Halis ECE

Kutub, lûgatte medâr yani değirmenin alt taşına yerleştirilen ve üst taşın dönmesini sağlayan demir manasınadır.

Kutub’la alâkalı olarak İslâmî/tasavvufî kaynaklarda şu bilgilere rastlamaktayız:

Kutub; en büyük velî, her zaman âlemde Allah’ın nazar kıldığı tek kişi.
Kutub, bir tarîkatın en büyüğü, âlemde Allâh’ın irâdesini temsil eden evliyâullâh’ın, rütbe ve derece bakımından en yüksek olanı, Allah adına kâinatta tasarruf eden velî…

Kısacası kutub, Hâtemü’l-enbiyâ, Resûl-i kibriyâ Efendimizin (s.a.v.) vârisidir; “vâris-i resûl”.

Kutub âlemin ruhu, âlem de onun bedeni gibidir.

Her şey kutbun çevresinde ve onun sayesinde hareket eder, her şeyi o idare eder.

Peygamber Efendimizin (s.a.v.) zâhir ve bâtınana tamamiyle ve kemaliyle vâris olan kutba kutbu’l-aktâb (kutubların kutbu), kutbu’l-irşâd (rehber/kılavuz kutub)veya kutbu’l-ekber (en büyük kutub) denir. Her üç tabir de insanları-cinleri irşad ve onların hidâyete ermelerine kılavuzluk etmekle vazifeli velî kişi (Allah dostu) manasınadır. Bu velînin yeryüzünden Arş’a kadar her şeyde tasarrufu vardır.(1)

Kutbun yanında (sağ ve solunda) bulunan iki zâta “İmâmân (iki imamlar)”(2) , bunların mânevî meclisine “Dîvân-ı Sâlihîn (salihler meclisi)”, bu velîler topluluğuna “ricâlullah (Allah adamları)” veya “ricâlü’l-gayb (gayb erenler)”(3) denilir. Kutub, bu meclisin başında yer alır.

Her hafta uygun görülen bir gecede “Dîvan-ı Sâlihîn” kurulur. Eğer dîvanı Rasûlüllah Efendimiz (s.a.v.) teşrîf ederse, meclisin reisi O’dur. Teşrîf etmezlerse, vâris-i resûl olan zât yani kutub bu meclise başkanlık eder… Ve ahvâl-i âleme (dünyanın durumuna) ait kararlar alınır, hükümler verilir. Meydana gelen hâdiselerin/olayların çoğu burada alınan hükümlere/kararlara bağlıdır.

İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî Ahmed Fârûkî Serhendî (k.s.) hazretleri, yazdıkları bir mektupta, bu mevzuda bizlere şu bilgileri vermektedir(4):

«Kutb-i irşâd ile alâkalı mârifeti, Mebde’ ve Maad Risâlesi'nin 'ifade ve istifâde' (faydalı olma ve faydalanma) bâbında yazmıştım. Lâkin onun, bu makamla münâsebeti olduğu ve burada da anlatılması faydalı olacağı için, bu mektupta da yer vermek münasip oldu. Binâenaleyh dikkat etmeli, ehemmiyetle üzerinde durmalıdır.

«Kemâlât-ı ferdiyeyi câmi bulunan (yani ilim, amel, ihlâs, hakîkat, mârifet ve güzel ahlâk bakımından ferdî bütün olgunluklara sahip olan) Kutb-i irşâd, cidden azîzü’l-vücuddur, pek muhterem bir zattır.

“… Bu cevherin (çok kıymetli ve muhterem zâtın) misli-benzeri, uzun zamanlar ve birçok asırlardan sonra zuhûr eder, ortaya çıkar. Onun nûrunun zuhûru, zulmanî âlemi (karanlıklar içerisindeki âlemi) tenvîr eder, aydınlatır. Hidâyetinin nûru ve irşâdı bütün âleme şâmildir, hepsini kuşatır. Muhît-i Arş’tan merkez-i ferşe kadar (Arş-ı a'lâ’dan yeryüzünün merkezine kadar) kime rüşd, hidâyet, îman ve mârifet hâsıl olursa, ancak onun tarîkıyla/kanalıyla hâsıl olur, bunlar ondan alınır. Bu devlet, onun tavassutu/aracılığı olmaksızın, kimseye müyesser olmaz, kolay elde edilemez. Onun nûru, bütün âlemi bahr-i muhît (büyük bir okyanus) gibi ihâta etmiş, kuşatmıştır. Ve bu deryâ, sanki donmuş gibidir, aslâ hareket etmez.

«Bir tâlip ona ihlâsla teveccüh eder/yönelir, veya o bir tâlibe teveccühte bulunursa; teveccüh vaktinde, tâlibin kalbine sanki bir pencere açılır. Ve bu yolla bu deryâdan, teveccühü ve ihlâsı kadar, kana kana istifade eder.

«Kezâ, kim Allâh’ı zikre teveccüh eder (yönelir); ve fakat, –asla inkâr ettiği için değil de bilmediği için– o kutba teveccüh etmezse, bu istifade ona da hâsıl olur. Lâkin, ona teveccüh etmesi sûretinde daha ziyade olur. Ama kim onu inkâr eder veya o kutub ondan rahatsız olursa, Allah’ı zikirle meşgul olsa bile, rüşd ve hidâyetin hakîkatinden mahrum olur. Bu inkâr ve eziyeti, feyz yoluna set olur… Bu Kutb-i azîmüşşân (şânı çok yüce olan kutub); ona faydalı olmamaya, onun faydalanmasına mâni olmaya ve zararına niyet etmemiş olsa dahi, onda hidâyetin hakîkati yoktur… Belki onda, irşâdın sadece sûreti vardır. Mânâdan boş olan sûretin ise, faydası azdır. Bu kutba ihlâsla muhabbeti onlarlar, Allah’ı zikirden ve anlatılan teveccühten boş olsalar bile, sadece bu samîmi muhabbetleri vâsıtasiyle, onlara rüşd ve hidâyet nûru ulaşır…

«Şiir meali:

Kulak verenlere defalarca seslendim, anlattım  

Zekî olanlara bu kadarı yeter; bununla iktifâ ediyorum
***
Yazıya, yüce kutbun hususiyetlerinden birini anlatan bir kıssa ile nihayet vermek istiyorum.
Zikr-i hafî yolunun 5’inci halkası Ebû Yezîd-i Tayfûri’l-Bestâmî kuddise sırruh (H. 188/M. 803–H. 261/M. 874) devrinde, âbit-zâhit, ârif-fâzıl, keramet ve keşif sahibi pekçok velî yaşıyordu. Bununla beraber “asrın kutbu” ümmî bir demirciydi. Bunu bilen Bâyezid hazretleri onu ziyarete gitti.

Demirci her zamanki gibi örsün başında demir dövüyordu. Bâyezid hazretleri selâm verdi. Demirci selâmını büyük bir sevinçle aldı, ellerine sarıldı ve ondan dua istedi. Bâyezid hazretleri tebessüm ederek:

- Asıl ben sizin duanıza muhtacım. Ellerinizden öpeyim de siz bana dua buyurun, dedi.

- Ben kim, sizin gibi bir âlime dua kim, diye cevap verdi demirci şakınlıkla… Hem ben size dua etsem de benim içimdeki dert hafiflemeyecek.

- Sizin derdiniz nedir? Söylerseniz belki bir çare bulunur.

Demirci hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Göz Yaşları arasında:

- Yarın kıyamet gününde insanların hâli ne olacak? Sürekli bunu düşünmekten, buna yanmaktan kendimi alamıyorum, dedi.

Bu sözleri duyunca Bâyezid-i Bestami hazretleri de ağlamaya başladı. O anda hâtıftan bir ses duydu: “Ey Bâyezid! Bu demirci ‘nefsim!’ diyenlerden değil, ‘ümmetim!’ diyenlerdendir” deniliyordu. Böylece Kutubluk makamının niçin böyle bir zata verildiğini anlamış oluyordu.

- Ey kardeşim, dedi, insanlar azap çekerse bundan sana ne?

- Ey üstâz! Cehennemliklerin bütün azabını bana verseler ve onları bağışlasalar ben derdimden kurtulur, saadete ererim.
***
Evet bu gibi zatlar, “ümmetim, ümmetim!..” diyen iki cihan serveri Efendimiz (s.a.v.) gibi insanlığın hidayetine kilitlenmiş er kişilerdir. Onlar Sevgili Peygamberimizin zâhir ve bâtınına hakkıyla ve kemâliyle vâristirler. Mevlam şefaatlerinden mahrum bırakmasın. Mevzu ile ilgili ayrıca bkz. http://www.mollacami.net/soru-ve-cevaplar-443.html

 

DİPNOTLAR
(1) Tehânevi, Muhammed b. Ali, Keşşâf-ı Istılât-ı Fünûn, Hind, 1862, İst., 1318, 2, 1268; İbn Arabi, Füsûs, 39; Kâşâni, Abdurrezzak, Istılâhâtu’s-Sûfiyye, Kahire, 1981.
(2) Tasavvuf ıstılahında “imâmân” denilen bu iki zattan biri kutbun sağında, diğeri solunda bulunur. Sağdaki melekût, soldaki mülk âlemine bakar. Soldakinin rütbesi daha yüksek olduğu için, kutbun halifesi de odur. (Kâşânî, Abdurrezzak, a.g.e.)
(3) Ricâlullah, Ricâlü’l-gayb: Racül kelime olarak adam, merd ve kişi manasınadır. Tasavvuf dilinde ise, ister erkek ister kadın olsun, Hakk’ın dostluğunu kazanmış, ruhen yücelmiş kâmil ve faziletli kişi demektir. Bu manada kadın veliler de bu tabirin içinde yer alırlar. Ricâlullah, Ricâlü’l-gayb; ehlullah, evliyaullah, Allah adamları, Hak erenler, gayb erenler anlamındadır. (Mu’cemü’s-Sûfiyye, Beyrut, 1981; Bursevi, İsmail Hakkı, Faslu’l-Hitâb, 399, 346)
(4) el-Mektûbat, İmâm-ı Rabbâni, İstanbul, 1963, 1, 260.