İçinde yaşadığımız, daha doğrusu yaşamaya çalıştığımız şu dünya öyle bir hal aldı ki… İnsanlığın bir kısmı kan-revan içinde kıvranıp kendilerine dokunacak hâzık/usta/becerikli bir elin uzanmasını ümit ederken, bir diğer kısmı da kangren olmuş uzvun kesilmesini, hiç olmazsa vücudun geri kalanın kurtulmasını bekliyor vaziyette.

Bir başka grup adeta hayattan ümidini kesmiş, çürümüş, kokuşmuş dünyada artık yaşamanın bir mana ifade etmediğini düşünür hale gelmiş… Hayattan bezmiş, bıkmış! Her türlü ferdi ve sosyal illet toplumu sarmaşık gibi kuşatmış durumda…

Ama Sevgililer Sevgilisinin (s.a.v.), “Ümmetimden bir taife kıyamet kopuncaya kadar Hak yolunda muzaffer olmakta devam edecek, muhalefette bulunanlar onlara zarar veremeyecektir.” [Bkz. İbn Mâce, Sünen, c. 1, s. 16, 19] buyurduğu gibi, sayıca değilse de keyfiyetçe/nitelikçe önemli bir topluluk, yaratılış gayesi istikametinde yürümeyi hedeflemiş…

Bu topluluk, gayesi-maksadı belli, pusulası-rehberi sağlam bir zümre… Onlar, maddeten ve manen bu boğucu atmosferden kurtulup her an taze bir nefes almanın yolunu bulmuşlar... Batınlarının-iç dünyalarının sesine uyan çağrılara, hakiki âlimlere kulak vermişler, Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) varislerine gönül bağlayıp herkesin kaybettiği huzuru yakalamışlar… Hem de meccanen/hiçbir bedel ödemeden, Rablerinin lûtuf ve keremiyle…

Bununla birlikte hiçbir zaman bulundukları halden emin olmadan, her an bu nimetten mahrum olabiliriz endişesini üzerlerinden atmadan korku ve ümit arasında yaşarlar… Kulluk vazifelerini ifa ederken farzları hakkıyla edanın yanında nafilelerle de devamlı Rablerine yaklaşmaya gayret ederler… Hususiyle geceleri teheccüd vakitlerinde uyanık bulunup, “İlahî! Şükründen aciz olduğumuz bütün nimetlerine, İslam nimetine ve yine şükründen a’cez (çok çok aciz) bulunduğumuz Ümmet-i Muhammed’den olmak ve sırat-ı müstakim nimetlerine başta Zât-ı ilahinin, sıfat-ı ilahinin, esma-i ilahinin, ef’âl-i ilahinin hudutsuzluğunca şükürler olsun… Verdiğin nimetlerden bizi mahrum bırakıp bedbahtlardan eyleme. Mes’utlar-bahtiyarlar listesinde ismimizi daim kıl.” diyerek iltica etmekten asla geri durmazlar.

Onlar bir Arap şairin (mealen), “Gece karanlığıyla bürüyücüdür, âsiler-günahkârlar uykudadır, âbitlerse Celâl sahibi Allah için ayaktadır” dediği gibi… Sessiz-sakin, kederli-mahzun gecelerde, rahmet kapılarının açık olduğu anlarda, bu sıkıntılı dünyanın meşakkat ve ıztıraplarından arınıp teselli bulmak için boyunları bükük Yaradan’larına merbut/bağlı olurlar. Kendilerini, zamansız ve mekânsız bir iklime atar, Allahü zû’l-Celâl’den kendilerinin ve topyekün Ümmet-i Muhammed’in ayıplarının setrini, günahlarının afvını ve hidayeti talep ederler. Gadab-ı ilahiden rızâ-i ilahiye sığınıp rahmetle muamele edilmeyi isterler. Nûr-i ilahiden, feyz-i Muhammedî’den mahrum kalmamak için Cenab-ı Lem-Yezel’e niyaz edip gözyaşı dökerler. Ve derler ki: Rabbim senin rahmetin, lûtuf ve ihsanın yetişmeseydi, Habibinin ve varislerinin şefkat ve merhameti olmasaydı nasıl felaha erer selamete çıkardık bu karanlıklardan!

Allah’ın (c.c.) rahmeti her şeyi kuşatıp gadabını aştığı gibi, o yüce Rasûl'ün ve varislerinin tâbilerine olan şefkat ve merhametini de anlatmaya diller kifayet etmez, yazmaya kalkışsak kitaplara sığmaz… Yüzyıllar ötesinden bizleri-zamanımızı kucaklamakta, her anımızı çepeçevre himaye etmektedirler.

Evet, Allah dostlarının gönülleri öylesine engin ve zengindir ki, ayrı-gayrı gözetmez; topyekün insanlığın felahını-refahını, saadet ve selametini isterler; beddua etmez, hemen herkes için hayır-duada bulunurlar! Çünkü onlar, Rahmet Peygamberi’nin (s.a.v.) varisleridir... İçimize sıkıntı bastığı, dara düştüğümüz her an onlara koşarız. Bunaldığımız zaman onlardan istimdat ederiz. Çünkü onlar bizim için yalnız vefakâr-fedakâr ve halden anlar bir büyüğümüz olmaktan öte, aynı zamanda adeta soluduğumuz havayı, ısınıp aydınlandığımız güneşi, baharı, her türlü hayrı-iyiliği de temsil eden, “Allah adamları”dır…

Âlemlere Rahmet Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) Mekkelilerle yaptığı ilk üç savaşın üçü de Medine'nin yakın çevresinde cereyan etmiş; dolayısiyle savunma yapmak mecburiyetinde kalmışlardı. Onun bütün maksadı, gayesi manen ölü olan insanların dirilmesiydi. O, savaşmak zorunda kalırken bile öldürmek için değil, diriltmek için savaşıyordu. Uhud Savaşı'nda düşürüldüğü çukurda yüzüne batan zırhı çıkarır ve kanlar içinde iken dahi, ashaptan bazılarının Mekkelilere bedduada bulunması isteğine, ellerini kaldırıp, “Yâ Rabbi, kavmimi affet, çünkü onlar bilmiyorlar!” diye dua ediyordu. Taif ziyareti dönüşü o hazin münacatı karşısında Hz. Cebrail'in gelip, “Yâ Muhammed! Allah’ın selamı var, eğer istersen Dağlar Meleği'ne emredeyim, şu dağı Taiflilerin başına geçirsin!” demesine, hiç tereddüt etmeden, “Hayır! Bu insanların neslinden yüz yıl sonra bile bir mü'min gelecekse, böyle bir şeyin olmasını istemem!” diyerek mukabele etmiştir. Bütün bunlar, insanların dirilişi, imanlarının-âhiretlerinin kısacası ebedi hayatlarının kurtulması adına onlarla münasebetin devamını, daima onların hayrını istemenin gereğini anlatan eşsiz misallerdir.

Yine o Yüce Rasûl’ün (s.a.v.) zahir ve batınına bihakkın-kemaliyle varis olan, ezeldeki ilahî takdir icabı Tarîkat-ı Aliyye-i Nakşibendiyye-i Müceddidîn kolunun 33. ve son halkasını teşkil Süleyman Hilmi Silistrevi (k.s.) hazretleri de, tâbi ve müntesiplerine olan şefkat-muhabbet, re'fet ve merhametlerini şöyle ifade etmişlerdir: "Benim sizi terk etmeme acaba imkan mutasavver midir (düşünülebilir mi)? O taraftan terk vâki olsa bile bu taraftan ebeda terk mutasavver değildir. Esasen öyle bir hulk ve fıtrata mâlikiyyet yoktur (sizi terk etmek gibi bir huy ve yaratılışa sahip değiliz). Sizin öyle bir tahayyülde bulunmanız, beni büyük bir rikkate getirdi (Bende gönül yufkalığı-kalbi incelik ve merhamet hisleri meydana getirdi). Benim sizinle olan muamelem, takdîr ve meşiyyet-i ezele merbut ve müstenittir (Benim sizinle olan bu alaka ve münasebitim, ezeldeki ilahi takdir ve iradeya bağlıdır, oraya dayanır). Benim sizlerden başka kimim vardır ki... Kalbimin hubb-i hâssına ma'kes ola (kalbimin hususi [çok özel] muhabbetine-sevgisine akseden-yansıyan yer ola)... Benim elem ve endûhum (gam-keder, kaygı-tasa, üzüntü ve sıkıntım) sizin içindir. Ekdâr ve ahzânım sizlere râcidir (bütün keder ve üzüntülerim size aittir, sizinle ilgilidir). Sizlerin adem-i terakkileri (manen ilerleyememe) korkusu, dert ve hüznü kadar bana eser eden (tesir eyleyen) âlemde hiç bir şey yoktur. Sizlerin terakkileri (ilerleyip yükselmeniz, manevi yolda mesafe almanız) için bütün mevcudiyetimi nessâr etmezsem mert olmayayım (bütün varlığımı saçıp dağıtmazsam, nâ-merd olayım, özü-sözü doğru bir yiğit adam olmayayım)." (Mektuplar, s. 71)

*** 

Onların hayatlarına ait belgeleri, bilgileri, konuşup yazdıklarını yıllardır döner döner okuruz. Sanki edebiyattan mülemma’ kaidesiyle, “et-Tekrâru Ahsen, velev kâne yüz seksen” sözü, onların eserleri için söylenmiş. Kütüphanemizde gözümüze iliştiklerinde, yeniden okuma davetleri akıverir hemen gönlümüze… Hem de hiç usanmadan, bıkkınlık duymadan… Her seferinde elimize ilk defa alıyormuş hissiyle… Yepyeni keşif ve müşahedelerle, yeni mana zenginlikleriyle muhatap olarak… Zira onların sözleri, ölmüş kalpleri diriltmek için devadır... Onlar, kaal adamları/söz ustaları gibi çuvalla laf etmezler. Varisi bulundukları Efendimiz (s.a.v.) gibi, mübarek ağızlarından inciler-mercanlar dökülürcesine tane tane konuşurlar. Hatta konuşmasalar bile halleri her şeyi anlatmaya kâfidir. Bakışları manevi hastalıklara şifadır. Taş gibi katılaşmış kalpler, onların sözleriyle-sohbetleriyle yumuşar. Hadis-i şerifte buyrulduğu üzere, “Görüldükleri zaman Allah hatırlanır.” Cismanî yüzleriyle Allah'ın kullarıyla meşgul olurken, manevi yönleriyle Allah Teâlâ'ya bağlıdırlar. Dışları halk, içleri Hak iledir. Hadis-i kudside Cenab-ı Mevlâ bizzat, “Onların gören gözü, tutan eli, işiten kulağı” olduğunu beyan etmektedir. Kim bilir, belki de Allah Teâlâ günde kaç kerre kalplerine-latifelerine tecelli edip, rahmet nazarıyla bakmaktadır onların.

***

İşte, Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) bu varislerine tâbi olan/uyan, onların yolunu-izini takip eden ve bir bakıma yaşanmaz hale gelmiş günümüz şartlarını yaşanır hale dönüştürmüş bu taife, dünyanın en bahtiyar insanlarını oluşturmaktadır. Bu topluluk, hizmetin-gayretin kendilerine ait, başarınınsa Allah’a bağlı olduğunun şuur ve idrâki içindedir. Gölgenin arkasından koşmak yerine, daima gölgeyi arkalarına almayı tercih ettiklerinden, hizmetlerde yorulmak-usanmak-bıkkınlık gibi kavramlara yabancıdırlar. Aslolanın bu âlemden imanla-yakînle göçmek, göçüp gittikten sonra da ardında hayırla yâd edilebilecek canlı-câmit bir eser bırakmak olduğu prensibine göre hareket ederler. O eseri meydana getirirken de bu dünyada rahat olmadığına-olamayacağına inançları tamdır. Çünkü Rasûlüllah Efendimiz (s.a.v.) öyle buyurmuştur.

Hasılı, bu güzide topluluğun hiçbir ferdi mefkûresiz-idealsiz değildir... Hem de en yücesine sahiptirler.

İşte, gıpta edilecek/imrenilecek hayat, bu seçkin ve süzülmüş topluluğun hayatıdır bu dünyada... Yani ne dünyan için ahiretini, ne de ahiretin için dünyayı terk… Dengeli, mutedil bir hayat… Geçici dünya hayatı için ebedi/sermedi/sonsuz olanı feda etmemek… Materyalist zihniyetten uzak durmak… İnsan vücudunun hem fizik hem metafizik yönünü ihmâl etmemek… Her iki bünyeyi de gıdasız bırakmamak…

***

Tam da bu noktada insan, hani şu bahtsız dünyamızın idaresini yüklenenler, keşke zaman zaman Allah adamlarına da kulak verseler, her şey ne kadar güzel olurdu diyesi geliyor! Tabii Asr-ı Saadet gibi değilse de İslâm tarihinin o huzur ve sükûn dolu günlerini andırır bir tablo… Evlerimizde, işyerlerimizde, hizmet mahallerimizde, hasılı dünyanın her bir köşesinde güven ve istikrar içerisinde… Ümitlerimizi ilkbahar mevsiminde yeşeren bitkiler, açan çiçekler, ağaçlar gibi taptaze, capcanlı bir ihtimamla yetiştirerek ne sakin günler geçirir, ne kadar da huzurlu olurduk. Öyle değil mi?

Şairin dediği üzere, “Yeryüzü, hülya ile hakikatin birbirinden ayırt edilemeyeceği kadar sahih bir cennete dönerdi."

Ama bunun muhâl/imkansız olduğunu, “sünnetullah”a uymadığını biliyoruz tabii… Hep iyilikle kötülük, adaletle zulüm, huzurla kargaşa… atbaşı gitmiş bu âlemde… Birbirlerine galebe çalabilmek için mücadele edip durmuşlar… ve yine biliyoruz ki, kıyamet sabahına kadar da bu böyle sürüp gidecek.

Rabbim daima Hakk’ı-hakikati, adalet ve ahlâkı, iyileri ve iyilikleri galip eylesin.

Huzur dolu yeni bir hafta geçirmeniz-geçirmemiz dileği ve mübarek Veladet Kandili'ne sıhhat ve afiyet üzere kavuşabilme niyazı ile...