Selamun aleykum Hocam, Muhammed Yusuf Kandehlevî Ehl-i sünnet midir? 

(Hayatü-s-sahabe) isimli kitabının üçüncü cildinin 319. sayfasında anlatıldığına göre, Hazreti Ali, kızını Hazret-i Ömer’e gönderip (Git kızıma bak, beğenirsen karındır) demiş. Hazret-i Ömer de, Arap âdeti öyle olduğu için kızın eteğini kaldırıp bakmış. Bu bir iftira değil midir? Emre 

*******

Ve aleyküm selâm…

Sevgili kardeşim;

Yusuf Kandehlevî’nin, Hayatü’s-Sahâbe’sinde zikredilen söz konusu hadise, bu güne kadar hep tenkit edilegelmiştir. Meseleye hangi cihetten bakarsanız bakın, yanlış olduğu âşikârdır. Olayı, ‘Arap âdeti’ kılıfıyla masumiyet zırhına büründüremeyiz. Müellifin itikaden Ehl-i Sünnet olup olmadığına dair sıhhatli bir bilgiye sahip değilim. Çemberin içinde veya dışında olması muhtemel olmakla birlikte, kendisi hangi çizgide olduğunu söylüyorsa, beyanı esas almamız uygun olur. Tabii hatalarına ait tenkitlerimiz mahfuz kalmak şartıyla...

O bakımdan, bu gibi eserleri okurken dikkatli olmamız, nakledilen hâdiseleri temel İslamî ilimler kıstasına tâbi tutarak değerlendirmemiz gerekir. Çünkü okuduğunuz kitap, itikadi-fıkhî-ahlakî alanlarda oluşmuş temel hükümler ihtiva etmiyor. Mutlak manada vak’alar anlatılıyor. Ne hadisenin doğruluğunu-eğriliğini araştıracak-tesbit edecek imkânınız-gücünüz var, ne de ondan nasıl sağlıklı bir hükmün çıkartılacağına dair vüs’atiniz…

Sadede gelecek olursak…

Bilindiği üzre İslâm dini, yanlış olan Arap âdetlerinden ıslah edilmesi gerekenleri düzeltmiş, düzelme ihtimali olmayanları da kaldırmıştır. Kâbe'yi kadın-erkek çırıl çıplak tavaf ederlerdi… Bu da Arap âdeti idi. Kız çocuklarını diri diri gömerlerdi, bu da Araplarda bir gelenek idi. Ama İslâmiyet geldi, bunları kaldırdı. Hz. Ömer’e (r.a.) böylesine âdice bir iftirada bulunulması ne kadar çirkindir! 

Günümüzde pekçok çalışmalarıyla tanıdığımız Prof. Zuhaylî de -maalesef- aynı görüşü paylaşarak diyor ki: “Hz. Ömer, Hz. Ali’den kızı Ümmü Gülsüm’ü istemişti. Hz. Ali, onu sana göndereyim, şayet razı olursan hanımın olsun” dedi. Hz. Ali kızını Hz. Ömer’e yolladı. Hz. Ömer kızın eteğini açıp dizine kadar baktı. Ümmü Gülsüm, ‘Emiru’l-mü’minin (halife) olmasaydın, gözüne bir yumruk yerdin’ dedi. Ümmü Gülsüm Hz. Ali’nin sözünden itibaren, Hz. Ömer’in hanımı olmuş, dolayısıyle bakması da helâl hâle gelmiştir.[Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, 9, 23]

Görüldüğü gibi önce hadiseyi aynen kabul edip naklediyor, sonra da; “Ümmü Gülsüm, ‘Emiru’l-mü’minin (halife) olmasaydın, gözüne bir yumruk yerdin’ dedi. Ümmü Gülsüm Hz. Ali’nin sözünden itibaren, Hz. Ömer’in hanımı olmuş, dolayısıyle bakması da helâl hâle gelmiştir” diyerek, te’vil etmeye çabalıyor!

Peki…

- ‘Hz. Ömer (r.a.) nikâh etmeden kızın bacağını açıp baktı’ demek, o büyük sahabiye, enbiya u mürselînden sonra manevi derece ve rütbe bakımından insanlığın iki numarası olan zâta bir iftira değil midir?

- Ayrıca Hz. Ömer’in (r.a.) bu hareketi normal ise, Ümmü Gülsüm (r.anha) ona, ne diye ‘gözüne yumruk yerdin’ diyor?

- Halife’nin -hâşâ- suç ve günah işleme hürriyeti / özgürlüğü mü vardır?.. Yaptığı yanlışa rağmen karşılık vermeme / verememe, yumruk atmamak mı gerekir?

- Hz. Ali’nin (r.a.) sözünden itibaren, Ümmü Gülsüm nikâhsız-şâhitsiz nasıl onun helâli oluyor? Nikâhsız karı-koca olunur mu? O minval üzre nasıl bakması helâl olur? Bu hangi dinde ve hangi mezhepte vardır?

- Dahası, kızın bacaklarına bakmak neden icap etsin ve niçin lâzım olsun ki? Eğer böyle bir şey gerekliyse güvendiği bir kadından bunu ister, mesela kızı Hafsa (r.anha) validemize söyler ve o gider bakardı… İslâm’da usûl de başvurulması gereken yol ve yöntem de budur. Öyle değil mi?

Hâsılı, ne tarafından bakarsanız bakın, bu büyük bir iftira, çok çirkin bir bühtandır. “Benden sonra bir peygamber gelseydi, bu Ömer olurdu.” [Tirmizî, Sünen, Menâkıb, 48], “Ben ilim şehriyim; Ali ise kapısıdır." [el-Câmi’us-Sağîr, 1, 415; -e-Savâiku'l-Muhrika, 73; Tehzîbü't-Tehzîb 6, 320; Hâkim, el-Müstedrek. 3, 126] hadis-i şerifleriyle ilim ve makamları-rütbeleri aşikâr olan bu büyüklerimize / halifelerimize, ki aynı zamanda birisi Rasûlullah’ın (s.a.v.) kayınpederi, diğeri damadı olan bu yüce insanlara iftira etmek, bırakınız bir din âlimini, sıradan bir Müslümana dahi yakışmaz. Buna inanmak ve bu gibi iftiraların yer aldığı kitaplarda yazılanları kabul etmek, Ehl-i Sünnet’in Sahâbe ve Hulefâ-i Râşidîn hakkındaki inancıyla imtizaç etmez / bağdaşmaz / uyuşmaz.

***

Bu girizgâhtan sonra dilerseniz meseleyi ayrıca ilmî açıdan da ele alalım.

Hz. Ömer'in (r.a.) hayatındaki bu hadise, onun Ehl-i Beyt sevgisini gösterir. Hz. Ömer (r.a.) halifeyken, bir gün, Hz. Ali'den (r.a.), kızı Ümmü Gülsüm'ü (r.anha) istedi. Hz. Ali kerramallâhu vecheh,

- “O küçüktür" dedi. Bunun üzerine Ömer (r.a.),

- “Hayır. Vallahi, bu bir şey değil; fakat sen beni engellemek istiyorsun" diye konuştu ve devamla, “Eğer gerçekten dediğin gibi (çocuk / sabî) ise onu bana gönder" diye ekledi. [Diyârbekrî, Târîhu’l-Hamîs fî ahvâli enfesi nefîs, II, 284; Muhibiddin Ahmet b. Abdullah b. Muhammed et-Taberi el-Mekki eş-Şafii (615-694 Hicri), Zehâiru’l-Ukbâ, s. 168]

Aslında, Rasûlullah'ın (s.a.v.) vefatından önce dünyaya gelen Ümmü Gülsüm, gerçekten küçüktü. [Zehâiru’l-Ukbâ, s. 169; Abdulvahhab en-Neccâr; el-Hulefâu'r-Râşidûn; Beyrut, 1986, s. 68] Bu evlilik Hicrî 17. yıl'da olmuştur. Hattâ, bir rivayette, kendisinden, "O, o zaman bir kız çocuğu idi" diye söz edilir. Hattâ, Mescid-i Nebevî'de sonucu bekleyen Hz. Ömer'e yanındakiler,

- "Ey Mü'minlerin Emîri! Ondan ne istiyorsun? O küçük bir kız çocuğudur" demişlerdi.

Ümmü Gülsüm'ün küçüklüğü bir yana, Hz. Ali onu, Tebük'te şehid olan kardeşi Câfer-i Tayyar'ın öksüz oğluna vermek istiyordu.

Hz. Ali, evine geldi. Ümmü Gülsüm'ün eline bir hülle (elbise) verip,

- "Bunu Emîru'l-Mü'minîn'e götür, ona şöyle söyle: 'Babam sana, bu elbiseyi nasıl buluyorsun, diyor de" diye onu gönderdi. Çocuk yaşta olan Ümmü Gülsüm, hiçbir şeyin farkında değildi. Elbiseyi Hz. Ömer'e getirerek babasının dediklerini tekrarladı. Bunun üzerine onun izarından (kolunun ön kısmından) tutunca, Ümmü Gülsüm kolunu çekti. Bu husustaki ibare-ifade şöyle: “Fe-ehaze Umeru bi-zirâiha fe’c-tezebetha minhu”. [Zehairu’l-Ukba, s. 168; Târihul Hamis, 2, 284]

Ümmü Gülsüm, Halife’ye kızmıştı. Hz. Ömer ise,

- "İffetli ve şerefli birisi" dedikten sonra, "Git, ona (babana) şöyle de: O ne güzel ve ne cemâllidir. Vallâhi o, senin dediğin gibi değildir."

Bunun üzerine Hz. Ali, onu Hz. Ömer'e (r.anhuma) nikâhladı. Mevzu hakkında birbirine benzer farklı rivayetler de vardır. Zehebî'ye göre, Hz. Ömer, Ümmü Gülsüm'le Hicrî 17. yıl'da evlenmiştir. Mevzuyu bütün rivayetlerle ele almak ve tartışmak sözü uzatacağı için diğer nakilleri almıyoruz. [Geniş bilgi için bkz. Tarîhu’l-Hamîs, 2, 284; Zehâiru’l-Ukbâ, s. 148-170; el-Hulefâu’r-Râşidûn, s. 68]

***

Aslında Hz. Ömer'in, Hz. Ali'nin kızıyla evlenmesinde gayesi başkaydı. O, Ümmü Gülsüm'ü isterken, bir rivayete göre, "Ey Ebe'l-Hasen! Onu benimle evlendir. Çünkü mutlaka ben, ondan hiç kimsenin beklemediği bir kerâmet (değer) ve şeref gözlüyorum" demişti.

Ümmü Gülsüm'le alacağı değeri/kerameti de Hz. Ali'ye, "O küçük olursa olsun" deyip şöyle açıklamıştı: "Ben Rasûlullah'tan (s.a.v.) şöyle derken işittim: ‘Bütün sebepler / bağlar, [Zehairu’l-Ukbâ, s. 168; Târîhu’l-Hamis, 2, 284] nesebler (soylar) ve sıhrıyetler kesilmişlerdir; ancak benim sebebim, nesebim ve sıhrım hâriç[Zehairu’l-Ukbâ, s. 168; Târîhu’l-Hamis, 2, 285] diye açıklamıştı.

Bir başka rivayette de şu ilâve vardır: ‘Ben de, benimle Rasûlullah (s.a.v.) arasında bir sebep ve sıhr (kız alma) yoluyla akrabalık oluşmasını istedim." [Zehâiru’l-Ukbâ, s. 169]

***

a) Hz. Ömer, neseben Ehl-i Beyt'ten değildir; hiç olmazsa sebeben/kız alma yoluyla, Kıyamet Günü’nde Ehl-i Beyt'le ve Rasûlullah Efendimizle (s.a.v.) bir bağı olsun istemektedir.

b) O, Rasûlullah (s.a.v.) soyuyla irtibata ve yakınlığa azamî derecede isteklidir. Onun Ümmü Gülsüm'le evlenmesi başka bir sebepten değildir; küçüklüğü ve onunla evlilik münasebeti geri plândadır. Hattâ, Hz. Ali’ye, “Gerçekten ben, yanımda Rasûlullah'tan (s.a.v.) bir uzuv (organ) olmasını istiyorum" [Rasûlullah, “Fatıma benden bir et parçasıdır”, buyurmuştur. Ümmü Gülsüm de ondan olduğu için, Rasûlullah’tan bir parça olarak kabul ediliyor.] diyerek onu istemiş; Hz. Ali, “Bende ancak (Fâtıma'dan olma) Ümmü Gülsüm var; o da küçük hâldedir" deyince, Hz. Ömer, “yaşarsa büyür”, demiştir. [Zehâiru’l-Ukbâ, s. 169; Târîhu’l-Hamîs, s. 284 vd.]

O, Kıyamet Günü için yanında bir sebep ve Rasûlullah (s.a.v.) soyundan bir uzuv / et parçası olsun istemektedir. Sebep: Hurma gibi ağaçlara çıkmak için elde bulunan "habl / ip"dir. Kendisiyle bir şeye ulaşılan her vesileye sebep denir. [el-Müfredât, s. 220] Mârifete vesile olan her şey de sebeptir. Ümmü Gülsüm de, Hz. Fâtıma'nın kızı ve bir "seyyide" olmakla Kıyamet'te Rasûlullah'a (s.a.v.) ulaştıran, onunla irtibata sebep olan bir vesile olacaktır. "Zerî'a" da sebep mânâsına gelir. Nitekim, İmam Şâfî (rh.) de, Ehl-i Beyt sevgisini dile getiren bir şiirinde, “Âl-i Nebî benim sebebim / ipimdir. Hem onlar beni ona / Rasûlullah'a bağlayan bir vesilemdir" [el-Müfredât, s. 220] diyerek aynı mevzuya parmak basmıştır.

***

Hz. Ömer'in bu evlilik hadisesi de, Rasûlullah Efendimize (s.a.v.) ve Ehl-i Beyt'e sevgi ve saygısına büyük bir delildir.

Ümmü Gülsüm'le (r.anha) nikâhlandıktan sonra, Hz. Ömer (r.a.) Mescid-i Nebevî'de Muhacirîn ve Ensâr (r.anhum) ile otururken,

- “Beni tebrik etmiyor musunuz?" demişti. Oradakiler,

- “Seni neden dolayı tebrik edelim yâ Emîra'l-Mü'minîn?" diye sordular. O da,

- "Ali'nin kızı Ümmü Gülsüm'le..." diye cevap verdi.

Hz. Ömer, sonra da Kıyamet Günü bütün sebeplerin ve neseblerin kesilmesiyle ilgili hadis-i şerifi zikrederek, “Ben de Rasûlullah'la aramda bir sebep / sıhrîyet ve neseb olmasını çok sevdim ve istedim, sevginin gereği olarak çok arzuladım" [Hâfız Muhibbüddîn et-Taberî, Zehâiru’l-Ukbâ, s. 168] dedi.

Bunun üzerine oradakiler kendisini tebrik ettiler...

Hakikaten, Ehl-i Beyt'le olan akrabalık bağı / ilişkisi onu çok sevindirmişti.

İslâm irfanında (örfünde / kültüründe), seyyide ve şerifelerle evliliğe, bahusus bu hâdise sebebiyle çok rağbet gösterilmiştir. Nitekim Celvetî şeyhi büyük âlim-ârif İsmail Hakkı Bursevi hazretlerinin [Bkz. Ruhu’l-Beyan, 1, Terâcim-i ahvâl] ve sair tasavvuf büyüklerinin de, şeyhlerinin-mürşidlerinin kızlarıyla sair yakınlarıyla benzer evlilikleri olmuştur.

Ümmü Gülsüm'den, Hz. Ömer'in Rukiyye adlı bir kızı ve Zeyd adlı bir oğlu oldu. Çocuklar çok yaşamadı. Hz. Ömer'in vefatından sonra (H. 23. Yıl/M. 644) Ümmü Gülsüm'ü, amcasının oğlu Avn b. Câfer aldı. Çocuk bırakmadan ikinci kocası ölünce, yine amcasının oğullarından Muhammed b. Câfer'e vardı. Ondan bir kızı oldu. Onun ölümüyle de, Abdullah b. Câfer'le evlendi. Bununla nikâhlı iken ve son kocasından çocuğu olmadığı hâlde vefat etmişti. [Zehâiru’l-Ukbâ, s. 170; el-Hulefâu’r-Râşidûn, s. 103; Mes'ûdî, Mürûcu’z-Zeheb, II, 353; Doç. Dr. Murat Sarıcık, “Hz. Ömer'in, Ehl-i Beyt'le akrabalık arzusu ve Hz. Ali'nin kızı Ümmü Gülsüm'le evliliği” başlıklı makalesi]