Kur’an-ı Kerim’de çocuklar hakkında bazı ayetler

Cenab-ı Hak buyuruyor ki:

Mal ve oğullar, dünya hayatının süsüdür...” [Kehf suresi, 46]

Ey Rabbimiz, bizi yalnız senin için boyun eğen Müslüman kıl! Soyumuzdan da yalnız senin için boyun eğen müslüman bir ümmet vücuda getir.” [Bakara suresi, 128]

Ey Rabbim! Beni ve soyumdan gelecekleri namazını dosdoğru kılanlardan eyle! Ey Rabbimiz! duamı kabul et!” [İbrahim suresi, 40]

Ey iman edenler. Kendinizi ve ailenizi / çoluk çocuğunuzu yakıtı insanlar ve taşlar olan Cehennem ateşinden koruyun.” [Tahrim suresi, 6]

“(Ey Rasûlüm!) Ehline namaz kılmalarını emret, kendin de ona sabırla devam et. Biz senden bir rızık istemiyoruz. Seni biz rızıklandırırız. Güzel akibet takva sahiplerinindir.” [TaaHaa suresi, 132]

Ey iman edenler, haberiniz olsun ki, eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olan vardır, o halde onlardan sakının! Ne var ki, affeder, kusurlarına bakmaz, örterseniz, şüphe yok ki, Allah, çok bağışlayandır, merhamet edendir.” [Teğabün suresi, 14]

Hani bir vakit Lokman, oğluna öğüt vererek demişti ki: ‘Yavrucuğum! Allah'a şirk koşma, çünkü Allah'a şirk / ortak koşmak, elbette büyük bir zulümdür.” [Lokman suresi, 20]

Bir de geçim korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin, onlara da, size de rızkı biz veririz. Şüphesiz ki onları öldürmek, çok büyük bir suçtur.” [İsrâ suresi, 31]

O inkâr edenler (var ya), onların ne malları, ne de evlatları, onlara Allah'a karşı hiçbir fayda sağlamayacaktır. Onlar, ateş halkıdır; orada ebedi kalacaklardır.” [Âlu İmrân suresi, 116]

Göklerin ve yerin mülkü / hükümranlığı yalnız Allah'a aittir. O dilediğini yaratır, dilediğine kız çocuk, dilediğine de erkek çocuk bahşeder. Yahut Allah onları erkek ve kız olmak üzere çift verir, dilediğini de kısır yapar. Şüphesiz ki O her şeyi bilir. O'nun her şeye gücü yeter.” [Şûrâ suresi, 49-50]

Kadınlarınız sizin (evlat yetiştiren) tarlalarınızdır. O halde tarlalarınıza dilediğiniz gibi gelip, kendiniz için önden (ahirete iyi ameller) gönderin (Hayırlı evlatlar yetiştirin).” [Bakara suresi, 223]

Rahimlerde sizi dilediği keyfiyette tasvir eden (şekillendiren) O’dur. Kendisinden başka ilah yok. O azîz’dir, hakîm’dir (mutlak güç ve hikmet sahibidir). “ [Âlu İmrân suresi, 6]

O inkâr edenlere, muhakkak ki ne malları, ne çocukları Allah'a (O’nun azabına) karşı zerre kadar fayda vermeyecektir. Onlar, o ateşin çırası (yakıtı)dırlar. “ [Âlu İmrân suresi, 10]

Orada Zekeriyya Rabbına dua etti: Yâ Rab! dedi: Bana ledünnünden bir temiz zürriyyet ihsan eyle (katından hayırlı bir nesil ver) şüphesiz ki sen duayı hakkıyla işitensin.” [Âlu İmrân suresi, 38]

Meraklı okuyucularımz, tefsirlerden ayetlerin açıklamalarına bakabilirler.

Biz şimdi bu mevzuda gelen hadis-i şeriflerle meseleyi bir bütün olarak ele almak istiyoruz.

***

A- Sünnet-i seniyyede çocuk terbiyesi

Allah Teala insanı tertemiz, berrak, işlenmeye hazır kıymetli bir mücevher mahiyetinde yaratmıştır. Bu, onun hayra da şerre de istidadının bulunduğunu, yaratılıştan kazanılmış olan kalb, akıl, ruh ve vicdan gibi latîf cevherlerinin, hangi inanç ve kültür havzasında yoğrulursa o yöne doğru meyledeceğini göstermektedir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilen “Allah sizi hiçbir şey bilmediğiniz hâlde annelerinizin karnından çıkardı ve size işitme(niz için kulaklar), (görmeniz için) gözler ve (anlayıp idrak etmeniz için de) gönüller verdi ki (bundan dolayı O’na) şükredesiniz[Nahl suresi, 78] ayeti de, insana doğuştan İlâhî bir lütuf olarak kazandırılan cevherlerin varlığına dikkat çekmektedir. Dolayısıyla insan, hayatını idame ettirmek için herhangi bir terbiyeye ihtiyaç hissetmeden tabiî insiyakıyla yaşayışını sürdüren hayvandan farklı olarak, potansiyel hâldeki donanımını bir eğitim sürecinden geçirerek geliştirmek ve belli bir düzeye getirmek mecburiyetindedir.

Allah (c.c.), Kur’ân-ı Kerim’de, “Ey iman edenler, kendinizi ve aile halkınızı yakıtı taş ve insanlar olan ateşten koruyun!” [Tahrîm suresi, 6] buyururken, çocukları dünyevî ve uhrevî hayata hazırlamanın önemli bir mes’uliyet olduğuna işaret etmiştir. Keza Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) de, “Bir baba evlâdına güzel edep ve ahlâktan daha üstün bir miras bırakmış olmaz.” [Tirmizi, Sünen, Birr, 33] ve “Çocuklarınıza ikram edin ve onları güzelce terbiye edin.” [İbn Mâce, Sünen, Edeb, 3] buyurarak bu vazifenin asla ihmal edilmemesi gerektiğini ifade etmişlerdir.

Ancak, günümüzde çocuk terbiyesi gibi fevkalâde hassas olan bu meselede inisiyatif, ya bütünüyle âdet ve geleneklere bırakılmış veya gelenekten kaynaklanan kimi yanlışlıkları düzeltmek adına Batı kültürünün sözde şefkatli kollarına terk edilmiştir. Dünden bu güne bazı yörelerde bir anne-babanın kendi anne-babasının veya kayınvalide ve kayınpederinin yanında çocuklarını kucağına almasının yadırgandığına dâir uygulamalar, her ne kadar gelenekten kaynaklanan katı âdetler ise de; bu gün artık geleneğin bu gibi yanlışlıklarını düzeltmek adına maalesef Batı kültürüne dayalı kimi esasların hâkim kılınmaya çalışıldığını görmek gibi bir tali’sizliği de yaşıyoruz. Ne acıdır ki, gereksiz bir saygı ve faydasız bir terbiye anlayışının yerini, bu defa mânevî değerlerimizden kopma ve yırtılma hâli istilâ etmiş, bu hususta ifrat ve tefritler yaşanır hâle gelmiştir. Öyle ki, anne-baba belli bir yaştan sonra çocuğunun sigarasına, uyuşturucu kullanmasına, akşamları eve geç gelmesine, hattâ geceleri sokakta geçirmesine, dinî vecibeleri yerine getirmesine dahi karışamamakta; oğluna veya kızına bir şey söylese on katıyla karşılığını almaktadır. Nesillerin gönlünden iffet ve hayâ perdesi sıyrılmış, saygısızlık ve yüzsüzlük âdeta zamane nesillerinin şiarı olmaya yüz tutmuştur.

B- Çocuk terbiyesine dâir usûl ve esaslar

Rasûl-i Ekrem (s.a.v.), gerek çocuklarla olan ilişkilerinde ve gerekse çocuk terbiyesiyle alâkalı sözlerinde bu hususta hayatî öneme sahip esaslara işaret etmiş ve bu taze fidanların yetiştirilmesinde hataya düşülmemesi ve fıtratlarını koruyacak esaslara / prensiplere mutlaka önem verilmesi ikazında bulunmuştur. Bir bütünlük içerisinde bakıldığında, Efendimizin (s.a.v.), fazilet timsâli nesiller yetiştirilmesi hususunda bazı önemli esaslara dikkat çektiğini görmekteyiz. Nitekim bir hadis-i şeriflerinde, “Her doğan, İslâm fıtratı üzere doğar. Sonra, anne-babası onu Hıristiyan, Yahûdi veya Mecûsi yapar.” [Buhârî, Sahih, Cenâiz, 92; Ebû Dâvud, Sünen, Sünneh, 17; Tirmizî, Sünen, Kader, 5] buyurmuşlardır.

Bu hadisteki temel mesaj, İslâm fıtratı üzere doğan yavruları bâtıl inançların, menfî ideolojilerin yahut sefahet odaklarının eline düşmekten koruma noktasında anne-babaya düşen büyük vazife ve sorumluluğu ihtar etmektir.

Her insan yaratılış itibariyle fıtrat üzeredir; lekesiz, tertemiz, iman ve İslâm'a en müsait bir hüviyettedir. Yani lekesiz, bembeyaz, üzerine her şey yazılabilecek bir kağıt veya üzerine hiçbir şey kaydedilmemiş boş bir kaset, cd, dvd, şekil verilmeye müsait bir macun, kalıplara dökülmeyi bekleyen maden cevheri veya eğilmeye müsait bir fidan gibi...

Nasıl dupduru, saf ve berrak bir pınar suyu, esas kaynağı ve mahiyeti itibariyle tertemiz olup, en faydalı ve şifalı bir hâl almaya müsaittir. Ya da üzerine toz toprak saçmak suretiyle bulandırılıp başka bir mahiyete sokulabilir, aynı şekilde yeni doğan bir çocuk da fıtrat ve kâinat kanunlarına göre hakikatleri kabule, bulanıklık ve dalâleti ise reddetmeye uygun ve müsait bir haldedir. Bu sebeple, 5-15 yaş grubu çocuklara ne anlatırsanız, onlar hemen onu hafızalarına kaydedip, kalp dünyalarına iman ve İslâm adına yerleştirirler. Söz gelimi, Bir köy muhtarsız, bir iğne ustasız olmaz; öyleyse, şu koca kâinat da sahipsiz olmaz; onun sahibi Allah Teala’dırdediğinizde, karşınızdaki alıcı o kadar lekesiz ve bu tür mesajların öylesine frekansındadır ki, hiç parazitsiz söylediklerinizi kaydediverir.

Ancak bu böyle olduğu gibi, temiz ve selim bir fıtrat, küfür ve günahlarla kirletilip, köreltilebilir de...

İnsan, küfür ve inkârla, kâinat çapındaki delillere gözlerini yummuş, kulaklarını tıkamış, vicdanını müharlemiş ve fıtratını köreltmiş; kendini bütün ışık, nur ve feyz kaynaklarından mahrum bırakıp, karanlıklar içine gömmüş ve haddizatında baştan temiz olan fıtratının üzerine Allah'ın (c.c.) sevmediği kara lekeler sürmüş olabilir... Buna karşılık, insan iman ve amelle, aslında temiz olan fıtratını muhafaza eder ve saffetini korur. O halde; İman asli, küfür ise ârızî bir husustur. Yaratılışta temiz olan fıtrat, sonradan kirletilir. Fıtratın ilk baştaki hali korunmaz, imdadına koşulmaz ve bu yolda gerekli tedbirler alınmazsa, insanın ya Hristiyan, ya Yahudi, ya da Mecûsi ya da ateist olması veya aklınıza gelebilecek küfür cereyanlarından birisine yem olup gitmesi mümkün ve muhtemeldir.

Temiz fıtrat kirletilip bozulunca, insan ikinci bir fıtrat kazanmış demektir. Yumurtadan çıkan yavru kuş, uçamasa da yine “kuştur”. O, yaratılıştan uçmaya elverişlidir. Palazlanma döneminde koşup sıçradığını, düşe kalka uçmaya çalıştığını görür, “Bu kuş, uçacak.” deriz. Ancak harici bir sebep devreye girer de, kuşun uçma kabiliyetini götürürse, o takdirde  ne kadar kuş da olsa, uçamaz.

İşte küfür de böyledir; uçmaya müsait bir kuşun kanatlarını kırma, güdük bırakma ve kümeslerde bu kabiliyetlerini öldürme, önceki ilk fıtratı köreltip, ikinci bir fıtrat ile uçamayacak hâle getirmedir. İrâdenin sîistimaline ve dış sebeplere binaen fıtratı köreltilen bir insan, ikinci bir fıtrat kazanmış, temiz ve selim yaratılışını kirletmiş olur. Nasıl kuşun ilk haline bakıp da, kuştur bu, uçar diyorsak, aynı şekilde yeni doğan bir çocuğa da “Müslüman bu” veya “Müslüman olur bu” deriz.

Ne var ki, zamanla o yavrunun üzerinde ters yönden sam yelleri eser ve o da iradesini sûistimalle bunların üzerine tuz biber ekerse, işte o zaman kolu kanadı kırılır ve fıtrat çekirdeği küfür toprağının karanlıklarında gömülü ve örtülü kalıp, çimlenip filiz çıkarmak ve neticede her mevsim meyve veren bir ağaç olmak için gerekli ısı, ışık ve yağmuru alamaz duruma düşer. O artık karanlıklar içinde, kapkara bir yeni fıtrat kazanmıştır.

Evet, her doğan, İslâm fıtratı üzere doğar; fakat, anne-baba, arkadaş, muhit-çevre, toplum ve okul gibi dış tesirlerle, bunları lehinde veya aleyhinde değerlendirecek olan irade, fıtrata müsbet veya menfî yönde müdahalede bulunur. Bütün bunlara ilk engel olacak / olabilecek olan da ebeveyndir, ailedir.

C- Çocuk terbiyesinin başlangıç ve safhaları

(1) Çocuk terbiyesine doğumla birlikte başlamak

Rasûl-i Ekrem (s.a.v.), gerek kendi çocukları ve gerekse yakın çevresindeki çocuklarla doğmadan önce ilgilenmeye başlar ve çocuk terbiyesinin doğumla birlikte ve hattâ daha öncesinde başlaması gerektiğine işaret ederdi. Kızı Hz. Fâtıma (r.anha) torunu Hz. Hasan’a (r.a.) hamile iken yanına uğrayıp hâlini hatırını sorar ve ‘çocuk doğunca kendisine haber verilmesini, haber vermeden de çocuğa hiçbir şey yapılmamasını’ tembih ederdi.’ [Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, 16, 261-262] Aynı alâkayı torunu Hz. Hüseyin (r.a.) için de göstermiştir.

Rasûlullah Efendimiz, yeni doğan çocuğa verilen ilk gıdanın faziletli ve âlim bir şahsın elinden olmasında hassasiyet gösterirdi. Bu ihtimamı sadece kendi torunları için değil, bütün çocuklar için de gösterirdi. Nitekim Hz. Âişe (r.anha), ‘doğduğu zaman çocukların Rasûlullah’a (s.a.v.) getirildiğini, O’nun da bunlara hayır duada bulunup tahnîk yaptığını’ belirtmektedir. [Müslim, Sahih, Âdâb, 27; Tahnîk, hurma vb. gıdaları ağızda çiğnedikten sonra çocuğun damağını onunla ovmaktır. (İbnu’l-Esîr, en-Nihâye, 1, 451)] Müslüman eğitimciler, Rasûlullah’ın (s.a.v.) çeşitli hikmetlere mebnî bu sünnetinin, yeni doğan çocuğun âlim ve fâzıl bir zâta götürülerek tahnîk ettirmek sûretiyle yaşatılmasını tavsiye etmişlerdir. [İbrahim Cânan, Peygamberimizin Sünnetinde Terbiye, s. 81]
Hz. Âişe’nin (r.anha) ifadesine göre, yeni doğan çocuk için dua edip, Allah’tan ömrünün bereketli kılmasını talep etmek de, Rasûl-i zî-şânın  (s.a.v.) bir başka tavsiyesidir. [Buharî, Sahih, Deavât, 31]

Rasûl-i Ekrem (s.a.v.), çocukların kulağına ilk telkin edilecek şeyin ‘ezân ve ikâmet’ olmasını isterdi. Torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin doğduklarında, sağ kulaklarına ezan, sol kulaklarına da ikâmet okumuştu. [Ebû Dâvud, Sünen, Edeb, 107] Bu telkin, çocuğun daha ilk günden ihmal edilmeyip, dinin şeâiriyle-mukaddesleriyle tanıştırılması gerektiğine önemli bir işarettir. Aynı zamanda bu uygulama, ‘Eğitim ve terbiyenin mevsimi beşikten mezara kadardır.’ kanaatini seslendiren Müslüman eğitimciler için de bir mihenk taşı olsa gerektir.

Fahr-i âlem (s.a.v.) Efendimizin, çocuğun doğumu sonrasında önemle üzerinde durduğu bir başka husus da, onlara ‘güzel bir isim’ verilmesidir. O’nun “Sizler kıyamet günü kendi isimleriniz ve babalarınızın isimleriyle çağrılacaksınız. O hâlde isimlerinizi güzelleştirin.” [Ebû Dâvud, Sünen, Edeb, 61] ihtarı, Asr-ı Saadet’te yankısını bulmuş ve güzel isimlerin seçilmesine ihtimam gösterilmiştir. Nitekim Hz. Fâtıma (r.anha) ilk çocuğunu dünyaya getirdiğinde, Hz. Ali (r.a.) ona ‘Harb’ adını koymak istemiş, ancak Rasûlullahn (s.a.v.) bu ismi beğenmeyerek torununa ‘Hasan’ adını vermiştir. [İbn İshâk, Sîret, s.231] Keza oğlu İbrahim’in doğumu müjdelendiğinde, “Bu gece bir oğlum oldu; ona atam İbrahim’in adını verdim.” [Müslim, Sahih, Fedâil, 62] diyerek sevincini açıkça izhar etmişti.

Rasûl-i Ekrem (s.a.v.), çocuklar doğduktan sonra ilk yedi gün içerisinde, başlarındaki tüyü tıraş ettirip ağırlığınca ‘sadakavermek [Mâlik, Muvatta’, Akîka 2], Allah’a şükrün bir ifadesi olarak ‘kurban (akîka)’ kesmek [Buharî, Sahih, Akîka, 2], yakınlara ve eşe dosta ‘ziyafet’ tertip etmek [Buharî, el-Edebü’l-Müfred, s. 335] ve çocuğun doğumunu müjdeleyenlere ‘hediye’ takdiminde bulunmak [İbn Sa’d, et-Tabakâtu’l-Kübrâ, VIII/212] gibi sünnetler koymak suretiyle, Allah’ın bir kimseye verdiği en önemli lütuflardan birinin çocuk olduğuna ve çocuk terbiyesi mevzuundaki yükümlülüklerin de doğumla birlikte başlaması gerektiğine dikkat çekmiştir.

(2) Terbiyede şefkat-ciddiyet dengesini korumak

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.), tabiat itibariyle şefkat ve muhabbet dolu bir yücelik timsali, raûf ve rahîm sıfatlarının sahibiydi. Her zaman güler yüzlü, tatlı sözlü ve şefkatliydi. Torunlarını öpüp koklarken Rasûlullah’ı (s.a.v.) gören Akra’ b. Hâbis adlı sahabi bunu yadırgayarak, “Benim on çocuğum var ve şimdiye kadar hiç birini öpmüş değilim.” dediğinde; Fahr-i Kâinat Efendimiz (s.a.v.) de onun bu tavrının hoş olmadığını, “Merhamet etmeyene merhamet olunmaz.” veya bir başka vesileyle, “Allah kalblerinizden şefkat duygusunu çıkardı ise, ben ne yapabilirim ki!” demiştir. [Buhârî, Sahih, Edeb, 18]
Hicretin 10. yılında oğlu İbrahim, 16 veya 18 aylıkken hastalanmış ve kucağında vefat etmişti. Bunun üzerine mübarek gözlerinden yaşlar boşalmış; bunu gören Abdurrahman b. Avf (r.a.), hayretini gizleyememiş ve neden ağladığını sormuştu. Âlemlere rahmet Efendimiz (s.a.v.), ağlamanın şefkat ve merhamet emaresi / belirtisi olduğunu ifadeyle, oğlu İbrahim’e yönelerek duygularını şöyle ifade etmiştir: “Eğer tekrar buluşma vaadi olmasaydı… senin için daha fazla üzülürdük. Yine de senin için çok mahzunuz ey İbrahim! Gözler yaş akıtır, kalb hüzünlenir, lâkin biz Allah’ın hoşlanmayacağı şeyi söylemeyiz.” [Buharî, Sahih, Cenâiz, 43]

Rasûlullah (s.a.v.), “Bunlar benim dünyadaki iki reyhanım (kokuların en güzeli)” [Buharî, Sahih, Fedâilü’s-sahâbe, 22] dediği torunlarını kucaklar, koklar ve bağrına basardı. O’nun (s.a.v.) sevgisi sadece kendi çocukları ve torunlarına münhasır değildi; diğer çocukları da sever okşardı. Üsâme b. Zeyd’in anlattığına göre, Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) onu bir dizine, torunu Hasan’ı da bir dizine oturtur, sonra ikisini de bağrına basarak: “Allah’ım, ben bunları seviyorum; bunları Sen de sev!” [Buharî, Fedâilü’s-sahâbe 18] diye dua ederdi. Bir namaz esnasında sırtına binen torunu kendiliğinden ininceye kadar secdeyi uzatmış, çocuğa müdahale etmemiştir. Hattâ namaz bitince cemaatten birinin, “Ey Allah’ın Resûlü, namaz sırasında secdeyi öyle uzun tuttunuz ki, bir hâdise meydana geldiğini veya Sana vahiy indiğini zannettik.” demesi üzerine: “Hayır! Bunların hiçbirisi olmadı; torunum sırtıma bindi. Acele etmeyi ve hevesi geçmeden de sırtımdan indirmeyi uygun bulmadım.” diye karşılık vermiştir. [Nesaî, Sünen, Tatbîk, 82]

Burada önemli bir hususa işaret etmek gerekir ki, Sevgili Peygamberimizde (s.a.v.) sevgi ve şefkat her zaman asıl olmakla birlikte; O (s.a.v.), şefkat ve ciddiyet arasında belli bir denge de gözetmiştir. Zîrâ O (s.a.v.), vazifesi / misyonu ve tecehhüzü / donanımı itibariyle bir ciddiyet ve vakar insanıydı. Ashab-ı Kirâm (r.anhum), derlenip toparlanmadan, huzuruna yakışır bir hâl almadan, hürmetsizlik edecekleri endişesiyle O’nun karşısına çıkmaya, yüzüne bakmaya cesaret edemezlerdi. Hz. Ali ve Hz. Fâtıma (r.anhuma) da böyleydi. Onlardaki hürmet ifadelerine sürekli şahit olan Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r.anhuma) de zamanla aynı ruh hâletine bürünmüşlerdi. Yaşları ilerledikçe onları tatlı bir mehâbet hissi sarıvermişti. Rasûlullah (s.a.v.), ne kadar yumuşak ve müşfik davranırsa davransın, muhatapları asla lâubaliliğe girmezlerdi.

(3) Sevgi ve ciddiyet dengesi

Sevgiyle ciddiyeti dengeleme meselesi, pedagojik açıdan da önemli bir husustur. Öğrencilerin hissiyatını gözetme, onların dertlerini dinleme, başlarını okşama, ellerinden tutma ve ihtiyaçlarını giderme mutlaka ehemmiyetlidir; fakat onlar karşısında ciddiyeti ve vakarı koruma da oldukça önemli bir husustur. Gerek anne-babalar, gerekse öğretmenler, çocuklarına veya öğrencilerine mutlaka sinelerini açmalı, her zaman onlarla ilgilenmeli, dertlerine ortak olmalı, gerekirse harçlık vermeli, hattâ onlar için canlarını bile feda etmeyi göze alabileceklerini göstermeli ve sevgilerini ortaya koymak için her vesileyi değerlendirmeli; ancak onlar karşısındaki konumlarını ve ciddiyetlerini mutlaka korumalıdırlar. Aksi hâlde, kontrolsüz sevgi ve alâkanın çocuğu şımartıp küstahlaştırması ve ukalalaştırması kaçınılmaz olacaktır.

Rasûlullah (s.a.v), çocukların ve torunlarının henüz çok küçük oldukları bir dönemde, onları birer ikişer omuzlarına almış, öpmüş, sevmiş ve onlara dualar etmiştir. Bu vesileyle, hem şefkat ve merhametinin gereğini ortaya koymuş, hem hâdiseye şahit olan sahâbilere bazı terbiye usûl ve kaidelerini öğretmiş, fakat daha bilemediğimiz onlarca hikmeti gözeterek, torunlarını kucağına aldığı zamanlarda bile O (s.a.v.), daimî duruşunu, her zamanki tavrını ve ciddiyetini korumuştur.

(4) Çocuklara değer vermek, onlarla ilgilenmek

Rasûlullah (s.a.v.), çocukları en güzel dünya nimetlerinden biri olarak görür; onlara karşı ilgiyi-alâkayı asla eksik etmez ve değerli olduklarını onlara hissettirirdi. O bir gün evinden çıkmış, torunlarından birini bağrına basarak: “Siz çocuklar insanı(n çok yaman imtihan vesilesisiniz; bu sebeple) bazen cimriliğe, bazen korkaklığa, bazen de cehalete müptelâ kılarsınız. Buna rağmen sizler Allah’ın en güzel kokulu nimetisiniz[Tirmizî, Sünen, Birr, 11] sözleriyle, onların nâdide bir çiçek gibi olduklarına işaret etmiştir. Bu sebeple onların ağlamasına dayanamaz, ağlamalarına sebep olanları ikaz eder; namaz esnasında ağlayan bir çocuk sesi duysa, namazını kısaltır ve annesinin onunla ilgilenmesine fırsat verirdi [Buhârî, Sahih, Ezân, 65] Ashaptan Hz. Büreyde’nin (r.a.) naklettiğine göre, Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Mescid’de hutbe okurken, henüz çok küçük yaştaki torunlarının düşe kalka ilerlediklerini görünce hutbeyi yarıda keserek yanlarına gitmiş, onları kucağına alarak tekrar hutbeye çıkmış ve, “Allah Teâlâ, ‘Mallarınız ve evlâtlarınız (sizin için) bir imtihan (vesilesi)dir[Teğâbün suresi, 15] derken ne kadar doğru söylemiş. Bunları öyle görünce sabredemedim.” buyurmuş ve hutbesine devam etmiştir. [Tirmizî, Sünen, Menâkıb 30]

Nebî (s.a.v.), çocuklarla şakalaşır, onların anlayacağı dille konuşur, seviyelerine uygun espriler yapardı. Enes b. Mâlik’in üvey kardeşi Ebû Umeyr’in (r.anhuma) çok sevdiği kuşu ölünce, onu teselli etmek istemiş ve, “Ebû Umeyr! Serçeciğe ne oldu, serçecik ne yapıyor şimdi!” [Buhârî, Sahih, Edeb, 81] sözleriyle de acısına ortak olmuştu. Çocuklara “yavrum, evlâdım, oğlum” diye hitap edilmesini ister, kendisi de bu sözlerle gönüllerini alırdı. Yolda karşılaştığı çocukları bineğine alır, gidecekleri yere kadar götürürdü. [Buhârî, Sahih, Libâs, 98] Hasta olduklarını öğrendiğinde ziyaret eder, şifâ dileğinde bulunur, ashabın da böyle davranmasına örneklik ederdi. Nitekim Medine’de yaşayan bir Yahudî çocuğunu hasta yatağında ziyaret etmiş, ölmeden önce onun Müslüman olmasına vesile olmuştu. [Buhârî, Sahih, Cenâiz, 79]

Fahr-i Kâinat (s.a.v.), çocukların bir ihtiyacı olduğunda karşılar, isteklerini yerine getirirdi. Torunlarından birinin bir gün susadığını görmüş, hemen bir koyunun sütünü sağarak getirmiş ve ona içirmiştir. [İbn Hanbel, Müsned, I/101] Çocukların tertemiz fıtratlarına işaretle, mevsimin ilk ürünü hasat edildiğinde, mahsulün bol ve bereketli olması için Allah Teala’ya dua etmiş ve oradaki topluluktan en küçük çocuğu çağırarak ilk meyveyi ona yedirmiştir .[İmam Malik, Muvatta’, Câmi’, 1] Çocuklarla selâmlaşmış, hâllerini hatırlarını sormuştur.

Rasûl-i Ekrem (s.a.v.), çocukların şahsiyet sahibi olmaları için onlarla her ortamda ilgilenmiş, onlara değer vermiş, onları anlamak için söz hakkı verip dinlemiş, dünyalarına girmeye çalışmıştır. Çocuk yaşlardaki sahabilerden Râfi’ b. Amr’ın (r.a.) başından geçen bir hâdise bunun en güzel örneğidir. Hz. Râfi’, bir gün Medine’de Ensar’dan birinin bahçesindeki hurmaları taşlamış ve sahibi tarafından yakalanarak Rasûlullah’ın (s.a.v.) huzuruna getirilmişti. Efendimiz (s.av.) ona önce; “Yavrum! Hurmaları neden taşladın?” diye sordu. Çocuk da, “Karnım açtı, yemek için taşladım.” diye karşılık verdi. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem ve Nebiyy-i Muhterem (s.a.v.), “Peki, o hâlde bir daha hurmaları taşlama, dibine dökülenlerden ye, olur mu?” diye tatlı bir şekilde uyarmış ve, “Allah’ım! Ona doyumluluk ver!” diye dua etmişti. [Ebû Dâvud, Sünen, Cihad, 85] Nebî (s.a.v.), çocuğun suç işlediğini öğrendiği hâlde önce onu konuşturmuş, niyetini ve düşüncelerini öğrenmek istemiştir. Çocuklar çoğu kez yanlış yaparlar, yaptıkları yanlışın farkında da olmayabilirler. Onlar ne yaparlarsa yapsınlar, karar vermeden önce kendilerini dinlemek ve dünyalarına girip onları anlamaya çalışmak gerekir. Bu yaklaşım tarzı, çocuk terbiyesinde, çocuğa değer verip ilgi - alâka duyulduğunu gösteren ve tesirli neticelerin alınmasını sağlayacak bir davranış tarzıdır.

(5) Dinî değerleri yaşayarak örnek olmalı

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), çocuklara ‘dinî değerleri’ ve mânevî hakikatleri kavratma mevzuunda kolaydan zora, esastan furûâta doğru bir yol takip edilmesi gereğine işaret etmiştir. Bu sebeple dinî hayatın esası olan ve temeli kalbî tasdikten ibaret bulunan iman esaslarının telkini, öncelikli olarak ele alınmıştır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), huzuruna getirilen çocuklara ve gençlere, yaşlarına ve seviyelerine göre öncelikle iman hakikatlerini öğretir, kavratırdı. Nitekim konuşmaya yeni başlayan akraba çocuklarına imanın esası olan tevhid hakikatinden bahseden âyetleri ve kelime-i tevhîdi yedi kez tekrar ettirerek kavratmaya çalışmış ve dolayısıyla ashaba da bu hususta yol göstermişti. [Abdurrezzâk, Musannef, 4, 334] Ashâptan Cündeb b. Abdullah’ın (r.a.) naklettiğine göre, bir grup genç Medine’ye gelmişler ve kısa bir süre Rasûlullah Efendimizle (s.a.v.) birlikte kalmışlardı. Hz. Cündeb, bu zaman zarfında Kur’ân’dan önce, iman hakikatlerini öğrendiklerini, bilahare Kur’ân’ı öğrendiklerini ve böylelikle imanlarının arttığını ifade etmektedir. [İbn Mâce, Sünen, Sünnet, 9] Bunlar, iman hakikatinin çocuklara çok daha erken yaşlarda ve onların anlayabilecekleri ve kavrayabilecekleri bir dille ve bizzat yaşayarak öğretilmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. İmanla alakılı hususlar her ne kadar mücerret bir vak’a (olgu) olsa da, bu nevi hakikatleri öğretmenin de bir usûlü vardır ve bu hususta takip edilecek en müessir yol da, imana dair yaşanan tecrübelerin hâl ve kaal diliyle çocuğa anlatılıp kavratılmasıdır. İman hakikatlerini bütün hücrelerinde duyup hisseden bir mü’minin bu hakikatleri çocuklara kavratmakta zorlanmayacakları gün gibi aşikârdır.

(6) Kur’an-ı Kerim’i okutup öğretmeli

Rasûlullah (s.a.v.), çocuklara Allah’ın kelâmı olan ‘Kur’ân-ı Kerîm’i öğretir ve ashabına da çocuklarına Kur’ân’ı öğretmeleri tavsiyesinde bulunurdu. Annesinin isteği üzerine sekiz yaşından itibaren çocukluğu Efendimizin (s.a.v.) yanında geçmiş olan Enes b. Mâlik’e (r.a.) şunları tavsiye etmişti: “Evlâdım! Kur’ân okumayı ihmal etme ve (unutma ki) Kur’ân ölü kalblere hayat verir; kötü ve çirkin şeylere, haddi aşmak gibi kusurlara karşı da insanı korur…” [Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, 2, 377] Keza sahabeyi bu hususta teşvik etmek için de şöyle buyurmuştur: “Çocuklarınızı şu üç hususta yetiştirin! Bunlar: Peygamber sevgisi, Ehl-i Beyt sevgisi ve Kur’ân kıraati. (Ömrünü Kur’ân’ı okuyarak, hatmederek ve anlayarak geçiren) Kur’ân hizmetkârlarına, hiçbir gölgenin bulunmadığı günde (kıyamet gününde) peygamberler ve salih kullarla birlikte Allah’ın gölgelikleri takdim edilecektir.” [el-Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, 1, 225] Fahr-i Kâinat’ın (s.a.v.) amcasının oğlu İbn Abbas (r.anhuma) da küçük yaşlarda başından geçen bir hatırasını şöyle nakleder: “Rasûlullah’ın (s.a.v.) vefatı esnasında on yaşındaydım. Ve ben (Kur’ân’dan) el-Muhkem’i okumuştum.” Kendisine ‘el-Muhkem’in ne olduğu sorulduğunda, onun ‘el-Mufassal (Hucûrât Sûresi’nden sonra gelen 68 sûre) olduğunu ifade etmiştir. [Buhârî, Sahih, Fedâilü’l-Kur’ân, 25] Dolayısıyla Rasûlullahın (s.a.v.)  terbiyesi altında yetişen çocuklar, Kur’ân terbiyesiyle yetişmişler ve küçük yaşlardan itibaren de seviyelerine göre kulluk vazifelerine hazırlanmışlardır.

(7) Dinin direği ve en önemli vecibelerden biri olannamaz’ın çocuklara öğretilip kavratılması ve namaz şuuruyla yetiştirilmesinin de çocuk terbiyesinde çok önemli bir yeri vardır. Kulluk vazifelerinin farziyeti her ne kadar büluğ çağı itibariyle başlasa da, Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.), çocuklara yedi yaşına geldiklerinde alıştırmak maksadıyla namazın öğretilmesini, on yaşına geldiklerinde hâlâ namazın ifasında kusurlu davranıyorlarsa, ceza verilerek tedip edilebileceklerini [Tirmizî, Sünen, Mevâkîtü’s-Salât, 183] ifade buyurmaktadır. Günümüz eğitimcileri tarafından da zorunlu öğrenme devresinin yedi yaş civarı olduğu kabul edilmektedir. Çocuk yedi yaşına girince, o devreye kadar, kendi gözlemleriyle yapılan şeyleri zaten kavramıştır. Artık bu merhalede sadece, onun elinden tutup o güne kadar müşahedeleriyle idrâk ettiği / gözlemleriyle algıladığı şeyleri açıklama, yerine göre teşvik (terğîb) ederek, yerine göre de korkutarak (terhîble) uyarılmalıdır. Öyleyse belli bir yaşa kadar hâl ile yani yaşayarak gösterme geçerli iken, belli bir dönemden sonra artık fikrî seviyesine göre ve mantığına hitap edecek şekilde her mevzuyu açıklamak gerekecektir. Dolayısıyla çocuk, bazılarına göre Allah Teala karşısında altı yaşında, bazılarına göre sekiz yaşında, bazıları için de en geç on yaşında bir yetişkin kabul edilerek onore edilmeli, izzetine ihtimam gösterilmeli ve her şey, ona nebevî bir azim ve iştiyakla anlatılmalıdır.

N e t i c e

Günümüzde çocuk eğitimine dâir yapılan ilmî araştırmalar gösteriyor ki, çocuk terbiyesi / eğitimi çocuğun doğumuyla başlaması gereken bir yoldur. Hadîs-i şerîflerde bu vazife yapılması gereken yükümlülükler arasında, yeni doğan çocuğa mânevî şahsiyetinin kazandırılmasına matuf olarak âlim ve fâzıl bir zâta tahnik yaptırılarak dua ettirilmesi, kulağına ilk telkin edilecek sözlerin ezan ve ikamet olması, güzel bir isim verilmesi, doğumundan dolayı Hâlık Teala’ya bir şükrün ifadesi olarak akîka kurbanının kesilmesi gibi tavsiyelerin bulunduğu anlaşılmaktadır.

Küçük yaşlarda sevgi ve şefkate büyük ihtiyaç duyan yavruların sevgi ve şefkat timsâli ebeveynler tarafından muhabbetle kucaklanması, sevgiden yoksun bırakılmaması da çocuk terbiyesinin önemli esaslarındandır. Bununla birlikte ölçüsüz ve dengesiz bir sevginin zamanla çocuğun şımarmasına ve lâubalileşmesine sebep olacağından, şefkat-ciddiyet dengesinin korunması ve bu hususta ölçülü olunması gerekmektedir. Çocukları hayata hazırlamak ve şahsiyetlerinin gelişmesine yardımcı olmak maksadıyla, onlara değer verip ilgilenmek, onların seviyelerine uygun espriler yapmak, ‘yavrum, evlâdım, çocuğum’ diye hitap ederek gönüllerini almak, herhangi bir suç işlediklerinde cezalandırmadan önce konuşmalarına fırsat verip dinlemek, yaşlarına uygun vazifeler vererek sorumluluk sahibi olmalarına, kendilerine güvenme hasletini kazanmalarına yardımcı olmak gibi hususlar da hadîs-i şerîflerde anlatılan tavır ve davranışlardır. Çocuk terbiyesinde en önemli hususlardan biri de, onların kendi irfanımızı (öz kültürümüzü) ve mânevî değerlerimizi, en güzel yöntemlerle öğrenmelerini ve iyice kavramalarını sağlamaktır. Onlara, dinî ve millî değerlerimizi en tesirli biçimde kavratmanın yolu, bunları bizzat yaşamamızdır.