Hemen her zamanki gibi dün de sabaha karşı uyandım… İmsak vaktine yakın, müteheccidînin ayakta olduğu seher vaktinde…

Sin-ha-ra maddelerinden oluşun “seher” lafzı, lûgatlere/mu’cemlere göre, “kubeyli’s-subhi”, sabahtan az önceki vakit, diye tarif olunuyor. Gerçi imsaktan/sabah namazından sonraki vakte de seher ıtlak olunduğunu, Hz. Aişe-i Sıddîka validemizden gelen bir rivayetten öğreniyoruz.

***

Balkon kapısını açtım… Hem de sonuna kadar. Seher yeli girsin istedim odaya…

Gerçi bana göre “soğuk” denecek kadar “serin”di hava… Ama olsun. Manzara muhteşemdi…

İri bir mehtap geceleyin hükümranlığını ilan etmiş, saltanatını kurmuş… Gündüzleri efendisi olan dünyayı, gecenin karanlığı içinde ışıklarıyla kucaklamıştı âdeta...

Deniz tarafı sanki sâfi ışıktı… Görülmemesine rağmen, o hissi veriyordu… Boğaz’ın şu anda akıntısız, mehtabın kendisini seyrettiği büyük bir ayna gibi kıpırtısız durduğunu düşünüyorum.

Martılarınsa gevezelik ettiklerini… Her zamanki gibi birbirlerine bizim kavrayamadığımız bir dilde bir şeyler anlatıp durduklarını hayâl ettim.

***

Birden, kızıllaşmış yapraklarını hâlâ dökmemiş ağaçların arasından bir “bülbül” şakımaya başladı… Öttükçe ötüyor, kendi lisanınca Rabbini zikrediyordu… O saatte uykuda olanları uyarmaya çalışıyordu.

Kış mevsiminde bir bülbül sesi... Ne garip, ne acip, ne enteresan değil mi?

O hiç beklenmeyen, tahmin edilmeyen-edilemeyen bülbül sesi, gümüşlü geceyi, kapıları âniden açılan sihirli bir âleme dönüştürdü...

***

Açılan kapıdan geçtim… Yavaş-yavaş ilerledim… Yürüdüm… Yürüdüm… Yürüdüm…

Asırlardır sürüp giden, tekrarlanan bu ihtişamın içinde bir “hiç”liğe kavuştum... MSN’imdeki resim de, epeyce bir zamandır, çok enfes bir nesih hatla yazılıp istiflenmiş simetrik bir “HİÇ” hattı idi zaten… Şimdi satırla sadır aynı manada mütenazır bir hal aldı…

Tasavvufî tabirle “mahviyyet”teki sükûn… Bir hiç olduğunu hissetmekteki huzur… “Mahfiyyet”teki saadet… Bütün buları unuttuğun zamanlardaki aldanmayı, yüzüne vuruyor insanın… O aldanışın beyhudeliğini/boşuna ve faydasızlığını anlatıyordu...

***

Halık-ı zû’l-Celâl ve’l-Kemâl “kerem” sahibiydi, cömertti; kudreti gibi cömertliğinin de sınırı yoktu…

Bizler de topyekün mükevvenat gibi o yüce kuvvetin-kudretin içinde kaybolmaya mahkûm “hiç”lerdik… Sultanu’ş-şuara Necip Fazıl merhum “Karacaahmed” şiirindeki bir beyitte ne güzel söylemiş:

“Hep olmadan hiç olmaz, hiçin ötesinde hep;
Bu mu dersin, taşlarda donmuş sukûta sebep?”


İnanmayan ya da imanı tam ve kâmil olmayan niceleri, Allah Teala’nın kuvvet ve kudretinin sınırsızlığını kavrayamadığından olsa gerek, kendi “hiç”liklerine muayyen “sınırlar” koyarak, bir kudrete çevirebileceklerini sanıyorlar… Ne kadar acı ve acklı bir manzara değil mi?

***

Rabbim (c.c.) cümlemize ve bilcümle Ümmet-i Muhammed'e, tevazuun zirvesi olan “hiç”liği idrak ettirsin ve o şuurla yaşayıp ruhumuzu öyle alsın.