Halis ECE

 

"İbret alınız ey basiret sahipleri!" (Haşr suresi, 2)

Her tarafın yemyeşil, masmavi donanmasını, kırların mor-pembe, kırmızı-beyaz… rengârenk çiçeklerle süslenmesini, bahçelerin-parkların kuş ve böcek sesleriyle cıvıldamasını-çınlamasını özlemediniz mi sahiden?!

Âlemlerin Rabbi olan Allah’ımıza sonsuz-sınırsız hamd u senalar olsun ki, ülkemizde 4 mesimin dördünü de tamamiyle ve kemaliyle yaşıyoruz. Ufak-tefek istisnalar olsa da gerçek bu. Aksini söylersek doğruyu ifade etmemiş oluruz…

 

Hal böyle olunca eli kalem tutan düşünce ve duygu sahibi insanlara da, her mevsim değişikliğinde oturup, buna dair yazı ya da yazılar yazmak sanki bir vecibe oluyor!

Kıştan ilkbahara, ilkbahardan yaza, yazdan güze, sonra tekrar kışa geçerken… Mevsimler yerini başka mevsimlere, havalar başka havalara, duygular başka duygulara bırakırken… Bu “devr-i dâim”e dair cümleler kurmak, nesirler-şiirler yazmak, eserler bırakmak da edebiyatçılara kalıyor. Amatör yahut profesyonel anlamda edebiyatla hem-hâl, hem-derd olanlara… Her ne kadar kendimi bu tasnife sokmasam da, benim için bu olmazsa olmaz bir şey değil desem de, yazmaktan da kendimi alamıyorum. Yaşadığımız “fasit daire”nin (kısır döngünün) fasit olmayan kısmı da, sanırım burada hayat buluyor...

Mevsimler, yazıyla-kışıyla-baharıyla son birkaç senedir beklenmedik değişikliklerle-farklılıklarla çıkıyor olsalar da karşımıza; hayatın alabildiğine genişçe yaşandığı zamanlardan geriye kalan nadide hatıraları-emanetleridir bizim için...

Hayatın odak noktalarını ekonomik, sosyal, siyasal… günlük geçim derdi ve kısır çekişmelerle, ıvır-zıvırla doldurmadan önce, zamanı ve hayatı mevsimlerle kavrayan, mevsimlerle manalandıran, mevsimlerle yaşayan bir toplumduk aslında biz. Bizim atasözlerimiz, manilerimiz, ninnilerimiz, vecizelerimiz, mevsimlerin hayatımıza kattıklarıyla yaşadıklarımızın örtüştüğü, kesiştiği, tezata düştüğü bir zeminden alır çoğu zaman kaynağını...

Eskilerin muhabbetlerini hatırlayın lütfen; hayal-meyal de olsa… Başlanmış her sözün mevsimden, havadan-sudan, ekim-dikim zamanlarından, kardan-kırağıdan, ayazdan-sağanaktan, lodostan-poyrazdan, ilkyazdan-harman sıcağından geçtiği bir yer olurdu neredeyse...

Diyeceksiniz ki; onlar köyde yaşıyorlardı, ziraatla, çiftle-çubukla meşgul oluyorlardı… İşleri-güçleri, meşgaleleri bağ-bahçe-bostan, tütün-pamuk-ekindi, incir-zeytindi… Şimdi biz şehirli-kentli olduk. Ne mevsimleri, ne havaları, ne o havaların ruhlara getirdiği halleri kullanmıyoruz hayat tariflerimizde…

Oysa farkında mıyız; giderek mevsimsiz ve iklimsiz kalıyor hayatlarımız, dolayısiyle de renksiz-tatsız bir hal alıyor yaptıklarımız.

Bir kişinin hüviyetini-şahsiyetini, halini-tavrını, ahlâkını-karakterini kısa yoldan anlatmak gerektiğinde, basitçe hasletlerini ortaya koyduktan sonra, “onun tabiatı” ya da “fıtratı” diyorduk önceden... Oysa mevsimler de hayatın tabiatı, tabiatın hayatına ait parantezlerdir aslında? Ama hayatın tabiatına, tabiatın hayatına bigâne insanın bir tabiatı olabilir mi hiç?

Yazı dolu-dolu severek yaşamayanın, kışı ve onun güzelliklerini beklemeyenin, bahara hasretle-özlemle ermeyenin, hazan’ı hüzünle hissetmeyenin tabii olan seyrin içinde bir yeri olabilir mi? Sanmıyorum.

Leyleklerin, kırlangıçların, bilumum göçmen kuşların, kelebeklerin, börtü-böceğin, bahar çiçeklerinin, çayır-çimenin, ıssız bir dağ başındaki çalı-çırpının (Ege deyimiyle “kelez”lerin) halinden habersiz, onlarla ilgili duygu ve düşünceden mahrum bir insan, tabiatın bir parçası olduğunu söylese bile onun bu sözü ne kadar gerçekçi olabilir? Belki canlılardan değil ama, camidattan sayılabilir ancak.

Bu hissizlik-duygusuzluk, donukluk, düşünce ataleti bir arıza elbet... Her a’raz-arıza gibi bu da geçicidir muhakkak. Bunu görmek, teşhisini iyi yapmak, tedavi çarelerini aramak ve uygulamak da elbette ki akıl ve fikir sahiplerine düşen bir vazife olsa gerek. Bu cümleleri yazarken, hemen kendi kendine konuşan bir adam formatının dışına çıkıp, Rabbimizin bu yöndeki ayetlerini hatırlamak-hatırlatmak istedim:

Bakmazlar mı?(Gaşiye, 17)

Bakınız, görünüz (ders ve ibret alınız)!” (Âlu İmrân, 137; Nahl, 37; Ankebût, 20)

Onlar hiç düşünmezler mi?” (Nisâ, 82; Muhammed, 24)

Hâlâ düşünmez misiniz?” (En’âm 80; Secde, 4)

Düşününüz!” (Sebe’, 46)

Farkında değiller.” (Bakara, 9)

“…akıllarını kullanmayan bir toplum.” (Mâide, 58)

İbret alınız ey basiret sahipleri!” (Haşir, 2)

Bu ve benzeri ayetlerle Mevlamız, bizleri tefekküre-tezekküre, aklımızı kullanıp düşünmeye, ibret almaya davet ediyor… Mevsimler bu “daire”nin dışında tutulabilir mi?

Uzun, soğuk, hatta dondurucu afet ve felaketlerle dolu, bunun yanında bereketleri de mebzûl kış mevsimi yavaş yavaş eteklerini topluyor dünyamızın kuzey yarımküresinden... Haliyle ülkemizden… Öbür yarımküreye göç etmenin hazırlığında… Pek belli etmese de...

Çünkü baharın müjdecisi olan cemrelerden ilki düştü havaya… İlkbahar attı adımını. Ama kışı andıran yağmurlar, zaman zaman da kar yine birçok yerde hayatı ıslatmaya, toprağı beyaza bürüyüp şenlendirmeye devam ediyor. Az da olsa kimi zaman da yıldızların gökyüzünü doldurduğu yerlerde mehtap o güzel yüzünü gösteriyor bütün ihtişamıyla…

Ancak gündüzler de soğuk halen, geceler de... Aldanmamak, temkini elden bırakmamak gerek.

Bazı bölgelerde ağaçlar tek-tük de olsa açmaya başladı bile... Özellikle cânım badem ağaçları… "Yalancı bahara" ne de çabuk kanıveriyorlar.

Yakındır pembeye-kırmızıya çalması parkların da, bahçelerin de… Eskiden olsa bu günlerde manav tezgâhlarından kışlıklar ufaktan çekilir, yazlık meyveler-sebzeler sahne almaya başlardı. Camekân seralar çıkalı, manavlar da unuttu yazı-kışı… Bu arada okul zilleri de başka çalamaya başlar yakında… Yarıyıl tatilenden sonra zaten başlamıştır değişim. Hepimizin yaşadığı gerçekler değil mi bunlar!

İşte mevsimlerden, daha doğrusu o vesileyle hayatın-tabiatın ta kendisinden duygu ve düşünceler... Yahut haberler…

Gazetede manşet yapsanız kim okur, radyoda-televizyonda haber bültenlerinde ilk haber olarak verseniz kim ilgilenir? Oysa herkesin merak ettiklerinden çok daha fazla dokunacak bu değişim bizim hayatımıza…

- Var mı bir heyecanınız bahar kapıyı çalıyor diye?

- Sevinmiş miydiniz yaza, sonbahara, kışa?

- Her tarafın yemyeşil, masmavi donanmısını, kırların mor-pembe, kırmızı-beyaz… rengârenk çiçeklerle süslenmesini, bahçelerin-parkların kuş ve böcek sesleriyle cıvıldamasını-çınlamasını özlemediniz mi sahiden?!

Peki ama eden?

Yoksa o güzelim düşünce ve duygu dünyanız mı dumura uğradı?