Sayın Ali Güler

Türkiye Gazetesi - İSTANBUL

08.09.1988 tarihli mektubunuzu ve buna ilişik, Türkiye Gazetesinin Eylül 1988 tarihli nüshalarında, "Bir Bilene Soralım" köşenizde neşrolunan, "Hadis-i şeriflerle amel etmek" ve "Duânın âdâbı" başlıklı yazılarınızı okudum. Doğrusu, kaynak olarak isimlerini zikrettiğiniz kitapların müellifleri namına esef ve haya ettim! Zira, ne olursa olsun, insan bu derece şartlanmamalı; ilmî hakikatleri gözardı etmemelidir.

Nasıl olur da selef-i sâlihînden, söylemediklerini söylemiş, yazmadıklarını yazmış gibi nakillerde (!) bulunabilirsiniz?.. Ne hakla, kendi düşünce ve görüşlerinizi onlara mâletmeye çalışabilirsiniz..? Niçin onların yazdıklarına bağlı kalmıyor da, kendi kafanıza göre bir takım görüşler serdediyorsunuz? Yoksa!!? Evet yoksa, -başkalarını uluorta itham ettiğiniz gibi- siz de mi mezhepsizliğe soyunuyorsunuz!

Lütfen indî yorumları bırakın; mezhebinizin mecrasında yürümeğe bakın. Gerçi size göre, yazdıklarınızın hiç birinde kendi fikriniz, görüşünüz yok. Fakat insaf edip aşağıda maddeler halinde nakledeceğim –tarafınızdan tahrif edilmiş– delilleri bir daha gözden geçiriniz. İlmî cihetini biz hallettik; meseleyi şayet biraz akıl, biraz mantık, biraz da insaf ölçüleriyle değerlendirirseniz, eminiz, bize hak vereceksiniz. Tabiî inat ve itirazda ısrar etseniz de…

***

Gelin şimdi adı geçen yazınızda söylediklerinizi maddeler halinde ele alıp cevaplamaya çalışalım. Önce italik karakterle sizin sözlerinizi, ardından da normal karakterle bizim cevabımızı aktaralım.

1. "… Dürül Muhtar'da buyruluyor ki: Duâ ederken iki el, göğüs hizasına kaldırılır. İki el birbirine yaklaştırılmaz. (C. 1, S. 507 Mısır 1966 baskısı) İbni Abidin hazretleri burayı açıklarken buyuruyor ki: Rağbet, dilek için her zaman, her yerde yapılan duâ böyle olur. Sünnet olan duâ böyledir. Resulüllahın böyle duâ ettiğini İbni ömer bildirdi."

Evet, siz böyle söyletiyorsunuz müellif merhuma… Lakin o, sizin arzu ettiğiniz gibi değil de, şöyle buyuruyur: "… Ellerini göğsü hizasında semaya doğru açar; çünkü sema, duânın kıblesidir. Ve el ayalarının yani avuç içlerinin arasında –az da olsa– bir yarık bulunur. (Yani elleri bitişik, fakat avuç içleri birbirine yapışık olmaz, aralarında az da olsa bir açıklık bulundurur ki, Hıristiyanlara benzemesin. Yarıklığın, açıklığın manası budur.) (…) Duâ dört kısımdır. Birincisi rağbet duâsıdır ki, yukarıda geçtiği gibi yapılır…"

Dikkat ediniz; "iki el birbirine yaklaştırılmaz" demiyor; dolayısiyle müellife iftira ediyorsunuz. İbare aynen şöyledir: "Ve yekûnü beynehümâ fürcetün (ve in kallet)." Manası da, bizim yukarıda belirttiğimiz gibidir. Yarılmak ise, bir bütünün belli noktalardaki ittisaline rağmen, bir başka yerinde açıklık-aralık meydana gelmesidir. Mesela duvar, toprak, ahşap vb. bir şeyin yarılması gibi… Az da olsa mutlaka bir yarık bulunmasının sebebi, Hıristiyanlara benzememek içindir. Çünkü İslâm, Müslümanın başka topluluklara benzemesini yasaklamıştır. Bilindiği gibi Hıristiyanlar, dua ederlerken avuç içlerini birbirine yapıştırırlar. Müslümanlar ise, duâda onlara benzememek için, elleri bitişik olduğu halde, avuç içlerini –mutlaka- az da olsa yarık tutarlar. Yani el ayaları birbirine yapışık değildir. Bunun böyle olduğu, ileride serdedeceğimiz delillerde daha açık bir şekilde görülecektir.

***

2. "(Fetâva-i Hindiyye) beşinci cüzde buyuruluyor ki: (Duâ ederken avuçlar semaya karşı açık, iki el aralık ve göğüs hizasında olmalıdır.)"

Halbuki Fetâvâ-yı Hindiye'de buyruluyor ki: "Duâda efdâl olan; iki el ayalarını (avuç içlerini) bast etmek, yani döşeyip yaymak, açmak, kapalı tutmamak ve avuçları arasında az da olsa bir yarık bulun(up, el ayaları yapışık olma)maktır. (…) Müstehap olan, duâ esnasında iki ellerini göğsü hizasına kaldırmaktır. (…) Duâ-yı rağbet'te (Cennet'i istemek gibi) ellerinin ayasını yani avuç içini semaya doğru tutar." [C. 5, s. 318]

Görülüyor ki, burayı da aslına uygun şekilde değil, arzunuza göre terceme (!) etmişsiniz.

***

3. "(Mevâhib-i Ledüniyye) kitabının tercümesinin ikinci cilt 412. sayfasında buyuruluyor ki: (Buhari kitabında buyuruyor ki)" diyerek şöyle naklediyorsunuz: "(Rasûlüllah duâ ederken, mübarek ellerini bast eder, yani avuçlarını açar, kepçe gibi tutmazdı. İki omzuna karşı tutardı. İki eli birbiri yanında olmazdı.)"

Halbuki Sahîh-i Buhari'deki hadis-i şerif bu hususu öylesine açık bir şekilde ortaya koyuyor ki, âdeta, "açık havada kuşluk vaktindeki güneşten daha parlak." Aynen şöyle:

"Hz. Âişe'den (r.anhâ) rivayet olunmuştur: Nebî (s.a.v.) her gece yatağına geldiği zaman iki elini birleştirir, bunlara nefes eder (avuç içlerine huuu diyerek üfler) ve Kul hüvallâhü ehad, Kul eûzü birabbil felak ve Kul eûzü birabbinnâs (sûrelerini) okurdu. Sonra iki eliyle vücudundan eli yetiştiği yerleri sıvazlardı. Elleriyle başını, yüzünü, vücudunun ön kısmını meshetmeğe başlardı. (Sonra da vücudunun arka kısmını meshederdi.) Ve böyle okuyup üfleyerek vücudunu meshetmeyi üç defa tekrarlardı." [Buharî, c, 11, s. 272, Hadis no: 1772]

Evet, hadis-i şerif mealen böyle. Fakat ne yaparsınız ki, "Bazen göz bir illetten dolayı Güneşin ışığını göremez; dil de, yine ârız olan bir hastalıktan dolayı suyun tadını hissedemez de, inkâr eder." Hastalığı tedavi etmeden de bunu düzeltmenin imkânı yoktur.

***

4. "Tahtâvi şerhinde, duâ bahsinde buyuruluyor ki: İbni Cezerinin (Hısn-ül Hasin) kitabında ve şerhinde bildirildiği gibi, namazdan sonra duâ ederken, iki el omuz hizasına kaldırılır. Allame Ömer İbni Nüceym (Nehr) kitabında (iki el ayası birbirinden açık tutulur.) diyor. Kollar sağa sola doğru açılmaz. Birbirine yakın tutulur. Yani ileri doğru tutulur. Eller birbirine cem' ve zam edilir. Yani yakın tutulur. Fakat birbirine bitiştirilmez. İki el ayasını cem etmek, birini aşağıya, birini yukarıda tutmayıp ikisini aynı yükseklikte tutmak demektir. Hadis-i şeriflerde duâ bildirilirken cem ve zam kelimeleri geçmektedir. Hadis-i şerifi en iyi anlayan İslâm âlimleridir. Onlar da cem ve zam kelimesini Tahtâvinin açıklaması gibi bildirmektedir."

Evet, siz böyle söyletiyor ve söylüyorsunuz. Fakat Tahtâvî merhum ise bakınız ne buyuruyor:

"İbn Nüceym Nehir isimli eserinde; duâda, az da olsa, iki el ayaları arasında bir yarık bulunması ve ellerinden birini arz üzerine koymaması duânın müstehap olan keyfiyetindendir. Şayet bir özürden, veya soğuktan dolayı ellerini kaldıramıyorsa, şehâdet parmağı ile işaret etmesi kâfidir, diyor.' Lakin Hısnü'l-Hasîn Şerhi'nde, 'Yukarıda anlatıldığı gibi duâda elleri bitiştirmek ve parmakları kıbleye karşı tevcih etmek (yönlendirmek), şüphesiz ki, duânın âdâbındandır' buyruluyor. Şerhu'l-Mişkât'ta ise, 'Rasûlüllah (s.a.v.) Efendimiz, Arafe günü duâda, ellerinin ayasını birleştirdi' diye vârid olmuştur. Şayet onun kelâmında, 'zamm' kelimesi ile 'tam bir yakınlık' murâd edilirse, bu, 'az da olsa bir yarığın bulunmasına' aykırı değildir. 'İki avuçlarının arasını cem etti, birleştirdi' sözüne gelince; bunda da zıddiyet (aykırılık) yoktur. Çünkü mana, 'Kaldırmakta iki elini birleştirdi; sadece birini değil, ikisini birden kaldırdı' demek olur." [Hâşiyetü't-Tahtâvî alâ Merâkı'l-Felâh, s. 214]

 Bundan önceki maddelerde olduğu gibi, buradaki tahrifat da, körün gözüne batacak şekilde açık. Başka bir şey ilave etmeye gerek yok.

Ancak "zamm" ve "cem' " kelimelerinin manalarına gelince; işte burada Vazı' ilmini hatırlamanın faydalı olacağı kanaatindeyim. Zira bu ilme göre, lâfızların manaları hizalarına konulmaları itibariyle, dört kısım vazı' vardır:

a)       Lûgavî,

b)       Istılâhî,

c)       Örf-i âm,

d)       Örf-i hâs.

Binaenaleyh okuduğunuz bir ibareyi anlayabilmek ve hele hele tenkit edebilmek için, Vazı' ilmini de nazar-ı itibara almanız icap eder.

Kısacası bu ilmi gözardı ederek bir yere varamazsınız. Okumamış, bilmiyor olabilirsiniz; fakat yazıyor ve konuşuyorsanız, bu mazeret olamaz, öğreneceksiniz. Yani "Bir Bilene Soracaksınız". Nitekim bu gözlükle baktığımızda görüyoruz ki; ne lûgavî, ne ıstılâhî, ne örf-i âm, ne de örf-i hâssa göre cem' ve zamm kelimeleri –sizin dediğiniz gibi- "yakın tutmak" manalarına gelmemektedir. Bilakis cem, yani cim-mim-ayn maddelerinden müteşekkil olan bu kelime, cim'in fetha ve mim'in sükûniyle, müteferrik nesneyi bir yere getirmek, birleştirmek manasına mastardır. Dat ve mim maddelerinden teşekkül eden zamm kelimesi ise, dad'ın fethasiyle; yapıştırmak, eklemek manasınadır.

Toparlamak gerekirse, zikri geçen yerlerde bu kelimeler, bu manalara mevzû ve müsta'meldir. Aksini söylemek, ilmî olmaktan o derece uzaktır ki, âdeta, aka kara, karaya ak diye iddia etmek kadar abes! Bu itibarla insan, "Eyne's-semâ ve's-süreyyâ (Yeryüzü nere, Süreyya yıldızı nere!)" demekten kendisini alamıyor.

***

5. "(Medât-ül ulûm) [Diğer ifade ve imlâ hatalarında olduğu gibi bunda da bir düzeltmeye gitmiyorum, çünkü değmez] kitabında Türkçe olarak deniyor ki: (Ve dahi lâyık olan odur ki, iki elini bir yere getirip zammeyleyip, yani birbirine yakın tutup içlerini yüzüne karşyı tutar.) (C.2, s.410)"

Taşköprülüzâde Ahmed Efendinin oğlu Kemaleddin Mehmed Efendiye böyle söyletiyorsunuz. Fakat o ise sizi tekzip edercesine bakınız ne diyor: "Ve dahî lâyık olan oldur ki; iki keffini (avuç içlerini) bir yere getirip zammeyleyip (birleştirip) bâtınlarını (içlerini) vechine (yüzüne) mukabil eyleye (karşı tuta)."

Burada da insan, "Hayayı bırak, dilediğini yap" demekten kendini alamıyor. Zira yarın öbür âlemde bu zevatın karşısına nasıl ve hangi yüzle çıkacağını düşünen bir insana; bu tahrifatı yapmaya –şayet varsa- hayası müsaade etmez.

***

6. "(İhya)da bildirilen hadis-i şerifin Hazret-i İbni Abbas'tan rivayeti şöyledir: (Resulüllah sallallahü aleyhi vesellem, duâ ettiği zaman iki elinin zammeder, yani birbirine yakın tutardı. İçlerini de yüzüne doğru çevirirdi.) Bazıları zammeylemeyi bitiştirmek olarak tercüme etmektedir. Fıkıh kitaplarında bildirildiği gibi, zammetmek birbirine yakın tutmaktır. Hadis kitaplarında bildirilen hadis-i şeriflerde de zam ve cem kelimeleri geçmekte, her iki kelimeyi de yanlış olarak birleştirmek olarak tercüme edenlerin olduğu görülmektedir. Doğrusu Tahtâvinin açıkladığı gibidir."

Görüldüğü üzere burada da aynı terânelerin tekrarından başka bir şey yok. Mesela İhyâ'daki geçen hadis-i şerifin aslına uygun olan tercemesini görelim:

"İbn Abbas (r.anhümâ) buyurdu ki, 'Rasûlüllah (s.a.v.) duâ ettiği zaman avuçlarını birleştirir ve iç kısmını yüzüne doğru çevirirdi." Ve devamla İmam Gazalî (rh.) buyuruyorlar ki, "Bu anlattıklarımız, duâda ellerin duruş keyfiyetidir."

Cem' ve zamm kelimelerinin manaları ise, tereddüde mahal kalmayacak şekilde, yukarıda izah olundu. Bu sebeple biz de sizin, "yanlış" sözünüze mukabil diyoruz ki:  Z ı r v a ! Çünkü söylediklerinizin tevili dahî imkânsız.

"Doğrusu Tahtâvinin açıkladığı gibi" dediğinize göre, intâk-ı hak ile, meseleye, hallolmuş gözüyle de bakabiliriz. Öyle ya, siz başka türlü söyletmek isteseniz de, Tahtâvî diyordu ki, "… duâda elleri bitiştirmek… duânın âdâbındandır."

***

Özetleyecek olursak, öne sürdüğünüz bütün bu delillerin, iddianızı teyit etmek şöyle dursun, bilakis çürüttüğünü; dolayısıyla sizi tekzip ettiğini gayet açık bir şekilde gördüğünüze göre, şimdi sizden ricamız;

Geliniz, inat ve itirazı bırakınız…

Arapların, "İzâ kâneti'l-vâdî hâliyen lekâneti's-sa'lebetü vâliyen" dediği; yani, 'vâdiyi boş bulan tilkinin, vâliliğini ilan etmesi' gibi, İslâmî ilimler sâhasını boş zannedip uluorta ahkâm kesmeğe kalkışmayınız.

Hadis-i şerifleri ulemânın sözlerini, kendi arzunuza göre te’vil etmekten vazgeçiniz. Zira, sakîm bir yolla müstakîm bir neticeye varılmaz! Bu yol tehlikelidir!

Nitekim yazılarınızdan birinde, "Hadis-i şeriflerden anladığına uyup mezhebini bırakmanın ilhad olduğunu İmam-ı Rabbani hazretleri bildirmektedir" diyorsunuz.

Hal böyle olunca bir Müslümana yakışan; sünnet-i seniyyeyi unutturmak değil, hele hele ihyâ etmeye gayret edenlerle mücadeleye kalkışmak hiç değil, bilakis unutulup terk edilen sünnetlerin ihyası mevzuunda onlara destek ve yardımcı olmaya çalışmaktır.

Zira sünnetin olduğu yerde bid'at, bid'atın bulunduğu yerde sünnet olmaz. Nûr ve zulmet gibi, birisinin geldiği yeri, öbürü derhal terk eder!

Ayrıca, "Kim benim bir sünnetimi ihya ederse, beni sevmiş olur. Kim de beni severse, cennette benimle beraberdir" [Tirmizî, Sünen, Kitabu’l-İlm, Bâb: 16, H. No: 2818] müjde-i nebevisinden müstağni kalabilecek bir Müslüman düşünülebilir mi?..

Bu sualin cevabı hiç şüphesiz "düşünülemez!" olacağına göre, lütfen elinizi vicdanınıza koyup tekrar tekrar düşününüz ve hiç olmazsa, bu hususta sükût etmesini biliniz. Zira böylesi, dünya ve âhiretiniz için daha hayırlıdır.

Bilmukabele selâmlar…                                                                                             21 Eylül 1988

                                                                                                                                      Halis ECE

(Nizam ALKAN müstear imzasıyla)

 Not: Aşağıdaki videoyu da mutlaka seyredip dinlemenizi tavsiye ederiz:

blob:https://web.whatsapp.com/d1fd4d34-5d6d-4e6c-a233-eb6e1282f92c