Halis ECE


Bir seri sohbet toplantıları, konferans ve seminerin ardından yaylalar…

Çeşit çeşit renklere bürünmüş dağlar…

Baktığında insana değişik bir his, hoş bir ürperti veren vâdiler…

Rengârenk ormanlarla kaplı, akarsularıyla âhenkli, süslü güzel bitkilerle âdeta renk cümbüşü bir bölge!

Hiç de Ege’ye, Marmara’ya, Akdeniz’e ve diğer bölgelerimize benzemeyen bambaşka, yemyeşil tabiat manzaraları…

Öyle bir manzara ki, ancak dünyanın belli-başlı sayılı yerlerinde rastlanabilecek türden…

Nereden, hangi bölgemizden söz edeceğimi hemen anlamıştır sanırım birçok okuyucumuz:

- Karadeniz bölgesi

O bölge iklimi, o bölgenin yayla manzaraları… Sözünü ettiğim, güzelliklerinden bahsettiğim yer; Trabzon/Düzköy/Çayırbağı/Zeleha mahallesi…

İnsanın o enfes, eşsiz yaylalar ve o yaylaların hoş ve güzel, altın kalpli, espritüel, misafirperver sakinleri tarafından, ruhi derinliklerinde bir yerlerde barındırmakta oldukları samimi sevgi ve özlem duygusuyla karşılanması… Gerçekten anlatılması zor, gönülden silinmesi imkânsız bir mutluluk… Hele hele evin küçük kızı İlköğretim 2. Sınıfa giden Zehra’nın tuttuğu o akıl ve zeka fışkıran pırıl-pırıl günlükleri… Zeleha’nın imamı sevgili babası Mustafa hocama ettiği nazlar… Onun da adeta “Eyüp sabrı” misâli anlayış ve tahammülleri… Bu arada annesine ve ablasına karşı tavırları… Unutulacak sahneler değil benim için.

Her şey o kadar güzeldi ki, Sırat köprüsünü andıran uçurumlarla dolu kıvrım-kıvrım stabilize yollarını bile unutturuyor insana… Yolculuk esnasındaki o göz kamaştıran, gönül okşayan enva-i çeşit renklere bürünmüş ormanlar… Beraber olduğunuz insanların, kırk yıllık ahbabınızmış gibi sıcak davranışları-tutumları… Onun için buralara “bir daha gelmem” deme fırsatını vermiyor insana gerçekten…

***

Bir şairimiz ne de güzel anlatmış Karadeniz yaylalarını…

Karadeniz Yaylaları
Güneş yağar alı al, moru mor;
Yaylalara bahar zamanı…
Dağlar; at başı, gelin duvağı…
Vadiler; kıştan kalma yamaç kar.
Hışımla koşturuyor Haçka deresi,
Önünde Karadeniz var.
Dağlar çiçekten eteklerini salıvermiş çimene…
Her yer çam, ızgarada balıklar...
Hep çiçektir oralar, menekşeli yaylalar…
Tavşan, kuzu dolaşır…
Derelerde alabalıklar oynaşır.
Turistler konaklaşır…
Yaşanacak yaylalar.
Hastaya hayat olur.
Görülesi yaylalar…
Karadeniz’de yaylalar…


***

Elbette ki bu tablo ve bu tablonun içinde yer alma arzusu/olgusu bir tesadüf değil. Özlem duyuyor insan tabiata… Özellikle de bozulmamış haline… Çünkü hemcinsimiz/insanlar olduğu kadar, tabiat da bir bütün olarak hayatımızın bir cüz’ü... Hem de vazgeçilmez bir parçası…

Akçaabat’ı da anmadan geçemeyiz işin bu noktasında… Haklı bir üne sahip o nefis köftesiyle… Köftenin yanındaki mis gibi kokan mısır ve buğday ekmeğiyle… Ama siz siz olun; yiyebileceğiniz miktarı iyi ayarlayıp öyle sipariş edin köftenizi... Çünkü iklimi gibi, insanı da cömert Karadeniz’in… Az olarak söylediğinizi sandığınız şey, önünüze çok olarak geliyor. Ayrıca köftenin ardından gelen tatlılar, çaylar-kahveler de ikramın bir başka güzel yönü… Tabii Çayırbağı’nın o tatlı dilli-güler yüzlü, sevimli dost minibüs şoförü pilot Erman efendiden alacağımız köfteyi de unutmuyoruz…

***

Karadeniz bölgesinde tabiat; insanımızın hayvanlarını otlattığı, barındırdığı “hayvanat bahçeleri” gibi adeta… Bu yönüyle, zaman ayırarak ziyaret ettiğimiz bir “açık hava müzesi” sanki...

Kendi isteğimiz ve kabulümüzle ya da istemeyerek de olsa teslim oluşumuzla sürüp giden yeni hayat biçimimiz… Ancak bütün fişleri çektikten, tüm düğmeleri kapattıktan, her türlü tedbirleri aldıktan sonra… Yani ancak döndüğümüzde orada sapasağlam bulmayı garanti ettikten sonra terk edebildiğimiz yeni hayatımıza, bir mola sanki tabiatla iç içe oluşumuz...

Bir başka ifadeyle, bu hayata ve şartlarına tahammül edemez olduğumuzda, ya da elektrikler kesilip, sular akmayıp, doğalgaz da pes dediğinde… İsteklerimize ulaşamaz hale geldiğimizde, çıkıp nefeslendiğimiz bir hava boşluğu tabiat...

Yahut asıl hayatımızdan uzaklaşıp gözümüzü-gönlümüzü eğlediğimiz, dinlenip ferahladığımız aslı olmayan bir başkalık hali tabiat...

Tabiat, özellikle de bozulmamış, insan eliyle tahrip olmamış haliyle güzel tabiat; artık bizim yaşadığımız yerde/yerlerde değil maalesef… Ziyaret ettiğimiz, hasretle andığımız, ama bütün varlığımızla içinde olmayı da göze alamadığımız mutena/ıssız yurt köşelerinde… Ve muhtemel ki; sürekli kalmayı artık bir daha asla göze alamayacağımız yerlerde...

***

Tabiat; insanoğluna hatta tüm canlılara göre daha bir “gerçek”… Bizse alabildiğine “yalan”ız. Kuşku yok ki, zıtlar bir arada bulunmaz-bulunamazlar… Bu, Rabbimizin koyduğu tabiat kanununa aykırı... Ama isterse o kanunu koyan Mevlâm, işte “yalan”la “gerçek”i birbirinin içinde pekâla barındırıyor.

Tabiatın bu güzellikleri yanında bir gerçek daha var ki Karadeniz’de; insanı hakikaten çalışkan ve pratik zekâya sahip… Kadınları dersen inanılmaz derecede cefakâr. Her birinin sırtında küfeleri… Her an için hazır taşımaya, taşınması gerekenleri… Görülmeye değer o çilekeş halleri… Önceleri ben TV proğramlarında seyrederken, konu mankeni sanırdım onları… Oysa gerçekmiş görüntüleri… Ama öylesine mütevekkil ki Karadeniz kadınları… Hiç şikâyet mevzuu değil onlar için bu halleri…

Sözün kısası bu neşeli insanlar; kadınıyla-erkeğiyle, çoluğuyla-çocuğuyla, genciyle-yaşlısıyla tembellikten uzak ve üretken bir toplum oluşturmuşlar o sarp ve güzel bölgemizde… Hem de madde ile manayı birlikte götürerek… Gözün alabildiği her yere bir cami kondurup minare dikerek…

Bunları düşündüm oralarda, Karadeniz’in o güzel yaylalarında… Sabahları pırıl-pırıl bir güneş… Aydınlatıyor etrafı alabildiğine… Dolduruyor odanın içini, ısıtıyor üşümüş yürekleri… Çözüyor damarlarda donmuş kanları… Güneşle birlikte gün, gülüyor sanki insana… İkindiden sonra ise, dışarıda sisli bir hava… Ormanlardan doğru yayılıyor çevreye… Ama puslu değil. Pis bir is ve egzoz kokusu gibi burun deliklerinizden sızıp ciğerlerinize hücum etmiyor... İnsanı bunaltmıyor; tam tersi içini-nefesini açıyor, tertemiz bir su buharı… Mentollü Fin Hamamı misali…

***

Yaylada içinde bulunduğunuz mekânı, seyahat ettiğiniz uçağın, bulutlar arasındaki seyrine benzetebilirsiniz. Ayrıca burada, bulutlar da kurşunî ağırlıklar olarak çökmüyor hayatın üstüne… Pamuk gibi hafif, yumuşacık bir halde...

Büyük şehirlerimizde, özellikle de İstanbul’daki kontrolsüz insan sesleri, atölye gürültüleri, klaksonlar, sinyaller yok yaylada… Akortsuz bir orkestra gibi çirkin ve dayanılmaz seslerini yükseltenler bulunmuyor buralarda… Dinlemeye mecbur kaldığınız sesler-konserler, tabiattaki diğer canlıların çıkarttıkları hoş nağmeler... Ya da tatlı, huzur dolu derin bir sessizluk!

Canlı olup kıpırdayan her şeyin, hatta kıpırdamayanların… İnsanların, evlerin, arabaların… Duyguların, düşüncelerin, seslerin, kelimelerin-kavramların, tabirlerin, atasözlerinin, veciz kelâmların… Hepsinin, hepsinin üstünde aynı güzellik… Aynı pamukumsu hafiflik ve sadelik var yaylalarda...

Bu tablo buradaki hayatın bütünü için aynen geçerli… Bu renk, bu güzellik, bu cümbüş yayladaki bütün varlıkların özüne işlemiş çünkü...

Bütün bunları düşünmek; kanatlarımın ne kadar kırık, cansız-cılız, daha gezmem-görmem gereken ne kadar güzellikler olduğunu… İnsanlığımın ne kadar eksikleri-gedikleri, noksanları bulunduğunu en acı biçimde hatırlattı bana...

***

Pencerelerden bakmak, karşıdaki muhtelif renklerle bezenmiş ormanları seyretmek ne kadar da hoştu… Ama bu vuslat çabucak bitmesin diye adeta yaklaşmaya korkuyordum pencerelere... Özellikle de bir sandalye veya koltuk atıp oturmaya… Zaten zamanın pencereleri de sadece dışarıya açılmakla kalmıyor; içeriden daha aydınlık, daha ferah, daha yaşanası olan dışarıyı sanki topyekûn ayaklarına getiriveriyor bir anda insanın...

Enteresandır; zaten o güzelliklerin içinde yaşamalarına rağmen insanlar, duvarlarına da gene tabiat manzarası olan resimler asmışlar… Tabiatla böylesine bir iç içelik…

İşte yaylada tabiat, hayatın aslı, gerçeği, ta kendisi... Kafamızın-gönlümüzün hatta hücremizin duvarındaki dışarıya açılan mini-mini-minnacık ışık saçan penceresi... İnsanlığımız, yaratılanların en üstünü, en şereflisi oluşumuz… Her şeyin emrimize âmade kılınışı/boyun eğişi… ve tüm bu nimetler mukabilinde de, bunları karşılıksız olarak lûtfeden/veren Yaradanımıza karşı nankör davranmayıp şükretmemiz, hakkımızda hafifletici sebep diye düşündüm... O bakımdan oradaki Cuma vaazımızın mevzuu da şükürle ilgiliydi. Malum, “nimet avdır, zaptı da şükür”ledir. Şükrü yapılmayan nimetler, çabucak elden çıkıverir, kayar gider, şükredenlerin sofrasına konar.

***

Kısaca sözünü ettiğim bu yaylalar; gençliğin her şeyi heyecan verici, tozpembe gösteren sarhoşluğundan uzaklaşmakta olan her insanın, hayatın yorucu-yıpratıcı, daraltıcı-bunaltıcı döngüsünden kaçıp sığınmak istediği bir inziva mahalli bence… Benim tahayyülüm-tefekkürüm-tezekkürüm ve duygularım bu.

Güneşin ısıttığı yemyeşil çayırlar… Rüzgârın hafifçe sağa-sola savurduğu ağaçlar… Su sesinin böcek nağmeleriyle, kuş cıvıltılarıyla bölündüğü ormanlar… Horoz sesinin duyulduğu evler... Çevrede yayılan-otlayan inekler... İşte bütün bunlar, içinde debelenip durduğumuz büyük kargaşayı unutturabilir hepimize…

Ama ne yazık ki tüm bu güzel manzaralar, tasvir ettiğimiz nefis tablolar, sadece içimizden geçirdiğimiz bir şey, çoğumuz için… Bunu biliyoruz, farkındayız elbette...

***

Dünyada daha nice inanılması güç, göz ve gönül alıcı fevkalade güzellikte çayırlar var kuşkusuz…

Ellerini ağaçların saçlarında dolaştıran rüzgârların esip durduğu insan eli bile değememiş yerler mevcut…

Sükûnetini kaybetmemiş ormanlar var hâlâ bu güzel gezegenimizde...

Fakat onların içinde kaybolmayı göze alabilecek insan yok artık… Batı’nın, gerek bitkiler-ağaçlar ve gerekse canlı türleri üzerinde araştırmalar yapan belgesel çekimcilerinden başka… İyi ki de onlar var; yoksa pek çok bitki ve canlı türünden nasıl haberdar olurduk!

***

Bugünün dünyası, hayat şartları-standartları her birimizi başka-başka yerlerimizden yakalayıp kendine bağlamış, hatta kenetlemiş durumda sanki… Hem de ruhumuza ve bedenimize, tüm varlığımıza sapladığı can yakan, gönül acıtan, ruh kanatan kirli kancalarıyla...

***
Evet, bir gezinin ardından, gönlümüzden monitöre dökülen duygu ve düşünceler özet olarak bunlardı sevgili üye ve okurlarımız…

Hoşça kalın, sağlıcakla kalın...

Her iki dünyanızda da saadet ve selamette olun.

Kutlu ve mutlu bir hayat dileğiyle...