Halis ECE

Mukaddes” kelimesi Arapça sıfattır.

Mübarek, ayıp ve noksanlardan kurtulmuş, temiz, kutsal manasınadır.

Cemi’si (çoğulu), kutsal kabul edilen ve öyle olduklarına inanılan şeyler anlamında “mukaddesat” gelir.

Mesela mukaddes kitaplar ya da kitab’ın cemi’ sigasiyle “Kütüb-i Mukaddese” denildiğinde, Allah Teala tarafından peygamberlere (aleyhimüsselâm) vahiy yoluyla indirilmiş olan semavî kitaplar; Kur’an-ı Kerim, Tevrat, Zebur, İncil anlaşılır. Bu terkipte “kütüb” kelimesi cemi’ olunca “mukaddes" kelimesi de Arapça’nın grameri gereği müennes (dişil) olarak “mukaddese” şeklinde gelmiştir.

Bugünkü kullanılan manada müfrediyle “Kitab-ı Mukaddes” denince daha çok İncil kastedilir.

Galat olarak “Beyt-i Mukaddes” ise, Kudüs’te bulunan Mescid-i Aksa’nın bir diğer ismidir. Aslî şekli ve doğru telaffuzu “Beyt-i Makdis” yahut Arapça terkibiyle “Beytü’l-Makdis”tir.

***

"EMÂNÂT-I MUKADDESE" YAHUT "MUKADDES EMÂNETLER"

"Emânât-ı Mukaddese" veya “Mukaddes Emânetler” tabirlerine gelince…

Yukarıda kısaca mukaddes’in ne olduğunu gördük. Şimdi de deyimimizdeki ikinci kelime olan emânet’i ele alalım. Sonra da bu terkibin (tamlamanın) manasını görelim.

Emânet” kelimesi de gene “mukaddes” gibi Arapça bir mefhum/kavramdır.
Birine güvenip bir şey bırakma, güvenilip bırakılan şey veya eşyanın belli bir süre için kaldığı güvenli yer manalarına gelmektedir.

Mecazen “can” manasında da kullanılır. Mesela ölen bir kimse için, “Allah verdiği emâneti aldı” deriz.

Hukukta ise, saklanıp korunmak üzere insana bir hakkı vermektir. Verilen bu hak; para-pul, mal-mülk, servet ve benzeri maddi bir şey olabileceği gibi… Sır-görev, Allah’ın insana bağışladığı akıl-zekâ-hâfıza, ilahi emirler-yasaklar gibi manevi emânetler de olabilir.

Özetle söylemek gerekirse; birisine, koruması için bırakılan maddî ve manevî hak, emniyet edilip inanılan şey demektir emânet.

Peygamberlerde (aleyhimüsselâm) bulunan sıfatlardan biri de "emânet"tir. Kur'an'a, Sünnete ve Rasûlüllah'ın (s.a.v.) eşyasına da "emânet" denir.

Rasûlullah Efendimiz, hicretten önce kendisinde bulunan emânetleri sahiplerine iade etmişti. Çünkü kâfirler ona, "el-Emin" olarak mallarını emânet ediyorlardı. Nitekim bir hadis-i şeriflerinde, emânete ihânetin münâfıkların alâmetlerinden olduğunu söylemiştir. [1]

Emânet aynı zamanda, mü’minlerin de vasfıdır.

Vedâ Haccı'nda Rasûlullah Efendimiz, kadınların da erkeklere birer emânet olduklarını açıklamıştır. [2]

Yine Vedâ Hutbesi'nde Efendimiz, "Size bir emânet bırakıyorum ki, ona sarıldıkça sapıklığa ve dinsizliğe düşmezsiniz. Bu emânet Allah'ın kitabı Kur'ân ve benim sünnetimdir" buyurmuşlar. [3]

Ahmed İbn Hanbel’in (rh.) rivâyet ettiği hadiste de, "Emânet sahibi olmayan kişinin gerçek imânı yoktur" buyrulmuştur. [4]

Hâsılı, yüce dinimiz İslâm, emâneti korumayı, ehline vermeyi Müslümanlık alameti olarak saymıştır. Nitekim Rabbimiz (c.c.) Kur’an-ı Kerim’de buyurmuştur ki:

Yolculukta olur da, yazacak bir kâtip bulamazsanız (o takdirde borçludan borcuna karşılık) alınmış bir rehin kâfidir/yeter. Birbirinize güvenir ve bir kısmınız diğerlerine bir şey emânet ederse, yed-i emin olan (kendisine güvenilen) kimse kendisine emânet edileni yerine versin, bu hususta Allah’tan korksun. Şahitliği (gördüğünüzü) gizlemeyin. Kim onu gizlerse bilsin ki, onun kalbi günahkârdır (daima vicdan azabı çeker). Allah yapmakta olduklarınızı (da yaptıklarınızı da yapacaklarınızı da) bilir." [5]

O mü’minler ki, emânetlerine ve ahitlerine riayet ederler (gereğini yerine getirirler)." [6]

Emânetlerine ve ahitlerine riayet ederler.” [7]

Hakikaten Allah size, emânetleri ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne kadar güzel öğütler veriyor! Şüphesiz Allah her şeyi işiten ve görendir.” [8] .

Bu son ayetin emânet ve adalete riayet emri, ebedi ve umumi bir düstur olmakla birlikte, çok hoş da bir nüzul sebebi vardır.

Rasûlüllah Efendimiz (s.a.v.) Mekke’yi fethedince, Kâbe’ye bakan Osman bin Talha kapıyı kilitlemiş, Kâbe’nin üzerine çıkmış ve anahtarı vermeyi reddederek, “Senin peygamber olduğunu bilseydim onu verirdim” demişti.

Hz. Ali anahtarı zorla ondan aldı, kapıyı açtı, Peygamber Efendimiz içeri girerek iki rek’at namaz kıldı. Çıkınca amcası Abbas, anahtarı ve şerefli bir görev olan bakıcılığı kendisine vermesini istedi.

İşte bu münasebetle yukarıdaki ayet nazil oldu.

Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v.) Hz. Ali’ye, anahtarı eski vazifeliye vermesini ve ondan özür dilemesini emretti.

Bu bu muamele Osman bin Talha’nın da Müslüman olmasına vesile olmuştur.

Sevgili Peygamberimiz, “Emânet yitirildiği, işler ehil olmayanların eline verildiği zaman kıyameti bekle” [9] buyurmuşlardır.

Usûl-i fıkıhta geniş manasıyla, Allah'ın insanlâra yüklediği bütün mükellefiyetlere emânet denilmiştir. [10]

Eşref-i mahlûkat ve Allah'ın yeryüzündeki halifesi olarak anlatılan insan; Allah'ın emirleri-nehiyleri, öğüdü ve rehberi olan Kur'an-ı Kerîm ile ruhlar âleminde verdiği “misâk”ı, aldığı emâneti yerine getirmeye çalışmakla mükelleftir.

Bu manada, herhangi bir şekilde kendisine emânet edilmiş bir malı korumamak nasıl hâinlik olmaktaysa; daha geniş kapsamlı olarak Kur'ân ve Sünnet emânetini sahiplenmemek de, emânet esaslarına uymamak demektir.

***

Emânet kelimesiyle meydana gelmiş başka kavramlar da vardır dilimizde… Mesela Allah’ın emâneti anlamında “Emânetullah” deriz. Bu tabir, Allah emâneti olarak kabullenilen bütün yaratıklar ve en çok da korunmağa muhtaç olan kimseler hakkında kullanılan bir sözdür.

Mukaddes emânetler”, özellikle iki cihan serveri Efendimize (s.a.v.) ait olduğu belirtilen ve Farisi terkiple “Emânât-ı Mukaddese” şeklinde de ifade edilen “Hırka-i Şerif, Sakal-ı Şerif” vb. eşyalardır. Daha sonra bunlara, Dört Halife’nin, diğer bazı İslâm büyüklerinin ve devlet adamlarının özel eşyaları da ilave edilmiştir.

Mukaddes Emânetler bize, halifeliğin Yavuz Sultan Selim Han tarafından Mısır’dan devralınması suretiyle intikal etmiş… Halen Topkapı Sarayı’nda bu adla anılan kısımda korunmaktadır. Burada, emânetlerin konulmasından itibaren 24 saat kesintisiz olarak devrin önde gelen hafızlarınca Kur’an okunmuş, bir ara kesintiye uğramışsa da tekrar okunmaya devam edilmiştir.

***

MUKADDES EMÂNETLER NELERDİR?

Mukaddes Emânetler şu eşyalardan oluşmaktadır:

• Hırka-i Şerif veya Hırka-i Saadet

• Dendân-ı Saadet (Sevgili Peygamberimizin mübarek dişleri)

• Nâme-i Saadet (Onun mektubu)

• Lıhye-i Saadet (Onun sakalı)

• Nakş-i Kadem-i Saadet (Peygamberimizin ayak izi)

• Sancak-ı Şerif (Onun sancağı)

• Mühr-i Saadet (Onun mührü)

• Na’lin-i Saadet (Mübarek ayakkabıları)

• Süyûf-i Mübareke (Peygamberimizin, Dört Halife’nin ve sahabeden bazılarının kılıçları)

• Mekke anahtarları

• Altın oluk

• Haceru’l-Esved mahfazaları

• Rasûlüllah Efendimizin, Hz. Ebu Bekir’in ve Hz. Fatıma’nın seccadeleri

• Musa ve Şuayb peygamberlerin (aleyhimesselâm) asâları

• Hz. Nuh’un tenceresi

• Hz. İbrahim’in kazanı

• Hz. Yusuf’un gömleği

• Hz. Davud’un kılıcı

• Hz. Osman’ın Kur’an-ı Kerim’i

• Çeşitli tesbihler ve benzeri eşya…

***

MUKADDES EMÂNETLERE HÜRMET VE ONLARLA BEREKETLENME

Mukaddesâta saygı göstermek bütün mü'minlerin riayet etmeleri gereken çok önemli vazifeleri arasındadır. O bakımdan biz Müslümanlar, bütün mukaddes varlıklara son derece saygı göstermek ve hürmet etmekle mükellefiz.

Mukaddesata saygı ve hürmet duymayan insan, ruhu sönmeye başlamış, yüksek duygulardan yoksun, gaflet içine düşmüş bir kimse demektir… Dolayısiyle insanlık değerini kaybetmiş olur. Bu saygının şekli ise mukaddesâtın hüviyetine göre değişir. Mesela;

Allah'ın mübârek isimlerinden biri anıldığında "celle celâlühû" veya "teâlâ" gibi bir ifade kullanmak…

Kur'ân-ı Kerimi abdestli olarak ele almak…

Hayırlı her işe Besmele ile başlamak…

Peygamberimizin ismi okununca salât u selâm getirmek…

Diğer peygamberlerin ismi geçince "aleyhisselâm", bir sahâbeden bahsedildiğinde "radıyallahü anh" demek gibi…

Mukaddes Emânetlere de gereken hürmeti-saygıyı göstermek İslâm terbiyesinin bir icabıdır.

Bu sebepledir ki, Kültür eski bakanlarımızdan Atilla Koç'un, “sakal-ı şerifi havaalanına getirtmesi” olarak verilen haber, basında-medyada oldukça büyük tartışmalara sebep olmuştu. Kaldı ki bakanın bu tavrı, herhalde, “Getirin de bir göreyim” anlayışının sonucu da değildi. Zira her şeyden önce sayın Koç, Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) hatırasına saygısızlık etmeyi düşünecek biri değil. Zaten amacının, bu mukaddes hatırayı, halkının ziyaret etmesini arzu eden Ürdün yönetiminin isteğini yerine getirmenin, saklandığı mahfazanın, gerek korunma gerekse taşınmaya uygun olup olmadığını bizzat görmek olduğunu da açıklamış idi.

Yani işin esası şu: Ürdün kralının talebi üzerine bakanlık, önce Topkapı Sarayı Mukaddes Emânetler Dairesi'ndeki Sakal-ı Şerif'lerden birini yollamayı düşünmüş… Camilerde olduğu gibi Sarayda korunan Sakal-ı Şerifler de var malum... Ancak müzelerden bir parçanın yurtdışına çıkarılması için Bakanlar Kurulu kararı gerekiyor. Bu yüzden camilerdeki Sakal-ı Şerif'lerden birinin gönderilmesi düşünülmüş… Bu yol seçilmiş… Ama daha sonra Topkapı Müzesi dışında bulunan Sakal-ı Şerif'lerin korunma bakımından yurtdışına gönderilmeye uygun olmadığı düşünülerek, sağlam ve şık bir mahfaza içinde gönderilmesi fikri oluşmuş.

Kültür Bakanlığı'nın İstanbul'daki görevlileri, bu amaçla seçilen parçayı bakan Koç'un görmesini arzu ettikleri için, yaptırdıkları kutuyu teslim alır almaz, "Hazır bakan Atatürk Havalimanı'ndayken görsün" diyerek alıp götürmüşler… Sayın Koç, geleceklerinden haberdar olmadığı görevlilerin sebep olduğu bu olayı, kutuyu güvenlik maksadıyla kontrol eden emniyet personelinin koşuşturması sonunda öğrenmiş...

Her neyse…

İşin bu kısmı ayrı bir konu teşkil eder.

Bu olayın bizi ilgilendiren tarafı, mukaddes emânetlerden biri olan sakal-ı şerife hürmetle alakalı milletimizin ne kadar hassas/duyarlı olduğudur.

***

SAKAL-I ŞERİF

Sakal-ı Şerif; bilindiği üzere Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) mübârek sakallarından, Müslümanlar tarafından alınıp teberrüken (bereketlenmek için) saklanan ve günümüze kadar gelen mukaddes emânetlerden biridir. “Lıhye-i saâdet” ve “Lıhye-i şerîf” diye de bilinen Sakal-ı şerîf, mübârek ay, gün ve gecelerde Müslümanlar tarafından ziyâret edilmektedir.

Ashâb-ı kirâmın (r. anhüm) hepsi kuşkusuz Peygamber Efendimizi (s.a.v.) çok severdi. Bu sebeple Onun bildirdiklerine göre yaşamaya gayret ederler; Onun hâtırası olan şeyleri sayarlar ve muhâfaza ederlerdi...

Resûlullah Efendimizi Hudeybiye gününde Hıraş b. Ümeyye el-Huzâî, Vedâ Haccı’nda da Ma’mer el-Adeviyye b. Ebû Süfyan tıraş ettiler. Başka zamanlarda da Peygamber Efendimizi tıraş eden değişik berberler oldu. Ashâb-ı kirâma da saç ve sakallarını kestirmelerini emir buyurdu. Bu emri yerine getirenler için de, “Ya Rabbî! Saç ve sakalını kestirenlere sen rahmet eyle.” diye duâ buyurdu. Tıraş olduğu zaman saç ve sakal kıllarının Ashâb-ı kirâma dağıtılmasına izin verdiler. Tirmizînin rivâyetine göre, Resûlullah Efendimiz önce sağ tarafını tıraş ettirdi ve bu sakallarını Ebû Talha’ya verdi. Sol tarafını da tıraş ettirerek diğer Ashâb-ı kirâma dağıtılmasına izin verdi.

Ashâb-ı kirâm Sevgili Peygamberimizden (s.a.v.) bir nişâne ve alâmeti taşımakta büyük gayret ve istek gösterirlerdi. Hâlid b. Velid, Ebû Talha’dan (r.anhüma)Peygamber Efendimizin kesilen saç ve sakallarının bir tutamını aldı. Bu mübârek kılları bir mahfaza içine koyarak vefâtına kadar hep yanında taşıdı. Gazâlardaki muvaffakiyetinin ve muzafferiyetinin sırrı sorulunca da, bu mübârek kıllar olduğunu söylerdi. Nitekim bir muharebe öncesinde onları kaybettiği için, buluncaya kadar cenge çıkmadı.

Başta Ashâb-ı kirâm olmak üzere diğer Müslüman devlet adamları, vezirler, kumandanlar ve Müslüman ahâli bu geleneği devam ettirdiler. Ellerinde bulunan Sakal-ı Şerîflere kıymetli ve sanatlı mahfazalar yaptırdılar. Bu mahfazalar içinde saklanan ve husûsî mekânlarda muhâfaza edilen sakal-ı şerîfler, Müslümanlar tarafından bereketlenmek-feyizlenmek maksadıyla ziyâret edildi, halen edilmekte ve kıyamete kadar da bu güzel âdet devam edecektir. Bilhassa Horasan, Anadolu, Mısır ve Cezâyir’de yaşayan Müslüman ahâlî Sakal-ı Şerîflere özel îtinâ gösterdiler. Bu ülkelerde köy mescitlerinde, hattâ bâzı zengin konaklarında dahi sakal-ı şerîf bulunduruldu.

Sakal-ı Şerîflerin muhâfazası, daha ziyâde iki ucu balmumu ile kapatılmış silindir şeklindeki şişelerde olmaktadır. Bunların kenarları altın çerçeveli, zebercet, zümrüt, elmas taşlı sanatlı olanları da vardır. Bu mahfazalar kırk kat bohça içinde bir kutuya konur. Bu kutular yine kırk kat bohçaya sarılıp özel olarak yapılmış olan sandukada saklanır. Sanduka üzerine yeşil bir örtü örtülerek bulunduğu binanın en saygıdeğer köşesinde, câmilerde minberlerin son basamağından sonraki sahanlıkta yüksekçe bir rahle üzerinde muhâfaza edilir.

***

NE KADAR SAKAL-I ŞERİF VAR

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın verdiği bilgiye göre, Türkiye’de toplam 1818 adet Sakal-ı Şerif bulunmakta... Bunlardan 422’si İstanbul’da, 153’ü Bursa’da, 98’i İzmir’de, 87’si Yozgat’ta, 83’ü Balıkesir’de, diğer kısmı da farklı illerimizde muhafaza edilmektedir.

İslam tarihçileri ve ilahiyatçılar bir insanın başındaki saç tellerinin ve tıraş oldukça kesilen sakalların sayısı göz önüne alındığında bu adedin şaşırtıcı olmayacağına dikkat çekiyor.

Ayrıca bunları ziyaretin, her şeyden öte bir inanç ve gönül meselesi olduğunun altını çiziyorlar.

Cam mahfazalar içindeki sakal-ı şerifler kat-kat kıymetli bohçalara sarılıp, ahşaptan, sedeften, altından, gümüşten yapılmış sandukalarda korunuyor. Özellikle camilerde bulunanların Ramazan aylarında Müslümanların ziyaretine açılması, Rasûlüllah Efendimizin (s.a.v.) hatıralarına gösterilen saygı ve şahsına duyulan sevginin tezahürü olarak kabul ediliyor.

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) hem saç hem de sakalının bakımına son derece hassasiyet gösterirlerdi. Yanından eksik etmediği eşyalar arasında misvak, ayna, gül yağı şişesi ve ayna yanında tarak niyetine kullandığı saç ayırma kemiği de vardı.

Yukarıda da ifade edildiği üzere Peygamberimiz (s.a.v.), saç ve sakalı uzadığında makasla kısaltır veya kısalttırır, yanında bulunan sahabe de ondan bir hatıraya sahip olmak maksadıyla kesilenleri toplardı. O yüzden çok sayıda kişinin elinde Sakal-ı Şerif, diğer adıyla ‘Lihye-i Saadet’ bulunuyordu.

Ancak geçen asırlar zarfında Sakal-ı Şeriflerin önemli bir kısmı onu muhafaza eden ailelelerin elinde kayboldu. Çoğu aile reisi çalınacağı korkusuyla sahip olduğu emâneti kimseye bildirmeden sır gibi sakladı. Ve onların ölümünden sonra Sakal-ı Şerif’in içinde bulunduğu bohça, benzeri mahfazalar, sıradan eşya zannıyla dağıldı.

Biz Türkler gibi Rasûlüllah’ı (s.a.v.) sağlığında görme şansı bulamayan milletler ise, çeşitli yollardan elde ettikleri bu nevi hatıraları dikkatle muhafaza ettiler. [11]

***

ÜLKEMİZDE SAKAL-I ŞERÎF ZİYÂRETLERİ
Sakal-ı Şerîf ziyâretleri Mevlid kandillerinde, Kadir gecelerinde, Yatsı ve Terâvih namazlarından ve Cuma günlerinde cuma namazından sonra yapılır. Salât u selâmla bulunduğu yerden alınarak, mihrâbın önünde yüksek bir sehpa üzerine konur.

İmam Efendi ve mahallenin güzel sesli hâfızları eşliğinde tehlil ve salât u selâm okunarak önce erkekler tarafından ziyâret edilir… Daha sonra da kadınlar ve çocuklar ziyâret eder. Ekseriyetle Sakal-ı Şerîf bohçasının kenarının öptürülüp başa konulmasıyla ziyâret tamamlanır… Ve yine aynı saygı ile eski yerine konur. Sakal-ı Şerîf bulunmayan yerlere, geçici olarak götürülmesinde ve ziyâret edilmesinde bir mahzur yoktur.

Bugün İstanbul Topkapı Sarayı Müzesi Mukaddes Emânetler bölümünde Hırka-i Seâdet dairesinde altmışa yakın Sakal-ı Şerîf bulunmaktadır. Bunlardan yirmi dört kadarı altın ve kıymetli taşlarla süslü mahfazalarda veya sedef kakmalı kutularda saklanmaktadır. Bu Sakal-ı Şerîflerden başka gerek Anadolu’nun, gerekse diğer İslâm memleketlerinin pekçok yerinde bulunan Sakal-ı Serîfler Müslümanlar tarafından saygı ve hürmetle korunmakta, mübârek gün ve gecelerde ziyâret edilerek bereketlenilmekte, feyizlenilmektedir.

***

SAKAL-I ŞERİF VE DİĞER MUKADDES EMÂNETLERLE İLGİLİ HASSASİYET

Sakal-ı Şerif ve diğer mukaddes emânetlerle ilgili hassasiyet, genelde Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat mezhebine mensup Müslümanlar arasında yaygındır. Mesela Suudlar-Vehhabiler aynı hassasiyeti göstermek bir yana, bu hatıralara hürmeti “şirk” sayacak kadar işi ileri götürmüşlerdir. Nitekim Osmanlı idaresinden çıktıktan sonra Mekke ve Medine'deki sahabe mezar ve türbeleri dahil, pek çok eser yıkılıp yok edilmiştir. [12]

Bilindiği üzere Vehhabi mezhebine mensup Suudların hâkimiyetiyle Arabistan'da bu evsafta/nitelikte “kudsiyet” atfedilen hiçbir eşya ya da hatıra kalmadı. Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) doğduğu ev dahi korunmayıp hayli kaba bir restorasyonla kütüphaneye dönüştürüldü. Buna karşılık Rasûlüllah Efendimiz ve ashabın önde gelenlerine ait korunmuş eşyanın neredeyse tamamına yakını Türkiye'de ve dünyanın diğer yerlerinde korunmakta… Bu hatıraları görmek içinse can atan yüz milyonlarca Müslüman mevcut yeryüzünde...

Sevgili Peygamberimizin su içtiği tas da, geçtiğimiz yıllarda Topkapı Sarayı'ndan çıktı. Uzakça bir yeri ziyaretten Medine'ye dönüşünde Beni Saide mevkiinde mola veren Rasûlüllah Efendimiz, sahabeden Sehl b. Sa'd'a, “Bizleri bir sulasan” sözü üzerine kullandığı ve Sa'd'ın dikkatle saklayıp sonra halife Ömer bin Abdülaziz'e hediye ettiği kâse… Muhtemelen Mısır seferi dönüşünde Şam valisi tarafından Yavuz Sultan Selim Han’a emânet edildi.

Topkapı Sarayı Mukaddes Emânetler Dairesi'nde korunan hatıra eserlerin çoğunun 1517'de Yavuz Sultan Selim'in Mısır seferi sırasında alındığı biliniyor.

Yavuz, hilafeti Üçüncü el-Mütevekkil-al’Allah Muhammed'den devraldı.

Yavuz'la beraber İstanbul'a gelen eski halife Ayasofya Camii'nde minbere çıkıp üzerindeki hil'ati Osmanlı padişahına giydirip hilafeti ona devrettiğini açıkladı… Bilahare Eyüp Camii'nde de kılıç kuşattı. Bu sırada Osmanlı Saray görevlileri eski halife nezdinde bulunan mukaddes emânetleri teslim aldılar. Ayrıca Mekke Şerifi de biat için gönderdiği oğluyla birlikte o zamana kadar muhafaza ettiği emânât-ı mübârekeyi teslim etti.

***

SAKAL-I ŞERİF İLE İLGİLİ AYKIRI GÖRÜŞLER

Her devirde olduğu gibi bu dönemde de elbette Vehhabi zihniyetli, mukaddesata hürmetten yoksun insanlar olacak… Nitekim bunlardan biri de Muazzez İlmiye ÇIĞ nam hatun. Diyor ki bu hatun bir yazısında:

“Gazetelerde, TV’lerde bir “sakal” davası sürüp gidiyor. 21. yüzyılda hâlâ -ilkçağın insanları gibi- totem peşinde koşuyoruz! Hz. Muhammed, bunu önlemek için, “Yâ Rab, benim eşyalarımı tapınak vasıtası yapma!..” demiş.

“Bu hadis, peygamberin ağzından çıktığını bütün hadisçilerin kabul ettikleri 17 hadisten biridir. Bu sözü söyleyen Hz. Muhammed, tıraş olurken kıllarını toplattırır mıydı? Dünyada yüzlerce “Sakal-ı Şerif” diye tanımlanan kıl var. Hepsi uydurma. Topkapı Sarayı Müzesi’ndeki “Kutsal Emânetler” diye saklanan birçok eşya, onun-bunun saraya bahşiş almak için getirdikleri nesneler. “Fatıma Anamız”ın seccadesi denen seccade, 17. asır halısı, Peygamber’in teyemmüm taşı olarak saklanan taş ise bir Asur tableti!? Bunun gibi daha birçokları var... Bunları bir kitap halinde toplayan ilk Müze Müdürü Tahsin Öz’ün 1953 yılında basılan kitabı, ne yazık ki zamanın yönetimi tarafından hemen toplattırıldı ve o günden bugüne de ülkeyi aynı kafada olanlar idare etti! Uydurulmuş şeylere inanmak, doğruları araştırmaktan daha kolay geliyor insanımıza...

“Bu sakal olayı, bana başka bir olayı hatırlattı: 1970-78 yılları arasında, eşim Kemal Çığ Topkapı Sarayı Müzesi müdürü idi. Daha önce de -1944 yılından beri- müdür yardımcısı ve kitaplık şefi olarak çalışıyordu müzede... Müdürlüğü esnasında, o zamanın Diyanet İşleri Başkanı Lütfü Doğan, “Kutsal Emânetler”i ziyaret etmek için randevu istiyor. Kemal Çığ, gazetecileri getirmemek koşulu ile halka kapalı olan bir günde randevuyu veriyor. Kararlaştırılan günde büyük bir cemaat akın ediyor “Kutsal Emânetler Salonu”na. Peygamberin hırkası olarak tanımlanan hırka çıkarılıyor. Gelenler büyük bir huşu içinde dualara, kuran okumalara başlıyorlar ve sonunda her ay bu ziyareti yapmaya karar veriyorlar.. . Salonda iş bitince, eşim, baştakileri odasına kahve içmek için davet ediyor. Tam kahveler bitmek üzere iken Kemal Çığ, “Hazır bütün din büyüklerimiz burada iken kafamı kurcalayan bir soruyu sormak istiyorum.” diyor ve sorusunu soruyor: “Benim bildiğime göre, Hz. Muhammed’in ağzından çıktığından bütün muhaddislerin hemfikir olduğu 17 hadisten biri, ‘Yâ Rab, benim eşyalarımı tapınak vasıtası yapma!..’dır. Şimdi sizin hırka’ya ve diğer eşyalara dualar yapmanız bu hadise karşı değil midir?”

“Bu söz üzerine, gelenlerin hepsi birden yerlerinden fırlarlar ve bir şey söyleyemeden oradan ayrılırlar! Fakat, her ay gelmeyi istedikleri halde bir daha uğramamaları da Kemal Çığ’ın sorusunun yanıtı olmuştur...

“Şimdi ben de bugünkü hocalarımıza soruyorum: Böyle bir hadisi biliyor musunuz? Biliyorsanız, neden bir sakal kılı, bir hırka peşine düşenleri ve onlara dua edip onlardan medet umanları uyarmıyorsunuz?.. Neden?”


***

Bu hatuna verilecek tek kelimelik cevap:

- ZIRVA! Olsa gerek.

Zira yazdıklarının hiçbiri ipe-sapa gelir şeyler değil. Haliyle değerlendirmeleri de yanlış! Cevapları ise çalışmamızın içerisinde fazlasıyla mevcut... Hadis olarak naklettiğini de öylesine çarpıtıyor ki, insan, bir metin ancak bu kadar çarpıtılır demekten kendini alamıyor. Zira o mukaddes emânetlere olan saygılarıyla-sevgileriyle Müslümanlar, onlara taabbüdü/tapınmayı kastediyor değiller ki… Tam tersine, “teberrük”ü murad ediyorlar. İkisi arasındaki fark ise, dağlar kadar diyebiliriz. Hatta Arapların tabiriyle, “Eyne’s-sera ve’s-süreyya”… Bu farkı fark edemeyen birine ise, zannederim başka bir şey anlatmak zait ve faydasız olur.

Sakal-ı Şeriflerin adediyle ilgili cevaplar, yazı içerisinde en açık şekliyle geçti. Ayrıca bu hususu ondan önce de dile getiren pekçoklarının olduğunu hatırlatalım… Hatta “Kaçırılma ihtimaline karşı camilerde sergilenen sakal-ı şeriflere DNA testi yapılmalı mı” tartışmaları başlatıldığını… Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu’nun da bu tartışmalara, “Öyle bir aidiyet konusunda çalışma yapmayı doğrusu şık bulmuyorum” diyerek son noktayı koyduğunu biliyoruz.

Bu arada başka bazı yazarlar da, “Sakal-ı şerifin Hz. Peygamber'e (s.a.v.) ait olup olmadığı”nı söyleyerek tartışmayı sürdürüyor… Kimileri de ziyaretin, yukarda adı geçen hatun gibi, “bir çeşit fetişizm (iptidai toplulukların inanç esası, put olarak kabul ettikleri resimlere tapmaları) olduğunu ve tevhîd dinine yakışmadığı"nı ileri sürüyor...

Dilerseniz bu hususu tarihi bir anekdotla açmaya-açıklamaya çalışalım:

Bir Osmanlı veziri Peygamberimiz'e (s.a.v.) âşık…

Bunu fark eden bir sahtekâr da her hafta onu ziyaret ederek, Rasûlüllah Efnedimiz'i rüyasında gördüğünü, vezir için iltifatlarda bulunduğunu… filan söylüyor.

Vezir, anlatılanları gözyaşları dökerek dinliyor ve her seferinde anlatana birkaç altın veriyor.

Vezirin yakınlarından biri bir defasında dayanamayıp;

- "A devletlû, bu adam sahtekâr! Söyledikleri yalan! Niçin onu dinleyip altınlar veriyorsunuz" deyince, vezir şu cevabı veriyor:

- "Ben bu haberin yalanına altın veriyorum, doğrusuna ise canımı veririm!"

Seven için o sakalın, Allah’ın Habibi Efendimiz'e (s.a.v.) ait olma ihtimali yeterlidir… Ziyaretler zaten bu niyetle yapılmaktadır.

İnandığımız dinin peygamberi, iki cihan güneşi Hz. Muhammed Mustafa’ya
(s.a.v.) ait bir şeyi, Onu sevdiğimiz için, Ona yakın olmak niyetiyle ziyarete gidiyoruz.


Asla kıyas kabul etmez ama şöyle düşünün: Çok sevdiğiniz bir kimse, mesela gönlünüzün kahramanı bir sporcu, bir maçtan sonra formasını gösterime açıyor, gitmez misiniz? Hatta satılığa çıkartıyor kulübü o formayı… Almaz mısınız? Nitekim dudak uçuklatan fiyatlarla alanları çok görüyouz değil mi?

Bunun gibi, insanın bazen muşahhas/somut şeylere ihtiyacı vardır. Onu görebilmek gayesiyle zahmetlere katlanan, taaa nerelerden kalkıp gelen insan, o eşyanın sahibini ne kadar sevdiğini de göstermiş olur. Zaten aslolan; uğruna topyekün varlıklar yaratılan O yüce zatı ve Hâlıkını/yaratıcısını sevmek değil midir? Siz Onu severseniz, o da sizi sever çünkü…

Sakal-ı Şerif ziyaretlerinin, bir çeşit puta tapıcılık olduğunu söyleyen densizlere de bir çift sözümüz olsun…

Öncelikle şairin dediği gibi, "Dinime dahleyleyen bârî Müselman olsa" diyelim.

Sonra da, senin mukaddesata saygın, mukaddes emânetlere hürmetin yoksa, saf-halis Müslümanlardan alıp vermediğin nedir Allah aşkına, diyerek kısa bir öğütle sözlerimize devam edelim:

- Ne olur, tertemiz Ehl-i Sünnet Müslümanlarıyla uğraşmaktan vazgeçin; kendi nefsinizi ilah edinip ona tapınmaktan, bir an evvel heva ve hevesinize tabi olmaktan kurtulmaya çalışın… Ve bilin ki, kimse sakal-ı şerife tapınmıyor! Onun sahibini sevip sünnetini/yolunu takip edenler, Allah sevgisine giden yolu da burada bu muhabbette buldukları için bu sevginin peşinde koşuyor… Pervaneler gibi Onun etrafında dönüyor, o ışığın çevresinde uçuşuyorlar.

Niyazımız; Cenab-ı Rabbi’l-âlemin bizleri, topyekün Ümmet-i Muhammed’i ve evladını o sevgiden mahrum etmesin!

Diğer eşya ile ilgili de hemen herkes -eğri veya doğru- her şeyi söyleyebilir, söylüyor da... Ama burada aslolan, mü’min gönüllerin ne düşündüğüdür, onların inancıdır. Bunun bilinmesi ve buna saygısızlık edilmemesi gerekir.

***

SÖZÜN ÖZÜ

Mukaddes Emânetler, batıni/iç derinlikleriyle Müslüman milletimiz tarafından çoğunlukla merasimlere dönüşen bir saygı ufkunda değerlendirilmiştir.

Onlardan her bir emânetin çağrıştırdığı mülâhazalar, dine hürmet hissimizi şahlandırmış…

Asırlar boyu gönüllerimizin kıblenümâsı olagelmiştir.

Hemen her zaman onlara bakarken ve onları severken, arkalarında temsil ettikleri mübarek zatlarla irtibatımızı yenilemiş-tazelemiş, onları bir kere daha bütün yücelikleriyle tüm benliğimizde hissetmişizdir.

Dini-milli ruhun zedelendiği, mukaddeslere hürmetin sarsıldığı dönemlerde bile Emânât-ı Mukaddese’yi hep derin bir ihtiram hissiyle selamlamış ve onlara karşı hep saygılı olmaya çalışmışızdır.

Bu güzel haslet, bizim her an Mukaddes Emânetler’in ruhani âlemine girmemize…

Her gördüğümüzde, geçmişin o güzel hâtıralarına biraz daha dalmamıza…

Her devri ayrı bir ihtişam ve apayrı bir şân-şeref, âdeta dünyâları saran ışıktan tûfân olan mazimizin, nurdan ırmaklar gibi aktıkları çağlara doğru manevi seyahatlere çıkmamıza vesile olmuş ve olmaya da devam etmektedir.

"Mukaddes Emânetler"i her ziyaret edişimiz, başta Rasûlüllah Efendimiz (s.a.v.) olmak üzere o emânetlerin diğer sahipleri olan yüce ruhlarla manevi irtibatımızı tazelemekte…

Gönüllerimiz onlarla hasbihal etmekte…

Bâtın âleminde onların kendi sesinden, kendi nefesinden ne manalar-feyizler soluklanmakta...

Değişik çağrışımlara açık letaifimiz-hülyalarımız-mülahazalarımız hal diliyle onlardan; nice engin, rengin ve derin beyanlardan daha fasih-beliğ ve gönüllere çok daha müessir ne hitabeler-ne sözler dinleme şerefine nail olmaktadır.


DİPNOTLAR
[1] Buhâri, İmân, 64; Müslim, İmân, 106.
[2] Ebû Dâvûd, Menâsik, 56.
[3] Buhâri, Tecrid, 1654; İbn Hişâm, es-Sire, IV, 603; Sahih ve Sünen'lerin Vedâ Haccı bölümleri.
[4] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 135.
[5] Bakara suresi, 2/283.
[6] Mü’minûn suresi, 23/8.
[7] Meâric suresi, 70/32
[8] Nisâ suresi, 4/58.
[9] Buhari, Sahih, İman 1, İlim 2, Rikak 35; Müslim, Sahih, Rikak 36.
[10] Molla Hüsrev, Mir'atü’l-Usûl fî Şerhi Mirkati’l-Vüsûl, İstanbul, 1307, I, 591; Mecmuatu’n-mine’t-Tefâsir, İstanbul 1979, V. 142, 143.
[11] Rehber Ansiklopedisi, ilgili madde.
[12] Geniş bilgi için bkz. Eyüp Sabri Paşa, Mir’âtü’l-Harameyn.