Halis ECE

Denizin-güneşin-kumun, ormanların-yeşilliklerin, akan derelerin-çağlayanların, göllerin-göletlerin, dağ başlarının, bağların-bahçelerin dayanılmaz cazibesine kapılanlar; kıyılara-sahillere, sahil kentlerine, yaylalara, köylere, yazlıklara akın etti… Memleket hasretiyle yanıp tutuşanlar ise, elbette anne-babasını hısım-akrabasını, tanıdık-bildiklerini görmeyi tercih etti bu tatil günlerinde…

Ben de bir yıldır ebeveynimi görmemiş, memleketimin havasını solumayı özlemiş biri olarak, ailemle birlikte anne-babamın yanında geçireceğim -inşaallah- kendime tatil olarak ayırdığım günlerimin bir kısmını...

Bir kısmını da -Allah kısmet ederse- ülke sınırları içinden tutun da ta Amerika ve Avustralya’ya kadar uzanan dünyanın dört bir yanından aldığım davetlere, sohbet toplantılarına ayırmaya çalışacağım. Tabii her zamanki gibi seyahat tembelliğim tutmazsa…

Ya da geçenlerde Bilgiçağı'ndan bir sevgili üyemizin hatırlattığı güzel tatil-dinlenme yerlerinden birini seçecek ve tahammül sınırlarımı aşmayacak miktar (3-5 gün veya 1 hafta) kalmayı düşüneceğim. Fakat tabii ben düşünürken yaz bitivermezse…

Ancak ortada bir gerçek var ki; günümüzün yoğun faaliyetleri içinde, sosyal-kültürel-ekonomik hatta baş döndürücü siyasal gelişmeleri arasında… ve nemli-bunaltıcı İstanbul sıcağında… artık benim için bile bir Anadolu seyahati hakikaten kaçınılmaz bir hal aldı desem, sanırım mubalağa etmiş/abartmış olmam.

***

Gurbetler-ayrılıklar çoğu zaman zirveleşen özlem duygularının ardından vuslatla sonuçlansa da... Dozu aşırıya kaçan ayrılıkların büyük iç sıkıntılara, verimsiz çalışmalara, gergin bir halet-i ruhiye ile dolaşmalara da sebep olduğu muhakkak... Bunun böyle olduğunu en başta kendimden biliyorum.

Sevdiklerinden uzun süre ayrı kalmak… Ulaşmak-kavuşmak istesen de istediğin anda onlarla beraber olamamak… Her an arzu ettiğin irtibatı-iletişimi kuramamak… Ve hele de onu/onları görememek, dokunamamak... İnsanı gerçekten sterese sokan sebeplerin başında, hem de en başında gelenleri arasında yer aldığına inanıyorum…

Elbette geçen bu uzunca ayrılığın-ayrılıkların bana olduğu kadar hemen herkese de fark ettirdiği... unutturamadığı... gönüllerinde yer ettiği önemli şeyler de yok değildir. Mesela ben babamın, "Barajda su nasıl?" sorusunu, horlayarak uyumasını… Anneme, müzmin dertlerinin nasıl olduğunu sorduğumuzda, onun, ağrılarını-sızılarını, ayaklarının altının özellikle akşamları nasıl yandığını, uyuyamadığını anlatışını… Komşuları Makbule hanımın bizi, hemen gelir gelmez kapı önünde karşılayıp köydeki en yeni haberleri ilk elden ve ilk ağızdan taze-taze aktarışını dinlemeyi… Amcamın, dayımın, halamın-teyzemin ve diğer köylülerin o bildik konuşmalarını özleyeceğim hiç aklıma gelmezdi mesela… Yalnızca zaman-zaman Abimin hemen her meseleye-hadiseye espritüel ve pozitif yaklaşımlar içeren o tatlı konuşmalarını, diyaloglarımızı hatırımdan çıkartamayacağımı sanırdım. Oysa olmasından hiç de haz almadığım, zevk duymadığım, hatta rahatsız olduğum daha pak çok hadise, şu an nedense olmasını hasretle istediklerim arasında… Gerçi karşılaştığımda aynı menfi duyguların çarçabuk sökün edip geleceğinden, yüreğimdeki buruklukların avdet edeceğinden de kuşkum yok tabii...

***

Dünya bu, hayat bu! Her türlü gariplik, her çeşit acayiplik, her nevi enteresanlık var içinde... Akla-mantığa sığan da var, sığmayıp sınırları taşan da…

***

Enteresandır; gurbet olmadan, ayrılıklar yaşanmadan insanı çocukça sevindirip coşturan birleşmeler-kavuşmalar da olmuyor. Ayrılığın hasreti hararetlenecek ki, vuslatın zevki-tadı da zirvelere ulaşsın. İnsanın ayakları yerden kesilsin... Başı bulutlara ersin... Bambaşka bir âlemdeymiş hissini yaşasın-yaşayabilsin.

Mesela biz İstanbul’da oturanlar için memlekete gitmenin, ailenle-akrabalarınla-tanıdıklarınla-sevdiklerinle hasret gidermenin, şehir dışında tatil yapmanın, belli yerlere seyahat etmenin bedeli; bunaltıcı nemine-sıcağına, zaman zaman insanı adeta çileden çıkartan trafik keşmekeşine, kalabalığına, kendine has sıkıntılarına rağmen, yaşamaktan büyük keyif aldığı bu "güzel şehir"den ayrılmak... Yani yüreğinizin bir yanını saran özlemlerinizden geçici olarak da olsa kurtulurken, diğer yanını yeni özlemlerin adeta sarmaşık gibi sarıp sarmalamasına zemin hazırlamak… Nitekim öyle de oluyor. Çok kısa sürede “Canım İstanbul”u özlemeye başlıyoruz. Ve anlıyoruz ki;

Vuslatlar, yeni hasretlere gebe...

Ancak bu tablo birçoğumuzu hüzünlendirse de, hayatın değişmez kanunlarından o gerçeği kabul etmek, pek çok çirkinliğin arasındaki güzellikleri görmeyi, mutluluk önündeki hissî engelleri de minimize etmeyi öğretiyor bize elbette... Bir başka ifadeyle; huzurla-sükunla, selamet ve saadetle-mutlulukla aramızdaki mesafeyi, hem yaptığımız bu tercihler, hem de olaylar-gelişmeler karşısında aldığımız bu farklı tutumlar-duruşlar belirliyor…

Sevdiklerimizle-saydıklarımızla, kendilerine değer verdiklerimizle mütemadiyen birlikte olmak, elbette ki herkesin arzu ettiği bir şey... Ama değişmez bir gerçek de var ki; bizi sevenlerin kadrini-kıymetini anlamak, onların değerlerini hakkıyla-layıkıyla takdir edebilmek, görünürde de olsa bir süre onların sevgisinden uzak olmaya, kalpten kalbe bağ olsa da onların ilgisinden yoksun kalmaya bağlı... Sürekli olan bir şeyin kıymeti ne kadar bilinebilir ki..?

Ve gerçekten gurbetler, aradaki fiziki-coğrafi mesafeler olmasa, sevgi dolu coşkulu kucaklaşmalar nasıl mümkün olurdu! Alevlenen hasretler, kaynayan özlemler, çağlayan sevgiler olmasa gözler nasıl dolar, yürekler nasıl sızlardı... İnsan o vuslatın-kavuşmanın zevkine-hazzına-tadına neyle, nasıl kavuşulabilirdi?!

Ayrılıklar olmasa, maddi uzaklıklar bulunmasa kimin gözünde ne kadar değerliyiz, kimin gönlünde yerimiz nedir; kim bizim gözümüzde ne kadar değerli, gönlümüzde kim ne kadar yer etmiş nasıl anlayabilirdik?..

****

Sevgili okuyucular!

Gördüğünüz, okuduğunuz üzere bu yazımda, ne ülke ne de dünya gündemini meşgul eden meselelerden birini, ne de ilmi bir mevzuyu ele aldım… Bu aralar herkesin gündeminde, aklında-fikrinde olduğu gibi benim de gündemimde ve düşüncemde olan tatille ilgili duygularımı paylaşmak istedim.

Aslında yazar diye vasıflandırılan kişiler de, hayatın içinde ne varsa, onlar hakkındaki idraklerini/algılarını, duygularını, izlenimlerini, düşüncelerini okurlarıyla paylaşan insanlar değil midir!

Dolayısıyla hayatın tiksindirici yönleri arasında kaybolmaya yüz tutmuş, o çirkinlikler arasında adeta fark edilemeyecek hale gelmiş güzellikleri ortaya koymak… Üzerlerindeki külü-tozu üflemek... Kendimize has kimliğimiz-hüviyetimiz mahiyetindeki bizi biz yapan değerleri yeniden gün yüzüne çıkarmak da, eli kalem tutan, ağzı laf yapan yazar-çizer takımının vazifesi olmalı değil mi? “Karınca kadrince” bendeniz de onu yapmaya çalıştım. Tabii ne kadar muvaffak olabilmişsem... Takdir sizin.

Herkese iyi ve yararlı tatiller…