacaksınız. Gelin görün ki, avami ilgilerin meyli de hep ihtilaflar bahsine doğrudur!


DÜŞÜNEREK YAŞAMAK

…Her tepki, rengiyle ve kokusuyla kendini ifşa eder. İlk bakışta "düşüncesini yahut tezini değil nefsini savunuyor" diyebilirsiniz. Bunu fark edebilmek, korunma eğitimiyle ilgili bir meseledir. Ve bunu fark edebilmek, muhatap olduklarından daha çok, insanın kendisi için, yani otokritik dikkat açısından önemlidir. Bu 'fark ediş'in bir dili vardır; öğretilebilen, öğrenilebilen. Fasıldan fasıla daldan dala geçerek bazen meselenin merkezindeki yoğunlaşmayı ertelemek gerekir ki, "fark ediş" dilinin uyarıları devreye girebilsin. (Belki şu an yaptığım dahi odur!)

Geçen hafta yazdığım başörtüsü yazısı hem olumlu hem olumsuz tepkiler aldı. Beklenmeyen bir hal değil; tam tersine, üzerinde çok düşünülmüş bir durum. Tepkileri dinlendireceğim ve sonra bir yazı daha yazacağım.

Bizdeki muhafazakârlığın, ne tutuculuk yüklemesiyle bir ilgisi var, ne de Batı'daki feodal direniş tavrıyla. Bizde muhafazakârlık, bir özel "koruma ve korunma" fikriyatı gibidir. ("Felsefî" diyecektim ama, terminolojik köklerin pratik faydalar için ihmal edilmesi burada caiz değil.)

…Hep atıfta bulunurum, "Mukavemet gücümüz olmadığı için hamle gücümüz de yok" sözüne. Mukavemet gücü, "var olma" gücüdür; değişmeme inadı değil. Mukavemet gücü, değişimlerin gelişme yönünde olabilmesini sağlayan denge gücüdür. Tek ayak üzerinde fırıl fırıl dönmek, hiçbir şey değildir. Teşbih konusu olabilecek bir aleladeliği bile yok. "Bunu niçin yapıyorsun?" sorusundan dahi müstağni! Nefsânî şaşkınlık izah kaldırmaz. Dengesizliğin savunulması abestir, tevil de götürmez. Muhafazakârlık, düşünmeden yaşanılanların felsefesini yapmak değil, düşünerek yaşamanın zenginliğini ve üstünlüğünü savunmaktır.

"Yapılmaması gerekenleri yapmamak" göreviyle ilgili ihlaller, "bile bile yapılan hatalar" cinsindendir. Bilmeden yapılan hatalar bunun sonucudur. Bilmeden yapılan hataları, düzeltmekle bitiremezsiniz; şayet bilerek yaptığınız hatalardan vazgeçmezseniz!

Şunu asla unutmayalım:

Biz metotla ilgili tıkanıklığımızı giderip düşünerek yaşamanın yolunu açmazsak hiçbir ciddi meselemizi halledemeyiz.


DERİNLİK BOYUTU

Verdiğim uygulama örneğindeki soruda "İki şık arasında tahyir ediliyorsunuz" kaydı vardı. "Yani bir üçüncü şık yok" varsayımına dayanıyordu. Hatırlayalım. Üçüncü bir şık adına tepki koymak o örnekte anlamsızdır. "Zaruretlerin, miktarınca takdir edilmesi" ilkesini belirtmiştim. Var olup olmadığını ve miktarını akılla bilgiyle tespit etmek mümkündür. Fakat burada, pek hatırlanmayan bir hususu işaretlemek istiyorum. Belirli ölçüler açısından lise çağı ile üniversite çağı arasında bir fark yoktur. Mecburi eğitim kapsamındaki bir kademe için zarureti ve hikmet planını müştereken gözeten bir yoruma yer verilmemesi mümkün müdür? Mecburi eğitimin 12 yıla çıkmasının savunulduğu da bilinen bir husustur. Burada şunu önemle belirtmek ihtiyacındayım: başörtüsünün varlığı da yokluğu da hikmet planını lüzumsuzlaştırmaz. Evvelce de yazmıştım. "Gösteriş, uzunluk-kısalık, darlık-genişlik, şeffaflık-renk benzeştirmesi" gibi hususlar başı örtülü olanların da olmayanların da dikkate alması gereken hususlar olarak yorumlanabilir. Estetiğe yer verilmesi hatırlanıyor da, "anlam ve kişilik" planı pek önemsenmiyor. Halbuki estetik de o plana bağlı olarak gerçeklik kazanabilir; aksi halde sadece modaya bağlı özenmeler ve savrukluklar yaşanır.

"Akıl ve ruh sağlığını korumak" dinin amaçlarındandır. Bir genç taşınamaz yüklerin ağırlığına sevk edilip manen-fikren-ruhen yalnız bırakılarak himaye değil ancak ihmal edilmiş olur. Yıllar önce hıçkırıklara boğulan sesiyle bir genç kızımız telefonda beni aramış ve ruhî bunalımını anlatmıştı. Psikolojisini anlamama yardımcı olabilir diye paralel'i hanımıma vererek kendisiyle 3-4 defa konuştum. Birkaç yıl sonra beni tekrar arayarak teşekkürlerini bildirdiğinde dünyalar benim olmuştu. Çeşitli mahrumiyetler, yerine göre bir fedakârlık konusu olarak teklif edilebilir, ama sağlığını kaybetme (özellikle de akıl ve ruh sağlığını kaybetme) bedeli teklif olunamaz.

Az bilmek; yarım yahut çeyrek bilmek falan değildir. Bazı şeylerin yarısına çeyreğine sahip olunamaz. "Küllî" bileceksiniz, küllilik vasfı taşıyan bir bilgiler toplamına sahip olacaksınız. Mesela "insanı bilmek, anlamak" konusu da böyledir, dini bilmek de. Bu konularla "yarım bilgi" genellikle yanlış bilgidir. Çeşitli biliş kademeleri, çapı farklı olan daire bütünlükleri halindedir. Bütünlük vasfından mahrum bir bilgiler toplamının yaşanabilirliği ve uygulanabilirliği gerçekleşmez. Özellikle tıp ve ilahiyat alanlarında bunun dramatik sonuçları olur. Bütünlük vasfından mahrum bir bilgiler toplamıyla bırakınız doktor olmayı, doktordan faydalanmayı bilen bir hasta bile olamazsınız. Daha geniş çaplı dairelerden faydalanmak için dahi, sizin kendi (küçük çaplı) bir dairenizin, yani bütünlük gerçeğinizin var olması gerekir. Eğitimin, yazılı olmayan kurallarından biri de budur. Dev bir çınarda var olan, küçük bir fidanda da vardır. Ağaçlar tamamiyetlerini ilerleterek büyürler, aynen insanlar gibi. "Kökleri halledelim, sonra gövdeye, dallara, yapraklara sıra gelir" yahut "yapraklarla yetinelim, sonra köklere bakarız" mantığıyla eğitim olmaz. Ağaç yarın bilinmez, insan hiç bilinmez, tıp ve din hiç mi hiç bilinmez. Bütünlük bilgisi, uzmanlık bilgisinin de temel şartı ve mesnedidir. Benim müşahede ettiğim şudur:
Eskiden (bütünlüğe sahip) az bilgi durumu çok görülüyordu, şimdi yarım bilgi çeyrek bilgi yoğunlukları yaşanıyor. Diplomalıların artmasına rağmen, "eğitimle halledilir" dediğimiz toplumsal "sorumluluk ve bilinç" problemlerinde sıkıntılar azalmadı, hatta daha da derinleşti. Sebebi işte o anlattığım haldir. Düşünce gelişmiyor, okuma sevgisi doğamıyor vs. Bunlar çok tabii sonuçlar. Sebeplere taraftar olup sonuçlardan şikâyet etmenin âlemi yok. 'Durum mükellefiyetleri'ne karşı hassas olmak, düşünce ufkunu açan tedbirlerden biridir. Bir insan sizin yardımlarınızla çok büyük bir sıkıntıdan kurtulacaksa, hatta o yardımla hayatı kurtulacaksa ve siz kendisine yardım etme gücüne sahipseniz; seyirci kalmanızın hükmü nedir acaba? Müşahhası yazılı olmayan herşeyi nafile kapsamına sokamazsınız. Hatta münhasıran sizin müşahede alanınızda görünen bir durum sizin sorumluluğunuz açınızdan önceliği vardır. Birine yolun yokuşunu gösterip yalnızlığı yoldaş etmek, sonra da kendine düşenler için yüksek matematik hesabı yapar gibi sorumluluklarını ve yükümlülüklerini ıskat hesapları yaparak keyif sürmek, akılla da bağdaşmaz faziletle de.

…Derinlik boyutunu ihmal eden yalın düzlem bakışı kâğıdın üzerindeki biçimsel işaretleri ve figürleri görür sadece. Bütünlüğü fark etmek ve kendi kişilik bütünlüğünü kurmak, derinlik boyutunu görebilen ufuk açılarıyla mümkün olur ve var oluşumuz da ancak o zaman gerçeklik kazanır. Düşünce ve çözüm üretmenin başka yolu yoktur. Ve de; içimizin, ruhumuzun, aklımızın, kalbimizin, kişiliğimizin düğümlerini bir "gerçek var oluş" aydınlığında çözmektir bizim kök meselemiz. Aslında şartların elverişli olup olmaması bu durumun hakikatini hiç etkilemez.

Go to top