Hocam hayırlı günler.

Belki cahilliğimden ötürü biraz saçma bi soru olacak ama Silsile-i Saadat neden 33 yani neden Süleyman Hilmi Tunahan hz. de bitti ? Bittiğine kim karar verdi neden devamı gelmedi ? Son olarak tarikat neden cemaat olarak kaldı ? 

******* 

Size de hayırlı günler.

Kanaatimce sorduklarınız, işaret ettiğiniz türden cahillikle filan değil de, şuur ve idrâk kabiliyetiyle alakalı olsa gerek… Mesleğiniz avcılık değilse, merak etmeyin, attığınız da konuştuğunuz da herhalde ‘saçma’ değildir! Bundan emin olabilirsiniz. Hani şair diyor ya; ‘Avcının attığı da konuştuğu da saçmaydı.’ O meslek mensuplarının atışları-saçmaları-saçmalıkları toplumca meşhurdur malum. Her neyse…

Dilerseniz sorularınızı maddeler halinde ele alıp tahlil etmeye / cevaplamaya çalışalım.

1. Peki ben sana sorayım: Rasûllerin adedi neden rivayetlerde belirtildiği gibidir de daha az veya daha fazla değildir? Enbiyâ (salavâtullâhi ve selâmuhu aleyhim ve alâ Nebiyyinâ hâssah) hazerâtı hakezaVe yine Enbiyâ u Mürselîn hazerâtı neden Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa'da noktalandı. 'Hâtemü'l-Enbiyâ' niçin O oldu?

Cevabı gayet basit değil mi?

Cenab-ı Hak öyle dileyip öyle takdir buyurduğu için… Bu husus da bir bakıma ta’lîlî değil, taabbudî meselelerdendir; nedeni, niçini araştırılıp soruşturulmaz!

Enbiyânın zâhir ve bâtınının vârisi bulunan tasavvuf yolu silsileleri de nezd-i ilâhide öyle takdir, tensip ve tanzim olunmuş… Ve sadece zikr-i hafî yolu değil, zikr-i cehrî yolunun da silsilesi 33’tür. Tasavvufa dair bazı eserlerde görülen farklılıklar, yanlış olarak kimi halifelerin silsileye dahil edilmesinden kaynaklanmakta... Asıl silsile adedi muayyendir, 33’te tamamlanmaktadır. Benzer bir cevap için bkz. http://halisece.com/sorulara-cevaplar/1236-selamun-aleykum-halis-bey.html

Rasûlullah Efendimizin (s.a.v.) Hâtemü’l-Enbiya olmasına kim karar verdi?

Hiç şüphesiz Hz. Mevlâ değil mi?

Peki O’nun mânevi irşadla alakalı vârislerinin (mürşid-i kâmil ü mükemmillerin) hitâmına / sona ermesine kim hükmedecekti?

Elbette ki yine Mevlâ-yi zû’l-Celâl

Bu hükmü bize kim bildirecekti?

Tabii ki o hükme muhatap olan zevât değil mi!

Nitekim bu silsilenin / mânevî zincirin son halkasını teşkil eden zât-ı şerif, bizzat kendileri ukbâya irtihallerinden evvel buyurmuşlardır ki; “Benden evvel pîrân vefât etmeden önce bu vazifeyi evlatlarından birisine devretmiştir. Ama ben [devretmiyorum; çünkü] vefatımdan sonra da şu kadar müddet [muayyen değil mutlak fakat uzun bir süreyi tedâi ettiten bir ifade] tasarruf bizim yedimizde devam edecektir.” Bu beyanlarıyla, silsile-i zeheb’in kendileriyle tamamlanıp sona erdiğini, lakin irşad vazifesinin yine kendi elleriyle devam edeceğini, bu makamda verâset-vekâlet bahis mevzuu olmadığını işaret ediyorlar.

Öbür taraftan Kur’an hizmetlerinin, müntesiplerin dünyevî umura ait işleriyle alakalı hususların idaresi de, elbette bir emîr tarafından îfa olunmaktadır. Bu cihetlerinin vârisi vardır. Bütün bunlar birer vâkıadır, hakikattır. İnanmamayı iktiza edecek bir sebep de yoktur. O halde Rasûlullah Efendimizin (s.a.v.) verdiği habere inanıyoruz da, O’nun verâset-i tâmmesine sahip olan zâtın söylediklerine inanmakta niçin güçlük çekiyor, tereddüde düşüyoruz?! O 'son' dediyse, mutlaka sondur! Devamı olsaydı, elbette ki 'var ve şu kişi' derdi ve o zât da onun postnişîni olurdu. Yok ki gelmedi. Murâd-ı ilahi, meşiyyet-i sübhâni bu yönde tecelli etti.

2. Ne demek ‘tarikat neden cemaat olarak kaldı?’ Böyle soru mu olur?

Tarikat ve cemaat mefhumları / kavramları birbirinin zıddı ya da altenatifi değildir ki, böyle bir şey bahis mevzuu olsun?

Tarîkat nedir?

Tarikat, Cenab-ı Hakk’a vusûl için tâkip edilen / tutulan, bir takım âdâp ve usûlleri, zikir ve tefekkür nizâmı olan yol demek değil midir?

Bunun başında bulunan zâta, imama / öndere, kılavuza, rehbere ne denir?

Mürşid-i kâmil ü mükemmil. Ona tâbi olan cemaata / güzide topluluğa da mürîdân denir değil mi?

Peki cemaat nedir?

Topluluk değil midir? Evet! Herhangi bir topluluk mu? Hayır! İslamî bir topluluk. Fıkıh ıstılâhında, imamın arkasında namaz kılan mü’minler. Yani imama uyan, ona tâbi olanlardır. Tasavvuf lisanında ise, 'dervişler topluluğu'…

Şu halda tarikat ve cemaat kelimeleri, edebiyat tabiriyle bir bakıma elfâz-ı müteradifedir; lafızları farklı, fakat aynı manaları muhtevi iki mefhumdur / kavramdır, biribirlerinin yerinde kullanılabilir. Zamane sosyologları bu kavramlara, bazı gruplarla diğer bazılarını birbirinden tefrik için muhtelif manalar yükleyebilir, diledikleri gibi kullanabilirler. Nitekim kullanıyorlar da… Ama onların bu uygulamaları meselenin aslına tesir eden bir şey değildir. Kafa karışıklığına gerek yok.

Kısacası bir şeyi birilerinin bir başka isimle anması, onun mahiyetini değiştirmez. Mesela sen, Emre Can ismini değiştirip Ekrem Çapan ismini alsan, öyle çağrılmaya başlasan, bu değişiklik sende ne gibi bir farklılık oluştururdu? Hiçbir şey değil mi?

Söz konusu cemaat, cemiyet, câmia, sevâd-ı azam, topluluk… ne derseniz deyin; itikaden Ehl-i Sünnet-Mâtürîdî, amelen Hanefî, meşreben (tasavvufî tarikat bakımından) Nakşîdir. Gündelik basit konuşmalar ve yazışmalarda kimin ne dediği, nasıl tavsif ve tarif ettiği veya birilerinin meseleyi tavzih ve tasrih için neyi nasıl ifade ettiğinin aslâ bir önemi yoktur, olamaz da.

3. Bu yolun müntesiplerinin, Tarikat-ı Aliyye-i Nakşibendiyye-i Müceddidin kolundan, bu yolun umde ve esaslarından, âdap ve usûlünden, bir başka ifadeyle rotasından kıl kadar, hatta kıl ucu kadar dahi bir inhirafları söz konusu değildir. Tabiri caizse, bidâyetle nihâyet hüve hüvesine aynıdır. Ayrıldığını düşünen ya da iddia eden, gemiyi terk etmekte, doğru bulduğu cihete yönelmekte serbesttir… Kimse kimseyi bir yerlerde tutmaya, orada bulunmaya icbar etmez, etmiyor, edemez de. Hür iradesi kendi elindedir. Dolayısiyle o da kendisiyle tenakuza / çelişkiye düşmemeli, yanlış bulduğu yolda yürümeyi sürdürmemelidir.

Dileyen dilediği yola / yollara sülûk eder. İnsanoğluna irade-i cüz’iyye bunun için verilmiştir. Yoksa öbür türlüsü icbar olur, imtihan sırrına aykırı düşerdi.