Merhum Ahmet Selim, Aksiyon, Sayı: 595 - 01.05.2006

İmam-ı Rabbani'yi çok özel severim. Yazdıkları adeta mealen ezberimdedir. Fakat nasılsa bir cümlesi dikkatimden kaçmış. "Çok yazmak melâl verir." diyor. Derinden düşündürdü beni. Yaşayarak yazmak, yazarken yaşamak; sadece elle, kalemle, tuşlarla değil, yüreğiyle ve aklıyla yazmak; yazdığının bin katını milyon katını aşan bir cevelan içinde yoğrulup da birazını seçerek biçimlemeye çalışmanın melâl vermesi anlaşılabilir bir haldir. Hele O'nun için. "O mektupta yanlış yazmışım, şimdi düzeltiyorum." diyebilen ve insanın kalbini gösteren o büyük ruh için.

Açık olmak, lâfta kolay, aslında çok zor. Yasalardan ve diğer yazılı kurallardan dolayı değil, tahammül şartları dolayısıyla çok zor. Cesaret, içeriye girmeyi sağlayan yahut o sınıra getiren yazılar yazmak, sözler söylemek değil; tahammül şartlarını genişletmeyi amaçlayan yaklaşımlarda bulunmaktır.

Birçok şey yazıldı. Çok ileri giden şeyler söylendi. Bunları görünce, "işin özünde bunlar ifade edilebiliyor ise, metotla ilgili olarak şunları da belirtmek mümkün olabilir" diyorsanız, aldanırsınız. Hayır orada bir başka hassasiyet var.

Şöyle örnekleyelim:

Ortalama Alevilik (çeşitli yorumları olduğu için böyle söylüyorum), İslâm'ın içinde bir yorum olarak mütalaa ediliyor. Böyle diyoruz. "Ama günahkârdırlar, bazı açılardan" demiyoruz. "Bizim namazımız başkadır, şöyle şöyledir" diyenlere de "günahkârdırlar" demiyoruz. "O bir yorumdur, kendi yorumunu uygulayıp yaşıyor" diyoruz. Kamuoyu önündeki literatür böyle kuruldu; diyaloglar böyle yürüyor.

Akla şu gelmekte: O halde başını örtmeyen için de böyle bir diyalog üslubu kullanılamaz mı? Hep biliyoruz ki, bazıları, hatta bazı ilahiyat profesörleri Kur'an-ı Kerim'de, örtünmesi özellikle işaretlenen yerin göğüs dekoltesi ile ilgili bulunduğu görüşündedirler. Bu husustaki hadis rivayetlerini de eleştiriyorlar. Tespit yapıyorum; böyle değil mi? Önümde bir yığın, o türlü araştırma ve yorum metni var. Ayrıca, "libâs-ı takva'dır önemli olan" noktasından hareketle, baş örtmeyi çok önemli bulmayan, en azından öyle bir görüntü veren, entelektüel ünlüleriyle çok tanınıp bilinen bir tasavvuf ekolü de var ülkemizde. Kendimi bildim bileli var. Beş vakit namaz kılıyor, her türlü ibadetini ve zikrini yapıyor, fakat başını örtmüyor. Bu, ilahiyat akademisyenlerinden önce de vardı. İşte tam bu noktada "Güçlü olan genel kabul gören yorum budur, ama şöyle bir yorum da vardır" yaklaşımı niçin gösterilemiyor?

Tahammülsüzlüğü doğuran sebepleri işaretlemek için bu hususu vurguluyorum. Başörtüsü kullanırken, başörtüsünün dinî bir vecibe olduğu savunulurken, "İstersen sen yapma, özgürsün. Ama günahkâr olursun. Günahkâr olacağını kabul etmezsen daha da ağır bir duruma gelirsin" üslubu bir diyalog dili haline getirilince muhatap çileden çıkıyor. "Kabul gören genel yorumun bu olduğunu öğrendim ve ben bunun doğru olduğuna inanıyorum" denilse daha uygun düşmez mi? Hatta, bunu söyledikten sonra, "hangi yorumun ve kabulün daha doğru olduğu" başlığı altında, seviyen ve kültürün elverişli ise tatlı tatlı müzakereye de girebilirsin. Uygun olan bu değil mi? Genel kabul görmüş tercihin terminolojik kavramlarını ve ayrıntılarını ifadelendirmek ve araştırmak ayrı bir bahistir.

Karşılıklı, endişeleri ve güvensizlikleri ve de bilmezlikten gelme tavırlarını bertaraf etmeden, hiçbir fikri meseleyi hür ve samimi bir ortamda tartışmak imkânını bulamayız. Bu imkânı bulamayınca da kısır döngü devam eder ve hiçbir gelişme gerçekleşemez. Böyle bir açmazı çözümlemek, vazgeçilebilir bir kazanç mıdır?

Bir taraf, imam hatip konusunda, demokrasiye uygun olmayan bir katılık içinde bulunduğunu pekâlâ biliyor. Söylemiyor ama biliyor… Öbür taraf da imam hatip okullarına "imam ve vaiz olmak" yalın amacına, (münhasıran ona) bağlı bir rağbetin söz konusu olmadığını biliyor. "Benim çocuğum din eğitimi almış olarak okusun" arzusunun rağbet sebebi olduğunu biliyor. Bu durumda, "meslek okulu" ve "demokrasiyi korumak, anti demokratik sayılmaz" tezleriyle çözüm düşüncesi üretme kabil olur mu? Çözüm, din eğitimini özgürleştirmek ve 'ilahiyat meslek eğitimi'ni o özgürlüğün rahatlığıyla yeniden düzenlemektir. Fakat böyle bir açılım mümkün görünmüyor. Kendimiz açık olmazsak açılım olmaz ki.

Her türlü engel, düşünce samimiyetiyle aşılır. Çünkü samimiyet ve sevgi, düşüncenin canıdır, ruhudur, gerçek özgürlüğüdür.

İslami açıdan da zaruretler vardır, demokratik açıdan da. Zaruretleri dikkate almak; daha yumuşak daha az engelleyici zaruretlere geçişi, dolayısıyla da gelişimi sağlar. Zaruretler hiç bitmez. İdeal ile realite arasındaki mesafe sıfıra inmeyeceği, inemeyeceği için bitmez.


BİR HATIRA

Rahmetli babacığım şöyle derdi:

"Şikâyetlerin varlığını biliyorum. Bana öğretilene göre; akıl baliğ olma, buluğa erme noktası, tesettürün başlama noktasıdır. İlkokuldan sonra kızımı okula göndermedim. Çok yetenekli olduğunu biliyordum. Öğretmenleri adeta yalvardı. İçinde ukde kaldığının da farkındayım. Benim aklım o kadar yetti, yahut yetmedi. Bizden geçti artık, siz çözün bakalım. Ben anneni 14 yaşındayken aldım. Tesettürün niçin 18-20 yaşlarında düşünüleceğini de çözemedim. Şimdi ortaokul da mecburi. Benim aklım yetmediyse, sizin aklınız yetsin bakalım."

Kızmadan, tebessüm ederek soruyordu bunu? O bir ekolü temsil ediyordu. Kendine göre ilmi de vardı. Osmanlıca'yı benden daha iyi bilirdi. Üniversite sınavına giren ve yakınımız olan genç kızlara "benden dua isteme, şaşırırım da kazanamaz inşallah deyiveririm" diye takılırdı, yine tebessüm ederek!

…Günümüzün meseleleri alışılmışın dışında zorlukları olan meselelerdir. Babamın yukarıda belirttiğim sözleri üzerine saatlerce konuştuğumuz olurdu. Elini şakağına dayar, düşüne düşüne dinlerdi. Bu insan ömründe hiçbir vakti terk etmemiş, yani "sahib-i tertip" bir müslümandı. Ben onunla konuşabildiklerimi şimdiki bazı gençlerle konuşamıyorum.

Dialog'un kökü, temeli; kendi içimizle, yüreğimizle, murakabemizle, otokritiğimizle, hikmete yöneliş şuurumuzla başlar.

Bugün Ak Parti, kendi yöneticilerinin ve mensuplarının muşahhas varlıkları dışında ve ötesinde, bir "demokratik uzlaşma ve gelişme" misyonunu ifade ediyor. Sağcısı için de solcusu için de bir umudu temsil ediyor. Şartlar öyle getirdi.

Şimdi belli meseleleri, düşünce emeği ve hakkı ödenmemiş müzmin halleriyle onun önüne koyun; tıkayın yolunu. Sonra ne olacak? Zaruretler daha da koyulaşacak, daralacak ve katılaşacak. "Çözüm" yerine "teselli ve ikame tatminleri" üretme meşguliyetleri ile dolacak hayatımız. Meselelerin evrensel boyutları iyice sönükleşecek. Zaten geçmişte de böyle davranıldığı için şimdiki noktalara gelindi. Elmalı Hamdi Efendi'nin "emr-i tekâmülîdir" beyanıyla yapılmış bir izahı vardır bir meselede. Harikulâde bir açıklamadır. Emr-i tekâmülî'yi kavramadan, akışı ve birikimi devam ettirici düşünce üretimi devam ettirilemeden bir ideal istikametinde yaşayabilme liyâkatinin korunması mutluluğuna erişilemez.

Biz demokrasinin gelişmesini bekleme durumunda değiliz, demokrasinin gelişmesi bizleri bekliyor. Biri geliştirip bize sunacak değil, biz geliştireceğiz, çözüm düşünceleri üreterek.

İmam-ı Rabbani'yi çok özel severim. Yazdıkları adeta (meâlen) ezberimdedir. Ama bir cümlesi nasılsa dikkatimden kaçmış. "Çok yazmak melâl verir" diyor. Çok düşündürdü beni. Yaşayarak yazmak, yazarken yaşamak; sadece elle, kalemle değil, yüreğiyle ve aklıyla yazmak; yazdığının bin katını milyon katını aşan bir cevelan içinde yoğrulup da birazını seçerek biçimleyerek yansıtmak melâl vermesi anlaşılabilir bir haldir elbette. Hele o'nun için. "Orada yanlış yazmışım, doğrusunu şimdi yazıyorum" diyebilen ve insanın kalbini gösteren o büyük ruh için.

Hiç iyiye gitmiyoruz.

Mevcut iktidar, kendi iç yapısının dengesi zorlandıkça, neredeyse "dış politikasız" bir hale geliyor ve bu zaaf iç meselelerimizi de çıkmaza sürüklüyor. Hem de çok ciddi konjonktürel kırılma noktalarına yaklaşırken…

Kendi naciz nasibimizin melâli de bazen bizim yazarlığımızı yoruyor, yer yer serbest çağrışımlara yaslanıp belli hususlarda suskunlaşmamızı gerektiriyor.

[Merhum Ahmet Selim basında çıkan bir makalesi]