Halis ECE

Kulun, Allâh’ın nimetlerine karşı nankörlük etmesi, nimetin elden gitmesine sebep olur. Şükrünü edâ ettiği müddetçe, Allah Teâlâ, lûtfedip bahşettiği nimeti kulundan geri almaz. Nimetin şükrü ise, onun kadrini/kıymetini bilmektir. Kim üzerindeki nimetin devam etmesini arzu ederse, onun değerini bilmeli; nimeti verene şükretmelidir.

Cüneyd-i Bağdâdî (k.s.) hazretleri demiştir ki: “Şükür, Allâh’ın nimetiyle, kulun Allâh’a isyan etmemesidir. Şükür, nimeti vereni hatırdan çıkartmayarak kalbin edep caddesinde durmasıdır.”

Şükür, kulun Allah Teâlâ’dan hakkıyla korkmasıdır. Allah’tan hakkıyla korkmak da, ona itaat edilip isyan olunmaması, zikredilip unutulmaması, şükredilip küfrân-ı nimette bulunulmamasıdır. (Küfrân-ı nimet, iyilik bilmemek, gördüğü lutuf ve ihsânı unutmak, nankörlük etmek demektir.)

Şükür, nimetleri ihsan eden Allah Teâlâ’nın gadabını mûcip kavil, fiil ve hareketlerden kaçınmaktır. Bir başka ifadeyle şükür; sadece nimeti değil, onun zımnında nimeti vereni de görebilmektir.
***

Hz. Âişe (r.anhâ) vâlidemiz anlatıyor:

“Resûlüllah (s.a.v.), bir gece yanıma geldi. (Yatmak üzere) benimle yorganımın altına girdi. Hatta tenim tenine değdi. Sonra bana şöyle dedi:

— Ey Ebû Bekr’in kızı! Beni bırak, Rabbime ibâdet edeyim.

Ben de,

— Senin yakınlığını severim, dedim ve izin verdim. Su dolu testinin yanına vardı, abdest aldı. Suyu da bolca kullandı. Sonra namaza durdu; derken ağlamaya başladı. Hatta mübârek göz yaşları göğsüne doğru aktı. Sonra rükûa vardı, orada da ağladı. Sonra secdeye indi ve yine ağlamaya devam etti. Başını kaldırdı hâlâ ağlıyordu. Bu hâl, Bilâl’in (r.a.) sabah namazına çağırdığı âna kadar devam etti.
Kendisine;

— Ey Allâh’ın Resûlü! Allah Teâlâ senin, geçmiş ve gelecek bütün günahlarını bağışladığı halde neden ağlıyorsun? dediğimde O,

— Allâh’a şükreden bir kul olmayayım mı?.. cevabını verdi.”
***

Dâvud aleyhisselâm, “Yâ Rab!.. Şükrüm dahi senin bir nimetin olunca, sana nasıl şükredebilirim?” dediğinde Cenâb-ı Hak ona, “İşte şimdi bana şükrettin” diye vahyetti.

Şükür, nimeti vereni arayıp dünyayı ve içindekileri hakikaten veya hiç olmazsa hükmen terk etmektir. Nimeti bahşedeni aramak ise, zühd ile mümkündür. Zâhid; dünyayı terk eden, ona sahip çıkanlara aldırış etmeyendir.

Ârifler demişlerdir ki:

“Zühd, dünyevî arzu ve istekleri azaltmaktır. Yoksa kepekli ekmek yemek, sert ve kaba elbiseler giymek değildir. Allah Teâlâ, dünyada zühd yolunu tutanın kalbine, hikmet ağacını dikecek bir meleği vazifelendirir. Zira Cenâb-ı Hak, 'İşte âhiret yurdu! Biz onu, yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan kimselere veririz. (En güzel) âkıbet, takvâ sahiplerinindir.” (el- Kasas, 83)
***

Hasılı, bütün mü’minler olarak küfrân-ı nimette bulunmaktan sakınmalı; verilenlere, yapılan iyliklere karşı nankörlük etmekten son derece kaçınmalı... Her türlü nimetin sahibi olan Allâh’a şükür, o nimetlerin-iyiliklerin bize ulaşmasına vesîle olan kullarına karşı da teşekkür etmeyi bilmeliyiz. Zira Sevgili Peygamberimiz Efendimiz (s.a.v.), “İnsanlara teşekkür etmeyen, Allâh’a da şükretmez” buyurmuşlardır.


“ŞÜKÜR KIL Nİ‘METİNE MEVLÂ'NIN”

Yaşadığı asırda “edebiyâtımızın pîri” diye anılan hikmet şâiri Nâbi (V. 1712) merhum, oğluna hitâben kaleme aldığı “Hayriye” isimli nasîhatnâmesinde diyor ki:

“Şükr kıl ni‘metine Mevlâ'nın
Tâ ziyâde ola âb u nânın”


Şu demek: Allâh'ın nimetine şükür ile kanatkâr ol ki; ekmeğin ve suyun (rızkın) aslâ kesilmesin, daima artsın.

Onu taklid ile tâkip eden bir başka söz ustası Sünbülzâde Vehbî (V. 1808) merhum da yine oğluna şöyle bir öğüt veriyor:

“Yine sen eylegör kim iffet
Bulasın mâlde hayr u bereket
Ya‘ni terk etme rüsûm-i vera‘ı
Halkın emvâline kılma tama‘ı”


Yani demek istiyor ki: Her işte iffeti elden bırakma ki, malından hayır ve bereket göresin. Haramdan sakınmayı aslâ terk etme, hiçbir vakit halkın malına göz dikme.

Materyalist toplumumuzun sosyal hastalıklarından en belli-başlıları, bize bu şâirlerimizin kaçınmamızı söyledikleri ihtiras, tamah yani açgözlülüktür. Bunların ilacı da yine onların tesbitleriyle; şükür, kanaat, iffet ve haramdan kaçınmaktır. Bu yoldaki pek çok tavsiyeler, dinî eserlerimizin pek çoğunda mevcuttur. Şüphesiz Nâbi ve Vehbî de zaten o çeşit kaynakları okuyarak büyümüş ve bizâtihî nefislerinde bunu tecrübe ile hazmetmiş kişilerdir; bu değişmez hakikatleri, o güzel şiirleriyle dile getirmektedirler.

Çoğumuz bu ilaçları yerinde ve zamanında tatbik edemediğimiz içindir ki; bu çeşit hastalıklara tutulur, rızık korkusu çeker, şeytanın bizi fakirlikle korkutmasına kanıveririz. Doğrusunu isterseniz, “tüketim toplumunda” bu imtihandan yüzünün akıyla çıkmak da ateşten gömlek giymekle müsavidir, denilse yeridir.

Âile fertlerinin her biri ayrı ihtiyaçlar gösterip dururken, gelirin masrafa denk bütçe ile kotarılması elbette ki zordur. Ancak şükür ve kanaattir ki insanı rahatlatır, endişelerini giderir. Hele bir de haramdan kaçınıp iffetinizi koruyorsanız, birdenbire malınızın bereketlendiğini görürsünüz. Değil mi ki Rabbimiz Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri razzâk-ı âlemdir, rızka kefildir; o halde ona lâyık kul olmak, bu kefâleti hak etmeye kâfi gelecek, hatta artacaktır.

Eğer rızık sıkıntısı çekiyorsak, bu ilaçları bir kez deneyelim. Elimizde hayır-hasenât için bile para kaldığına şâhit oluruz. Bunda hiç mi hiç şüphemiz olmasın.