Halis ECE

 

HER DUYDUĞUNU YAYMAK DOĞRU DEĞİLDİR

Duyduğun-bildiğin, okuyup öğrendiğin her şey her yerde ulu orta konuşulmaz. Her mevzuun zaman ve zemine göre farklı anlatım-yazım metodları vardır. Eğer bunlara riayet edilmeyecek, usûle itina gösterilmeyecek olursa, çoğu zaman fayda yerine zarar görülebilir.

 

Kur’ân-ı Kerim’de Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki:

Onlar (yani zayıf Müslümanlar) emniyet veya korkuya dair bir haber gelse, hemen onu yayarlar.” (1)

Dilerseniz öncelikle âyet-i celilenin iniş sebebini ele alalım...

Asr-ı Saâdet’te münâfıklar, fırsat buldukça düzmece haberleri ve uydurdukları yalanları yayarlardı. Müslümanlar’ın zayıflarından bir kısım insanlar da, cihâda çıkan müfrezelerin durumlarıyla ilgili acı veya tatlı herhangi bir haber işittikleri zaman, doğruluğunu-yanlışlığını araştırmadan; ne öncesini, ne de neticesini hesaba katmadan doğrudan doğruya yaymaya kalkışırlardı. Bu gibi dikkatsizlik ve saygısızlıkları yüzünden bazı istenmeyen neticeler, fitneler meydana gelirdi. Müfessirlerin çoğu, bu âyetin bundan dolayı indiğini açıklamışlardır.

 

Evet, mânevî cihetten zayıf olan bazı Müslümanlar, kendilerine zafer veya mağlûbiyet, musîbet veya hezîmet gibi haberler geldiğinde; bu haberin doğru mu değil mi, yayılmasında bir zarar var mı yok mu? Efkâr-ı umumiyenin menfaati açısından neşredilmesi mi, yoksa gizlenmesi mi gerekir?.. diye hiç düşünmeden, danışmadan yayarlardı. Bu da Müslümanlar’ın aleyhine olurdu ki, doğru bir hareket değildir. Zira sır olması gereken hususları deşifre etmek, yaymak münâsip olmaz.

 

Bu durum, manevi sahada da böyledir. Her bildiğini, her duyduğunu uluorta konuşmak, yazmak, hele hele bahusus inançla alakalı, zahir planda tevsiki güç meseleleri yerli yersiz ortaya atmak ekseriyetle fayda yerine zararlara yol açabilir. O bakımda ölçü; mutlaka ihtiyacın gözetlenmesi yanında, o meselenin-bilginin anlatılmasının lüzumu ve faydası noktasında dikkatli davranılmasını icap ettirir. Özellikle de isbat edemeyeceğimiz hususları kaleme almamaya, geniş platformlarda dillendirmemeye gayret göstermeliyiz.

 

Nitekim Allah dostu ediplerden birine,

Sırrını nasıl saklarsın?” diye sorulunca, şöyle cevap vermiştir:

Ben sırrımın mezarıyım!”

Ve yine bu hususta denilmiştir ki;

Sudûru’l-ahrâr, kubûru’l-esrâr."

Yani hür olanların, nefislerininin esaretinden kurtulmuş olan sâlihlerin göğüsleri, sırların mezarlarıdır, esrar hazineleridir.”

Görüldüğü üzere yukarda geçen bu ayet-i celilede ayrıca;

- Doğruluğunu-eğriliğini araştırmadan,

- Ülke yararına mı zararına mı olur hesap etmeden…

… Sanki bir marifetmiş gibi hemen her şeyi yayına sokan, gazete-dergi sayfalarında ve tv ekranlarında teşhir eden günümüz basın ve medya mensuplarının durumuna da temas eden çok önemli bir îkaz-uyarı vardır.


***

 

Bundan sonra âyet-i kerime (mealen) şöyle devam ediyor:

Halbuki onu (o haberi duyan Müslümanlar), Resûl’e ve aralarında ülü’l-emr olanlara (yani o işe salâhiyet ve ihtisâsı olan zevâta veya âmirlere-yöneticilere) götürselerdi, onların arasından işin iç yüzünü araştırıp çıkaranlar, onun ne olduğunu anlar, bilirlerdi.” Daha önceki tecrübe ve görüşlerini ortaya koyarak, bu yeni haberlerin de gerçek değerlendirmesini yaparlardı. Münâfıkların savaş veya diğer alanlardaki hîlelerine karşı bilgilerini ortaya koyar, tedbir alırlar, tuzağa düşmezlerdi.


***

 

KUR’AN’DA HER ŞEYİN HÜKMÜ SARİH DEĞİLDİR

Âyet-i kerimenin metninde geçen ‘istinbat’ kelimesi, işin iç yüzünü meydana çıkarmak demektir. Bu kelimenin sülâsî masdarı olan ‘nebt’ ise, kuyu kazıldığı zaman ilk anda ortaya çıkan sudur. İşte, halli-çözümü istenen bir hâdise, bir mesele karşısında elde bulunan vesîkaları ve bilgileri inceleme, etraflı bilgi edinme, araştırma, düzeltme ve karşılaştırmalar yaparak yeni bilgiler ortaya çıkarmaya da istinbat ve istihrac denilir. Bu bir meleke ve ihtisas işidir.

 

Herhangi bir işte böyle bir liyâkat ve kifâyet sahibi olan müctehid âlim ve âmirler, o işin ehli sayılırlar. Bunun için yukarıda, “Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, Allâh’a ve âhiret gününe hakikaten inanıyorsanız, onu Allâh’a ve Resûlü’ne götürün” (2) diye Allâh’a ve Peygamberi’ne mürâcaat emredildiği gibi, burada da Allâh’a, Peygamberi’ne ve ülü’l-emre mürâcaat edilmesi tavsiye edilerek, bunlara da itaat etmenin Peygambere itaat etmeye bağlı olduğu anlatılmıştır. Bundan dolayıdır ki, icmâ-i ümmet için geçerli olan görüş, bu gibi hüküm istinbâtına salâhiyettar olan zevâtın görüşüdür.

Bu âyetin bize anlattığı hükümleri, şöyle sıralayabiliriz:

1. Hâdiselerle ilgili hükümler içinde, doğrudan doğruya âyetlerle bilinemeyip istinbat ile bilinebilecek olanlar da vardır.

2. İstinbat da bir delildir.

3. İstinbâta ehil olmayanların, karşılaştıkları meselelerde, bilmedikleri mevzularda müctehid âlimlere veya onların görüşlerine mürâcaat ederek onları taklit etmeleri vâciptir.

4. Resûlüllah (s.a.v.) da istinbat ile mükelleftir. “Halbuki onu, Resûl’e ve aralarında ülü’l-emr olanlara (yani o işe salâhiyet ve ihtisâsı olan zevâta veya âmirlere) götürselerdi, onların arasından işin iç yüzünü araştırıp çıkaranlar, onun ne olduğunu anlar, bilirlerdi” âyetinin, Resûlüllah’a da şâmil olduğunda şüphe yoktur.

Velhâsıl nass’ta açıkça hüküm bulunmayan mevzûlarda müctehidlerin ictihad etmeleri zarûridir. Dolayısıyla icmâ-i ümmet ve kıyâs-ı fukahâ da Kitap ve sünnetten sonra edille-i şer‘iye-i asliyeden sayılmıştır.


***

 

“EZMÂNIN TAGAYYÜRÜ İLE AHKÂMIN TAGAYYÜRÜ İNKÂR OLUNAMAZ”

Nass ile sâbit olan hükümlerde, ictihâda yer yoktur. Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye’de yer alan, ‘Ezmânın tagayyürü ile ahkâmın tagayyürü inkâr olunamaz’ kâidesi, ‘Mevrid-i nass’da ictihâda mesağ yoktur’ hükmüyle ifade edilen umumi kâideye bağlı bir husustur. Nitekim Mecelleyi hazırlayan hey’etten Ali Haydar Efendi merhum bunu şöyle izah etmiştir: ‘Zamanın değişmesi ile değişen ahkâm, örf ve âdet üzerine kurulan hükümlerdir. Nass ile sâbit olan hükümler değişmez. Zira nass örften daha kuvvetlidir. Nassın bâtıl üzere olması aslâ muhtemel değil iken, örf bâtıl üzere olabilir.’

 

Son devir dersiâmlarından ve Silsile-i Zeheb’in son halkası olan Süleyman Hilmi Tunahan (k.s.) hazretleri de mezkür kâidenin îzâhı sadedinde şöyle buyurmuşlardır:

Ezmânın tebeddülü ile şer‘î ahkâm değil, dünyevî ahkâm yani âdet ve ahvâl tebeddül eder. Okka yerine kilo, dirhem yerine gram, arşın yerine metre kullanılıp cübbe yerine ceket giyildiği gibidir. Ahkâm-ı İlâhî değişmez; kıyâmete kadar sâbit ve bâkidir.”

 

Âyet-i kerimenin son cümlesi ise şöyledir:

“(Ey Müslümanlar!) Eğer size, Allâh’ın lutuf ve rahmeti olmasaydı (yani böyle peygamber ve istinbâta gücü yeten müctehid âlim ve idarecilerle sizi, doğru yola irşad ve hidâyeti olmasaydı), muhakkak ki siz, pek azınız hâriç, (ekseriyetle) şeytana (ve şeytan gibi olan münâfıklara) uyardınız.” (3)

 

Yani şâirin, ‘el-Avâm ke’l-hevâm, yencerrûne bi-şi‘rin vâhidin” dediği üzere, halk böcekler gibidir. Nasıl ki böcekler, karanlıkta gördükleri bir ateşin hayatlarına mâl olacağını hesap edemez, onun etrafına üşüşüp toplanırlar, yanma mesâfesini de ayarlıyamazlarsa; avâm da bir şiirle, tatlı bir sözle istenilen yere çekilip götürülürler. İlerideki tehlikenin neler olabileceğinin farkında olmazlar.

 

Şeytanın ve münâfıkların ardından sürüklenir giderler...

Onlara uymadıkları hususlar veya uymayanlar pek az olur. Çünkü;

Hak ve hayırlı işleri, bâtıl ve şer olanlardan, iyiyi kötüden, doğruyu eğriden, dalaleti hidayetten, nuru zulmetten herkes ayıramaz.

 

Bunu ancak, Allâh’ın izniyle Kitab-ı İlâhî’nin sırlarına vâkıf olan mürşid-i kâmiller... Ondan hüküm çıkarmaya gücü yeten (müctehid olan) ülü’l-emr kişiler ve râsih âlimler yapabilir.

 

Oların şeytana aldanması nâdirdir. Meşhur kaidedir; "en-Nâdiru ke'l-ma'dûm", yani nadirse yok gibidir.

Halbuki halk, sıradan insanlar, manevi cihetten zayıf Müslümanlar çoğunlukla aldanır.

Bununla birlikte ilim ehlinin, maneviyat erbabının aldanmaması da yine Allâh’ın lûtuf ve rahmeti sayesindedir. Yoksa bizatihi onların kendilerinden kaynaklanan bir fazilet/üstünlük değildir.(4)

 

DİPNOTLAR
(1) en-Nisâ, 4/83
(2) en-Nisâ, 4/59
(3) en-Nisâ, 4/83
(4) Başta Elmalılı merhumun Hak Dini Kur'an Dili, İ. H. Bursevi'nin Ruhu'l-Beyan'ı olmak üzere muhtelif kütüb-i tefâsir.

 

{tortags,464,1}