MEHMED NİYAZİ, ZAMAN, 19 Aralık 2005 Pazartesi

Bizde sosyal konularda anabilim dalı hukuktur. Batı’da felsefedir. Elbette bu tesadüf değildir. Bizim değerlerimizin temelini adalet oluşturmaktadır. Kul hakkı ateşten bir parçadır. Kılı kırk yararak üzerinde durulmuş, tevzii de erbabına bırakılmıştır. 

 

Hükümet ve meclisin hakkın tayin ve tevziinde yetkisi yoktur; onlar sadece amme intizamını düzenlerler. Öyle zannediyorum ki sistemimizin sağlamlığı, kuvvetlerin gerçekten birbirini dengelemeleri yakında Batılıların da dikkatini çekecektir. Zira her geçen gün hem gayri memnunlar çoğalmakta, hem de hakkı düzenleyen özel hukukun uzmanlık gerektirdiği anlaşılmaktadır. Onlar sistemimizi uygularlarsa bizde de gündeme gelir. Felsefenin temeli ise şüphedir. Batı, inancından genellikle memnun olmamış, devamlı kendisiyle, çevresiyle mücadele halinde bulunmuştur. Bu da felsefi sistemlerin doğmasına sebep olmuştur. Felsefe yapan filozoflar hayatın özüne dair hiçbir şey söyleyememişlerdir. Hayat canlı bir organizma gibidir; izm’lerin kasvetli bodrumlarına sığdırılamaz. Her an kendini yenilerler. Filozoflar sadece birbirlerinin yanlışlıklarını yakalayarak kütüphanelerin raflarını doldurmuşlardır. Fakülte koridorlarındaki ihtiyar bunakla, genç züppeye de malzeme üretmişlerdir.

Batı toplumları sınıflıdır. Sınıfların tayininde güç önemli faktördür. Bunun için güç, Batı toplumlarında belirleyici unsurdur. Mesela düello bu konuda dikkat çekici bir örnektir. Yüzyılımızın başlarına kadar haklının ortaya çıkarılması, yahut hakların iadesi için güçlülük mücadelesi yapılırdı. Düelloda kazanan, prensip olarak haklı sayılırdı.

İslam toplumlarında ise hak sahibi, adalet anlayışından dolayı güçlüdür. Bu gerçeği Hz. Ebubekir’in (r.a.) şu sözü veciz bir şekilde ifade etmektedir:

“Ey nas!.. En zayıfınız hakkını alıncaya kadar nezdimde en güçlüdür.”

Milletlerarası münasebetlerde Batılıların gücü daha da hoyratlaşır; hiçbir sınır tanımaz. Hedeflerine ulaşmak için kutsal saydıkları her mefhumu gözlerini kırpmadan çiğnerler. Papanın “Müslümanlara karşı İncil’den edilen yeminin önemi yok.” deyip Haçlı seferlerine önayak olduğunu tarihten bilmiyor muyuz? Devletler hukukuna, insan haklarına işlerine geldikleri yerlerde riayet ederler; hatta bunları iç işlerine müdahale etmek istediklerine karşı silah olarak kullanırlar.

Birkaç sebepten dolayı biz hâlâ Batı’nın boy hedefiyiz. Son çağlar Batı ile mücadelemizin tarihidir; Batılılar ise tarihle iç içe yaşarlar. Ayrıca İslam ülkeleri ile sosyal yapımız, devlet tecrübemiz, küçümsenmez toprağımız ile bir yerlere gelebilme ihtimalimiz vardır. Biz ne kadar, “Sizinle aynı medeniyeti paylaşıyoruz, tarihi iddialarımız yok.” desek de ancak kendimizi inandırırız.

Bir süre önce Alman televizyonunda eski bir bakan medeniyetlerini şekil olarak aldığımızı söylüyor, aramızdaki din ayrılığına işaret ederek, öz bakımından almamıza imkan olmadığını ilave ediyordu.

Bir ihale almak için bir dışişleri bakanının ziyareti sırasında protokol gereği söylediği sözler bizleri kandırmamalıdır. Bizden nasıl bir parça koparacaklarına dair hesaplar yapmaktadırlar. Ve bu gaye ile araştırma merkezleri, enstitüler kurmakta, bütün çifte standartları da mubah saymaktadırlar.

Bu toprağın çocukları;

Batılıların ağızlarından düşürmedikleri bütün insani sloganlar, kurbanını arayan satırlardan farksızdırlar. Menfaat temin etmek, siyasi hedeflerine varmak için, boğazlamak ve boğazlatmak onlara göre meşrudur. Varlığınızın yegane teminatı kuvvettir. Bunun da biricik yolu “düşmanınızın silahlarına sahip” olmaktır. Gerisi laf ü güzaftır.