SORU:

Değerli hocam buradaki>> yazınıza istinaden;

Cezbe den dolayi aglama degilmidir bu bahsi gecen aglama ve onun hükmü nedir ?

bu konuyu biraz daha acabilirmisiniz ... ?

ben noksan bilgimle cezbelenib aglamanin güzel hos oldugunu saniyordum?

acaba Cezbe hakkinda bir yazi yazabilirmisiniz?

Allah(cc) razi olsun

vesselam veddua


 

CEVAP:

Tasavvufta mü'mini, Cenâb-ı Hak ve tekaddes ve teâlâ'ya kavuşturan yollar esas itibariyle iki kola ayrılır:

1. Kürb-i nübüvvete taalluk eden yol. Bu yol zâtî ve aslîdir; aslın aslına ulaştırır, kavuşturur. Asâleten bu yoldan ulaşanlar; peygamberler (aleyhimüsselâm) ve onların ashâbıdır. Kezâ, ümmetin büyük evliyâsından, kendisi için murâd edilen diğerleri de –her ne kadar bunlar az, hatta azın azı iseler de– bu devletle şereflenirler.

Bu yolda tavassut ve hâil, yani vâsıta olma-araya girme durumu yoktur. Bu vâsılînden (bu yolla Hakk'a erenlerden) feyz alanlar, hiç kimsenin tavassutu olmadan asıldan alırlar... Biri diğerine hâil de olmaz. Nitekim Resûlüllah Efendimizin (s.a.v.) sohbeti neticesinde ashâb-ı kirâma müyesser olan yakınlık, işte bu nübüvvet yakınlığıdır, tebaiyet ve verâset yolu ile hâsıl olmuştur. İsa aleyhisselâm kıyâmete yakın yeryüzüne indiğinde ve va'dolunan Mehdî aleyhirrıdvân geldiğinde, onlar da bu yoldan vâsıl olacaklardır. Bu yakınlıkta ne “fenâ” vardır, ne “beka”; ne “cezbe” vardır, ne de “sülûk”...

İşte bu yakınlık, velâyet yakınlığından daha faziletli ve bir çok mertebelerle ondan daha yücedir. Zira bu yakınlık asıldır (asla yakın olmaktır). Velâyet yakınlığı ise, gölge yakınlığıdır. İkisi arasında çok büyük fark vardır; lâkin herkesin idrâki, bu ma'rifetin zevkini anlayamaz. Bu ma'rifeti anlayıp kavrayamama noktasında, havâs zümresi bile avâm sınıfı ile neredeyse beraberdir.

Ancak, nübüvvet kemâlâtının zirvesine çıkış velâyet yolundan olursa, o zaman fenâ ve bekâ, cezbe ve sülûk gerekli olur. Zira bunlar, o yakınlığın başlangıcı ve hazırlığıdır. Bu kemâlât aşılıp, tecelliyat da husûle geldikten sonra nübüvvet kemâlâtına ayak basılır. Fakat seyir bu yoldan olmaz da, nübüvvet yakınlığı için sultânî yol tercih edilirse; işte o zaman fenâ, bekâ, cezbe ve sülûke ihtiyaç olmaz. Ashâb-ı kirâmın seyri de, sultânî olan nübüvvet yakınlığı yolundan olmuştur. Bu bakımdan onların cezbeye, sülûke, fenâya ve bekâya ihtiyaçları yoktur. İşte burada anlatılmaya çalışılan “kurb-i nübüvvet”, bu yakınlıktır.

Nübüvvet kemâlâtının hâsıl olması, tamamiyle İlâhi mevhibeye bağlanmış, büsbütün İlâhî bir ikrâma bırakılmıştır. Bunda zorlamanın, çalışmanın bir tesiri yoktur; bu büyük devlet, hiçbir çalışma ve amelin neticesinde elde edilebilecek bir nimet değildir. Keza, hiçbir riyâzat ve mücâhede de bu güzel nimetin netice ve meyvelerini vermez.

Velâyet kemâlâtı böyle değildir; onun başlangıcı çalışmaya, gayret edip emek vermeye bağlıdır. Hâsıl olması da riyâzat ve mücâhedeye kalmıştır. Her ne kadar bazı şahısların, bir çalışma olmadan, sâlih bir amele başlayıp girişmeden bu devletle şereflenmeleri câiz ise de, velâyet kendisinden ibâret olan fenâ ve bekâ dahi, bir mevhibe-i İlâhiyedir... Bu nimete ermek kimlere murâd edilmişse, ancak onlar gayret ve çalışmalarının neticesinde, Allah Teâlâ'nın ihsan ve inâyetiyle onunla müşerref olur.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, zât-ı âlîlerini kastederek, buyuruyorlar ki:
Bu fakîr, risâlelerinde ve bazı mektuplarında şöyle yazmış idi: “Benim muâmelem sülûkün, cezbenin, zuhûrâtın, tecelliyâtın da ötesinde olmaktadır.” Bununla anlatmak istediğim, işte bu yakınlıktır; yani nübüvvet yakınlığı... Ben Hazret-i Şeyhimizle (k.s.) beraber olduğum sırada, zuhûrât olarak bu devleti elde ettim. Âyet meali: “Hidâyetiyle bizi (bu nimete) kavuşturan Allâh'a hamdolsun! Allah bize hidâyet etmeseydi, biz kendiliğimizden bunun yolunu bulmuş olamazdık. Rabb”imizin resûlleri Hakk'ı getirdi.”

(Tasavvufta) fenâ ve bekâ, cezbe ve sülûk tâbirleri de yenidir. Meşâyihin buluşlarındandır. Mevlânâ Câmî (k.s.) Nefehât'ta, “Fenâ ve bekâdan ilk bahseden, Ebû Saîd el-Harrâz”dır (k.s.) demiştir.

2. Kurb-i velâyete taalluk eden yol. Aktâb, evtâd, büdelâ, nücebâ ve Allah Teâlâ'nın bilumum velî kulları bu yoldan vâsıl olurlar, Hakk'a ererler, kavuşurlar... Sülûk tarîkı” da bu yoldan ibarettir... Hatta bilinen “cezbe” de bu yola dâhildir... Bu yolda, “kurb-i nübüvvet”in aksine tavassut ve hâil vardır...

Kurb-i velâyet yolundan Hakk'a vâsıl olanların muktedâsı (kendisine uydukları), reîsleri, o büyüklerin feyiz kaynağı Hz. Aliyyü'l-Murtezâ kerramellâhü teâlâ vechehü'l-kerîm'dir. Bu şânı, şerefi, keyfiyeti büyük makam ve mevki ona bağlıdır. Bu makamda, Nebî sallallâhü aleyhi vesellem'in mübârek ayakları, âdeta Ali kerramellâhü vechehû'nün başı üzerinde gibidir. Hazret-i Fâtıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r. anhüm) de, bu makamda onunla ortaktırlar.

Öyle zannediyorum ki; Hz. Ali (k.v.), maddî hayatın meydana gelmesinden evvel bu –kendisine müracaat olunacak ve sığınılacak– yüce makamın sahibi idi. Nitekim maddî hayatın başlamasından sonra da bu yoldan her kime bir feyz ve hidâyet ulaştı ise, onun vâsıtasıyla ulaşmıştır. Zira o, bu yolun son noktasındadır ve bu makamın merkezi ona bağlıdır.

Ne zamanki onun devri tamamlandı; şeref ve itibarı, rütbe ve derecesi çok büyük olan bu makamı, sırasiyle oğulları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'e (r.anhümâ) teslim etti. O ikisinden sonra da, tertip üzere ve düzenli bir şekilde on iki imamdan her birine geçti. Bu büyüklerin yaşadığı asırlarda, hatta ebedî âleme irtihallerinden sonra da, (velâyet yolundan) her kime bir feyz ve hidâyet ulaştıysa, –ister vaktin nücebâsından, isterse kutublardan olsun– bunların vâsıtası ve araya girmeleri ile ulaştı. Kurb-i velâyet yolundan vâsıl olmak isteyenlerin hepsinin sahibi ve sığınağı bu büyüklerdir. (Merkez onlardır), etrafın da mutlaka merkeze katılması gerekir. (Bu yolda merkez), nöbet sırası Şeyh Abdülkadir Geylânî'ye (k.s.) gelinceye kadar onlar idi. Sıra Abdülkadir Geylânî hazretlerine gelince de bu makam ona bırakıldı. Bu merkez üzerinde, anlatılan imamlarla Şeyh Abdülkadir Geylânî (k.s.) arasında ise hiç kimse görülmemektedir.

Anlaşılan odur ki; kutublardan olsun, nücebâdan olsun, her kime bu yoldan feyizler ve bereketler ulaşmışsa, onun şerefli ve mübârek tavassutu ile olmuştur. Çünkü bu merkez, ondan başkasına müyesser olmadı. Bundan dolayı o, şöyle demiştir: “Evvelkilerin güneşleri battı; bizim güneşimiz batmaz, ufuk-ı a”lâ'da ebedîdir.” Burada “güneş” tâbirinden murad, hidâyet ve irşad feyizlerinin güneşidir. “Battı” ifadesiyle açıklanmak isetenen ise, anlatılan feyzin olmayışı, bereketin gelmeyişidir.

İmâm-ı Rabbânî (k.s.) hazretleri bu açıklamalardan sonra ise, yaşadığı devirde, Abdülkadir Geylânî (k.s.) hazretlerine vekâleten –kurb-i velâyetle alâkalı– o vazifeyi de kendilerinin devam ettirdiklerini beyan ederek sözlerini şöyle sürdürüyorlar:

Şunun da bilinmesi gerekir ki; bir şahsın kurb-i velâyet yolundan kurb-i nübüvvet yoluna ulaşması doğrudur, mümkündür. Bu vaziyette o kişinin, her iki muâmeleye de ortaklığı olur. Peygamberlere (aleyhimüssalâtü veselâm) tetaffulü (peykliği-uyduluğu, onların câzibesi etrafında bulunması) dolayısiyle, kendisine orada bir yer, bir mevki verilir. Bu durumda her iki yolun muâmelesi de ona bağlı olur.

Şiir meali: “Âlemi bir şahışta toplamanın, Allâh'a bir zorluğu yoktur.”

Nitekim İmâm Câfer-i Sâdık'ta (r.a.) bu iki yol birleşmiştir. Zira onun, bir yandan Hz. Ebû Bekir'e (r.a.), diğer taraftan da Hz. Ali'ye (k.v.) nisbeti (bağlılığı) vardır. Bu iki nisbetten gelen kemâlât (mânevî bakımdan tam ve eksiksiz olma durumu) onda bir bütün hâlindedir. Onlar, İmâm Câfer-i Sâdık hazretlerinde birleşmesine rağmen, her biri tek başına ve birbirinden ayrıdır. Binâenaleyh bir tâife ondan Hz. Sıddîk'a bağlılığı dolayısıyla, Sıddîkıyet nisbeti aldı; bir başka cemaat ise, Hz. Ali'ye bağlılığı dolayısıyla, Aleviyet nisbeti aldı...

Bunda şaşılacak bir vaziyet de yoktur. (Farklı) mahal hususiyetleri, nisbetin bir olmasına rağmen, hâli üzere kalır. Meselâ, Hindistan'ın Benâris beldesindeki Künk ırmağı ile Çemen ırmağı aynı yerde toplanmasına rağmen, suları birbirine karışmıyor... Böylece Künk ırmağı tarafında olanlar onun suyundan, Çemen ırmağı tarafında olanlar da Çemen'in suyundan içiyorlar. Mahallin müteaddit olması dolayısıyla, aynı suya ayrı ayrı hususiyetler gelir. Bu itibarla her iki yolun hususiyetleri göz önüne alınarak, kendilerine, ayrı ayrı yollardan intisâb etmek câiz olur. (Kaynak Mektûbat-ı İmâm-ı Rabbani k.s.) http://forum.ankebut.net/showthread.php?t=8957
***

Dilerseniz meseleyi hulasa etmeye çalışalım.

Sanırım cezbeyi tarife gerek yok. Cezceye maruz kalan velilere de "meczub" dendiğini bilirsiniz. İslam hukukuna-tasavvufuna göre cezbe halindeki sâlik sorumlu ve yükümlü sayılmaz.

Yukarıdaki "Ağlama" ile ilgili açıklamalar, "kurb-i nübüvvet yolu"na tabi, o yola mensup bir büyük zatın izahlarıdır. Binaenaleyh "kurb-i velayet yolu"na mensup olan bir salikin cezbe esnasında yaptıkları, ağlamaları-sızlamaları mazur görülebilir... Ama öbür yola mensup ise, o yolun büyükleri, yukarıda da açıkça ifade edildiği gibi, suret-i kat'iyyede tecviz etmiyor, hoş görmüyorlar. Kabul ettikleri yer ve zaman ise malum; “... cevf-i leylde (gecenin ortasında) karanlık ve yalnız bir mekânda, Allâh’tan mâada hiç bir ferdin huzûr ve ıttılâı bulunmayan (kimsenin görüp duymadığı) yerde..."

İlginize teşekkür ederim.

Bilmukabele selam ve dualarımla...

Go to top