Halis ECE


Vahdet-i vücûdvücûdun birliği, varlıkların bir ve tek olduğu kanaati, varlıkları bir bilme düşüncesidir. Diğer bir ifadeyle, varlıkların tek olduğuna, her şeyin ‘tek olan Allâh’ın tecellîleri ve görünüşleri olduğuna inanma temeline dayanan yanlış bir tasavvufî anlayıştır. Buna tasavvufta vahdet-i vücûd yolu denir.


Vahdet-i şuhûd yolunda ise, her şeyi bir görme hali geçicidir; sâlik, birlik’in varlıkta ve bilgide değil görmede olduğunu sür’atle kavrar. Aynen güneşli bir günde gökteki yıldızların yok olmadığı, ancak Güneşin ışığından dolayı görülemediği, oysa Güneş batıp akşam olunca hepsinin ortaya çıktığı gibi sâlik de, o merhaleyi aşıp manevi sarhoşluktan ayılınca, hâşâ her şeyi Hak olarak görmekten kurtulur. Gerçek varlığın bir tek Allah Teâlâ’ya ait olup O'ndan başka hiçbir şeyin hakiki bir varlığa sahip bulunmadığını, her şeyin mahluk olduğunu Hâlık olamayacağını anlar, Yaratan’la yaratılanları birbirine karıştırmaz.


***

Süleyman Hilmi Silistrevî (k.s.) hazretleri Mektuplar’ında, “Vahdet-i Vücûd'a dair en kat’î hüküm” başlığı altında bu mevzuyu, en açık ve en doğru şekliyle şöyle anlatmaktadırlar (Mevzu asıl itibariyle nazik ve ağır olduğu için, haliyle üslûb da ağır. Pek çok kelime ve kavram Arapça, terkipler de Farsça. Bununla birlikte üslûba dokunmadan, bazen parantez kullanarak ve olabildiğince kısaltarak nakletmeye çalışacağız. Tasavvufla alakası olanlar anlamakta zaten güçlük çekmezler. Meseleye ilgi duyan diğer okuyucularımız da bir bilene sorup öğrenebilirler):

“Aşağıdaki şu cümleler, tam vahdet-i vücutçu sözleridir:

- Bir kimse hakkı Hak’ta aynı Hak’la görürse o kimse âriftir.

- Bir kimse hakkı Hak’ta ayn-ı halkla görürse o kimse âcizdir.

- Bir kimse hakkı ne Hak’ta, ne halkta göremez de, ölmesine ve sonra da ihyâ olacağına intizâr eder (ikinci ihyâda) Hakk’ı ayn-ı hakla görürse, o kimse gâfildir.

- Bir kimse Hakk’ı halkta, halkı Hak’ta görür, hukûk-ı Hakkı ve halkı edâ etmekle iştigâl eylerse, o kimse kâmildir.
***

Bilinmelidir ki, ben, bu cümlelerin mânâları ve tasavvufî îzahları üzerinde durmayacağım. Çünkü hem meşrebime muvâfık değil, hem de bu mevzû ile meşgul olmak hakikatte vakti boşa harcamaktır. Yalnız bu sözlerin menşei, zuhur mertebesi ve sebepleri hakkında izahatta bulunacağım. Bu da sizin ve bizim maksadımıza uygun düşecek, meselenin esaslarını tenvîre (aydınlatmaya) hizmet edecektir.
***

Büyük muhakkikler (hakikati araştırıp ortaya koyan âlimler) nezdinde vahdet-i vucûd ilim veya şuhûdunun menşei ve sebebi ifrat-ı muhabbettir, sekirdir (aşırı muhabbet ve manevi sarhoşluktur). İsim ve fenâ sıfatında fâni olmaktır. Velâyeti, velâyet-i kalbiye ve zilliyedir. Ona velâyet-i suğrâ da denir. Bu hâl, bu mertebede zuhûr eder. Fenâ’nın hakikatini de temin etmez. Cihet-i cezbede fenâ-yı zillî husûle getirir. Tevhîdi, tevhîd-i ef‘âldir. Fenâsı fenâ-yı ef‘âldir. Tecellîsi tecellî-yi ef‘âldir. Bu ahvâl, kemâl, tecellî ve tevhîdin sahibi; velâyet-i suğrâ mertebesinden yükselerek velâyet-i kübrâya çıkamaz. Tevhîd-i sıfât, tecellî-yi sıfât ve fenâ-yı sıfâta mazhar olamaz. Neticede vahdet-i şuhûda nâiliyet hâsıl etmezse, vahdet-i vücûda itikat ve şuhûd ve ilminden yakayı kurtaramaz. Fenâ’nın hakikatinden ve itmi’nândan bir nasîb alamaz. Hayatı kesintisiz olarak bu hâllerle geçer, Hak’la halkı fark ve temyîz edemez (ayırt edemez). Vücûd-i vâcib ile vücûd-i mümkini bir görmek hususunda eğer fark tanıyabilirse, bunu ıtlak ve takyîd olarak telakkî etmek, ona nisbî ve itibarî demek ibtilâsına tutulur.
***

Vahdet-i vücud itikadında olanlar, üç zümreye ayrılırlar

Bunların biri, rûhunu velâyet-i suğrâya çıkaranlardır. Bu zümre hâl erbâbıdır. Şerîat-ı mutahhareye yapışıkdırlar. Fakat ictihadlarında, şuhûdlarında hakîkate isabet edememişlerdir. İsâbet edmemelerine asıl sebep muhabbet-i Hak olduğu için, hata eden müctehid gibidirler. Velâyet-i suğrâ erbâbındandırlar. Muhabbette fenâ ve sekrleri kendilerini mâzur kılacaktır. Mevlâ’nın lûtfuna nâil olacaklardır. İşte bunlar, yukarıda zikrolunan sözleri ve emsâlini söylerler.... [Ancak bu sözleri başkalarının söylemesi hâlinde hüküm değişir, tehlikeli bir vaziyet alır. Bunlardan son derce sakınmak lâzım. Bizim için münasip olan, onlara ait bu sözleri te’vil etmek, doğruya yormaktır. H. E.]

İkinci Zümre: Bu zümre vahdet-i vücûd ulûm ve maârifi ile çok meşgul olarak meşreb-i tevhid-i vucûdiyi kendilerine mâl edenlerdir ki.... bunların ruhları mertebe-i zılliyete çıkmamış, velayet-i suğrâya dâhil olmamıştır. Bunlar kendilerini; rûhunu mertebe-i velâyet-i suğrâya çıkaran, hâl ve kemâl-i tevhîd-i vücûdî ile mütehakkak olanlardan addederler. Ve bu neş’e ile geçinmeye başlayıp kaal ve laklaka ile hayatlarını boşa harcayıp ömürlerini sülûkten, ruhlarını tasfiye ve nefislerini tezkiyeden mahrum eylerler....

Üçüncü Zümre: Bu zümre ne birinci, ne de ikinci zümrenin ahvâl ve ef‘âliyle mutassıftır. Bunlar vahdet-i vücûd ulûm ve maârif-i hâliye ve keşfiye ve zevkıyesini taklid değil; kendi nefis ve hevâlarına göre te’vil ve tefsir ederek işi, vahdet-i vucud derecesine çıkarırlar. Bu suretle kendilerini teklîf-i İlâhî’nin hâricine çıkararak ibâhat ağlarına düşer, ilhad ve zındıkkıyet çukurlarına yuvarlanırlar. Mevlâ’nın emirlerine yapışmaz, nehiylerinden de kaçınmazlar. Bir taraftan her haltı yaparlar, diğer taraftan (kendilerini) zümre-i havâstan ve irfândan sayar ve gösterirler. İşte bunlar, bir takım ehl-i safvetin (tertemiz hâlis kulların) yolunu dürerler. İstidatlarını, itikatlarını mahvederler. Bir daha çıkamayacak surette Hâviye-i dalâle (ta cehennemin yedinci tabakasına) yuvarlanmalarına sebep olurlar. Bunlar birer câni, birer katil, birer kuttâ-i tarîk-ı hak ve hidâyetdir (Hak ve hidayet yolunu kesen câni katillerdir). Allah şerlerinden ümmet-i Muhammed’i muhafaza eylesin. Âmin. (Mektuplar,102–106)

***

Bu yazılanlara, anlatılanlara gelen bir itiraza cevabımız için bkz. http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/132-vahdeti-vucut-hakkinda-bir-soru.html