Halis ECE

1. İSLÂM NEDİR, MÜSLÜMAN KİME DENİR?

İslâm; boyun eğme, teslim olma, sulh yapma demektir. Dinî ilimler ıstılâhında ise bu mânâların yanında, kalb ile inanma, inandığını yaşama, Allâh’ın kazâ ve kaderine râzi olup gönülden teslim olma mânâlarını da ifade eder.

Bu itibarla İslâm, en son ve en mükemmel dinin adı olduğu gibi, ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem’den, son peygamber Hz. Muhammed Mustafâ’ya (aleyhimüsselâm) gelinceye kadar her peygamberin tebliğe memur olduğu Hak dinin de adıdır. Ona İslâm adını ise, “Allah indinde hak din İslâm’dır” (1) buyurarak bizzat Cenâb-ı Hak vermiştir. Ve yine buyurmuştur ki, “Bugün size dininizi ikmâl ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’a râzi oldum.” (2) “Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, bilsin ki o din, ondan asla kabul edilmeyecektir.” (3)

İslâm, âlemşümûl (uyd. evrensel) bir dindir. Bundan başka İlâhî bir din gelmediği ve gelmeyeceği gibi, kıyâmete kadar onda herhangi bir değişiklik de olmayacaktır.

İlâhî bir nizâm olan İslâm dini; akıl sahiplerini, kendi güzel irâde ve arzularıyla, bizzat hayra götürür, dünya ve âhirette saâdet ve selâmete ulaştırır, Cemâl-i İlâhî’ye kavuşturur. (4)

Müslüman olmak için kelime-i şehâdet getirmek kâfidir. Kelime-i şehâdet ise, “Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh” kelimeleridir.

Kelime-i şehâdeti söylemek, yani Allah’tan başka hiçbir ilah olmadığını, Hz. Muhammed Mustafâ’nın (s.a.v.) onun kulu ve resûlü olduğunu kalbiyle tasdik etmek, Müslüman olmak için temel şarttır. Bu, imanın özüdür.

Bir kimse, Allâh’tan başka ilah olmadığına inandığı, onun varlığını-birliğini tasdik ettiği halde, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) peygamberliğini kabul etmediği takdirde Müslüman olamaz. Zira kelime-i şehâdet, bu hâliyle bir bütündür; yarısına değil, tamamına inanmak gerekir, iman parça-buçuk kabul etmez.

Tasavvuf ıstılâhında ise İslâm; dinin getirdiği hükümlerin tatbiki hususunda mutlaka Resûlüllâh’ın (s.a.v.) sünnetine uyulmasıdır. (Fahreddin Irâkî, Istılâhât-ı Ehl-i Tasavvuf) Ezelî hükümleri kabullenme ve nefsin esâretinden kurtulup bütün mevcudiyetinle Hakk’a teslim olmadır. (5)
***

2. ŞERÎAT NEYE DENİR?

Din ile aynı mânâda kullanılan şerîat, Arap lisânında açık ve geniş cadde, insanı bir ırmağa, bir su kaynağına götüren yol, demektir. Ayrıca, sırât-ı müstakîm (doğru yol) mânâsına da gelir. Daha sonra “dinî hükümler”e isim olmuştur. Çünkü dinî hükümler de, insanları, ictimâî ve mânevî hayatlarının kemâline vesîle olan İlâhî feyz ve irfan kaynağına kavuşturacak bir yoldur. İslâm hukuk lisânında ise; Cenâb-ı Hakk’ın kulları için vaz‘etmiş olduğu, dînî-dünyevî emir ve yasakları ihtivâ eden hükümler topluluğudur. Meselâ: Şerîat-ı Mûsâ, Şerîat-ı Muhammediye gibi...

Kur’ân-ı Kerim’de, “Sonra da seni din mevzuunda bir şerîat sahibi kıldık. Sen ona uy; bilmeyenlerin isteklerine uyma” (6) buyrulur. Burada şerîat kelimesi, İlâhî yol ve hükümler mânâsınadır. Diğer bir târifle; Kitap, sünnet, icma‘ ve kıyâs-ı fukahâ dediğimiz edille-i şer‘iye’ye istinâd eden İlâhî kanunlardır... Şer‘-i şerîf, Şerîat-ı İslâmiye gibi. (7)

Şerîat kelimesi çoğu zaman, hem aslî (i‘tikâdî) hükümleri, hem de fer’î (amelî) hükümler olan ibâdet-ahlâk ve muâmelâtla ilgili hususları içine alacak tarzda umumî bir tâbir olarak din mânâsında kullanılır. Diğer taraftan ibâdet ve muâmelâtla alâkalı dinî hükümlerin hepsine birden “şerîat” veya “ahkâm-ı şer‘iye” denmesi de yaygındır. Bir başka ifadeyle şerîat, İslâm’ın hukuk sistemi, hukuk düzeni demektir. “İslâm şerîati” ifadesiyle de, Kur’an ve sünnetten kaynaklanan dinî hukukun tamamı kastedilir. Meselâ Osmanlı hukukunda sıkça kullanılan “şer‘-i şerif” tâbiri de bu mânâdadır.

Tasavvufta şerîat; dinin temel ve zâhirî hükümlerini tasdik ve tatbik mânâsında kullanılır ve hakikate ulaşmanın ön şartlarından biri olarak kabul edilir. Bu itibarla şerîat, dinin amelî ve zâhirî yönünü, tarîkat ise ferdin iç dünyasını ve derûnî cihetini temsil eder. Şerîatten geçmeyen yolun, hakikate götürmeyeceği de çok açık bir şekilde ifade edilir.
Tasavvuf erbâbınca, beden ve dünya ile ilgili zâhirî ve şer‘î hükümlere şerîat veya fıkıh; kalb ve âhiretle alâkalı bâtınî ve sırrî (derûnî ve rûhî) hükümlere de hakikat ve tasavvuf denilmiştir. Bazan da öncekine amelî fıkıh, ikincisine de vicdânî fıkıh tâbiri kullanılmıştır. Asıl itibariyle şerîat ve hakikat (tasavvuf), birbirinden ayrı ve farklı şeyler değildir. O bakımdan aralarında bir tenâkuz ve uyuşmazlık olmaz. Âdeta şerîat hakîkatin dış yüzü, hakîkat ise şerîatin iç yüzüdür.

Ancak bazı hallerde bunlar, esasta bir olmakla beraber, zâhiren birbirine aykırı gibi görülebilir. Mûsa aleyhisselâm ile Hızır aleyhisselâm arasında geçen hâdisede olduğu gibi. (8) Burada Hz. Mûsa’nın bildiği hükümler şerîat, Hz. Hızır’ın bildikleri ise hakikat; yani ma‘rifet, ledün ilmi, tasavvuftur. Dolayısiyle ortada bir zıddiyet bahis mevzuu değildir.

Hâsılı, şerîate dayanmayan, ona bağlı olmayan hiçbir hakîkat mûteber ve makbul olmaz.

Dilerseniz mevzuu güzel bir şiirle noktalayalım:

Şerîatte seninki senin, benimki benim.
Tarîkatte seninki senin, benimki de senin.
Hakikatte ne seninki senin, ne de benimki benim;
Hepsi mâlikü’l-mülk olan Hakk’ın.
(9)

***

Şerîatı da bu şekilde târif ve îzah ettikten sonra, şimdi gelelim şerîatın tamamlayıcı cüzleri/unsurları olan tarîkat, hakîkat ve ma‘rifetin îzahlarına...

A) TARÎKAT

Tarîkat, yol demektir. Tasavvuf lisânında ise meslek, evrâd, ezkâr ve mânevî bakımdan Hakk’a ermek için intisab edilen ve tâkib olunan yol mânâsında kullanılır.

Seyyid Şerif Cürcânî’nin (k.s.) târifi ile tarîkat; menzilleri (mânevî yoldaki konak yerlerini) geçip mesâfe alabilmek ve yüce makamlarda terakkî edebilmekten (yükselip ilerlemekten) ibârettir ki, bu da Allah Teâlâ’nın yoluna sâlik olanlara (girenlere) mahsus bir sîret, yani hâl-tavır-ahlâk ve gidiştir. (10)

Bu anlatılanları, şöyle hulâsa edebiliriz:
Tarîkat; insanın, İlâhî ahlâk ile ahlâklanmayı öğrenip hâl olarak yaşayabilmesi ve nihâyet Allâh’ın rızâsını tahsil edebilmesi için, bir mürşid-i kâmil ve mükemmilin terbiyesinden istifâde ve istifâza maksadiyle tâkip ettiği yoldur, usûldür.

Sünnî tarîkatlerden bazılarının isimlerini şöyle sıralayabiliriz:
Nakşibendiye, Kadiriye, Rifâiyye, Yeseviye, Kübreviye, Mevleviye, Halvetiye, Şâzeliye...

Zamanla bunların şûbe ve kolları da teşekkül etmiştir. Tarîkatler arasında ortak esaslar bulunduğu gibi, farklı yönler de vardır. Dileyen herkes kendi hilkatine-fıtratına, kendi meşrebine, ruh yapısına ve mânevî zevkine göre bir yol tutar.
***

B) HAKÎKAT

Hakîkat; bir şeyin doğrusu, aslı, künhü ve mâhiyeti; mecâz ve teşbîhin gayri, aslî mânâ; kâinât, tabiat ve ulûhiyet hakkında bütün teşbih ve mecazlardan soyulmuş ve açık olan doğruluk mânâsınadır.

Akâid ve kelâm ilminde hakîkat, eşyanın hakîkati yani mâhiyeti demektir. Fıkıh ve tefsirde, mecâzın zıddı mânâsında kullanılır.

Tasavvuf ıstılâhında hakîkat, “ittisâfun bi-evsâfillâh”dır. Yani hakîki fâil olan Cenâb-ı Hakk’ın, sâlikten vasıflarını alarak, yerine kendi vasıflarını koymasıdır. Hakîkat, tasavvuf mânâsına da gelir. Bir bakıma hakîkat, yukarıda da açıklandığı üzere şerîatin iç yüzüdür.

Tasavvuf erbâbına göre, aslen tarîkat ve hakîkat, şerîatın sûreti ile hakîkatı arasında vâsıtadır. Şerîatın sûreti, velâyet kemâlâtının güzel bir ağacı; nübüvvet kemâlâtı da, o sûretin hakîkatının meyvesi gibidir. Velâyetin bütün kemâlâtının aslı esası, şerîatın sûretinin neticeleridir. Nübüvvet kemâlâtı da, şerîatın hakîkatının meyveleridir. Hâsılı, tarîkat ve hakîkat, şerîatı tamamlayan iki cüzdür. [Velâyet; velîlik-ermişlik, Cenâb-ı Hakk’ın kulunu, kulun Mevlâsını dost edinmesi, Allah ile kulu arasındaki karşılıklı sevgi ve dostluktur. İmâm-ı Rabbânî hazretlerine göre üç kısım velâyet vardır: a) Velâyet-i suğrâ, b) Velâyet-i kübrâ, c) Velâyet-i ulyâ.] “Velâyet kemâlâtı”, velîliğin eksiksiz, tam ve mükemmel hâlidir. Velâyet kemâlâtı Şâfiî fıkhına, nübüvvet kemâlâtı ise Hanefî fıkhına uygundur.(11)

Mutasavvıflara göre; şerîat, tarîkat, hakîkat ve ma‘rifet diye dört kapı vardır ve hakîkat bu kapıların üçüncüsüdür.
***

C) MA‘RİFET

Tanımak, bilgi, âşinalık, tecrübe ve amelî bilgi mânâlarına gelen bu mefhum-kavram, tasavvufî bir tâbir olarak Allâh’ın zâtı ve sıfatları hakkında şüphe götürmeyecek derecede sağlam bir ilme sahip olmak demektir. Başka bir ifadeyle ma‘rifet, Hakk’ı tanıma, Rabbânî tecellîleri bilip kavrama, İlâhî hakîkatlere vâkıf olma ve Allâh’ın rızâsına uygun hareket etmeyi bilmektir. Bu, vehbî (Allah vergisi olan) bir basîrettir. Kaynağı kalb, ruh ve sâir letâif yoluyla ilham, keşif ve müşâhededir. “İlim”den epeyce farklı bir mânâ ifade eder. Zira ilmin kaynağı akıl, his organları ve nakildir. Onun için zâhirî ilimler hakkında bilgi sahibi olanlara “âlim” denir de, “ârif” denmez. Sûfî ve velîlere ise hem “âlim”, hem de “ârif” denilir.
***

İmâm Kuşeyrî (k.s.) hazretleri ma‘rifeti şöyle anlatıyor:

“Âlimlere göre ma‘rifet, ilim mânâsınadır. Onlara göre ilim bir marifettir, her marifet de bir ilimdir. Allâh’ı bilen herkes âriftir. Her ârif de âlimdir. Ma‘rifet şu vasıflara sahib olan kişinin sıfatıdır. Bu kişi Hak sabhânehû ve teâlâ’yı önce sıfat ve isimleri ile tanır, sonra Hak ile olan muâmelesinde sıdk ve ihlâs üzere bulunur... Kötü huylardan ve bu huylara ait âfetlerden temizlenerek saf hâle gelir. Daha sonra Hakk’ın kapısında uzun uzadıya bekler ve daimî sûrette kalbi ile i‘tikâf hâlinde olur. Bütün bunların semeresi ve neticesi olarak, Allah Teâlâ’dan güzel bir teveccühe kavuşur. Cenâb-ı Hak onun bütün hallerinde sıdk üzere olmasını hâsıl eder. Böylece o kul kendisini Allah’tan başkasına dâvet eden hiçbir şeye kulak vermez duruma gelir. Dolayısıyla halka yabancı, nefsinin âfetlerinden berî ve uzak olur. O her an Allâh’a müteveccihtir. İlâhî kudretin tasarruflarının ne şekilde cereyan ettiğine dair sırları, Cenâb-ı Hakk’ın tarifi ile bilir. İşte o zaman böyle kimseye ârif denir. Onun bu hâli ise, ma‘rifet ismini alır.

“Ma‘rifet aynı zamanda sonsuz bir saâdet kaynağıdır. Her şeyin saâdeti kendi yaratılışına uygundur. Yani her şey ne için yaratılmışsa, ondan zevk alır. Göz, güzel şeyleri görmekten, kulak güzel sesleri işitmekten zevk alır. Kalb ise bilmek, tanımak ve tatmak için yaratılmıştır. Bilgilerin en lezzetlisi de, en üstün olanıdır. En mükemmel olanın bilgisi ise, en üstün, en şerefli ve en güzelidir. O bakımdan ma‘rifetullâha vâkıf olmak, en büyük mânevî zevk ve saâdete vesîle olacaktır.” (12)
***

Kısaca analatılmak gerekirse, ma‘rifet öyle bir şeydir ki; herkesçe bilinenlerin sâhası dışında ve onların ötesinde bir idrâktir... İdrâk-i basît de denilir. [“İdrâk” anlayış, kavrayış demektir.

Tasavvufta iki türlü idrâk vardır.

Birincisi “idrâk-i basît” ki, Hakk’ın varlığını idrâk etmekle beraber bu idrâkin ve idrâk edilen Hakk’ın şuurunda olmamaktır.

İkincisi ise, “idrâk-i mürekkeb”dir. Bu da, Hakk’ın varlığını idrâk etmekle birlikte bu idrâkin ve idrâk edilen Hakk’ın şuurunda olmaktır.] (13)

İlim, mübtedîlerin (yolun başındakilerin), ma‘rifet müntehîlerin (sona ulaşanların) nasîbidir; fenâdan önce hâsıl olmaz, fânî’den başkasına müyesser değildir.

Fenâ mertebesinde de değişik kademeler olduğundan, müntehîler arasındaki ma‘rifet derecelerinde de farklar bulunur. Bir kimsenin fenâ hâli tam mânâsıyla kemâle ererse, onun ma‘rifeti de tam olarak kemâl bulmuş olur. Fenâ derecesi düşük olanların, hâliyle ma‘rifet dereceleri de düşük olur.(14)

[“Fenâ” lûgaten yokluk, hiçlik demektir. Tasavvufta ise, kulun fiilini görmemesi hâlidir. Kulun kendi şahsî irâde ve arzusuna göre değil, Allâh’ın irâde ve isteğine göre hareket etmesi; kendi irâdesini, Allâh’ın irâdesinde fâni kılması, yok etmesidir. “Fenâ fillâh”, Allah’ta fâni olmak; kulun, beşerî vasıflardan ve kötü arzulardan sıyrılıp İlâhî vasıflarla donanmasıdır.]

İmâm-ı A‘zam-ı Kûfî (rh.), bir münâcatında şöyle demiştir:

“Sübhâneke mâ abednâke hakka ibâdetike ve lâkin arafnâke hakka ma‘rifetike.”

Meâli: “Allâh’ım! Seni noksan sıfatlardan tenzîh, kemâl sıfatlarla tavsîf ederim. Sana hakkıyla ibâdet edemedik; lâkin, hakîki ma‘rifetle sana karşı irfan sahibi olduk.”

Burada ibâdeti hakkıyla edâ edemeyişin mânâsı açıktır. Ona, lâyıkıyla ibâdet yapılamayacağını herkes bilir. Ma‘rifetin hakkıyla elde edilmesi ise ancak, “Onun (benzeri olmak şöyle dursun) benzeri gibisi dahi yoktur” (15) ünvânı ile onu anlamaya bağlıdır. Yani bu ifade, Allah Teâlâ’nın hiçbir şeye benzemediğini, hiçbir yoldan tam olarak tanınamayacağını iyi anladık, demektir. Zira Allâh’ın zâtında ilme, şühûda ve ma‘rifete aslâ yol yoktur.

Ayrıca yanlış anlaşılmamalıdır ki, Cenâb-ı Hakk’ı sıradan herkes böyle –Hz. İmâm’ın ma‘rifeti gibi de– tanıyamaz. Ma‘rifet (tanımak) başkadır, ilim (bilmek) başkadır. Herkes ilim sahibi olabilir, ma‘rifet ise yukarıda da ifade edildiği üzere, fenâ mertebesi ile şereflenenlerde bulunur. (16)
***

Evet, şerîat hakîkatin kışrı, kabuğu yani dış yüzüdür; hakîkat ise şerîatin lübbü, özü, iç yüzüdür. Şerîatten hakîkate ulaştıran yola tarîkat, şer‘î hükümleri koruyup yerli yerine oturtmaya da ma‘rifet denilmektedir.

Bunlardan birincisi avâma, ikincisi havâssa, üçüncüsü, havâssu’l-havâssa, dördüncüsü de ehassu havâssu’l-havâssa mahsustur. [Avam: halk; havâs: vasıflı kişiler, âlimler; havâssu’l-havâs: üstün vasıflara sahip olan mümtaz ve güzîde ferdler; ehassu havâssu’l-havâs: en üstün vasıflara sahip olan kimseler, ârifler.]

Görüldüğü üzere, bu mefhumlar silsilesini birbirinden ayırmak imkânsız... Çünkü bunlar, birbirlerinin lâzım-ı gayr-i müfârikıdır... Yani, olmazsa olmaz, birbirlerinden ayrılmaz parçalarıdırlar. Ve yine bunlardan her biri, ancak şerîatla tamam olur... Şerîatı mükemmel olmayanın; tarîkat, hakîkat ve ma‘rifeti de olmaz! İnsan, bütün bu yolları ikmâl ettikten sonra şerîatı ifsat edecek olursa; tarîkat, hakîkat ve ma‘rifeti de bozmuş olur. Çünkü; şerîat ağaç, tarîkat o ağacın dalları, hakîkat ile ma‘rifet ise yaprakları ve meyveleri gibidir. Binâenaleyh, ağaç olmayınca; dalları, yaprakları ve meyveleri de olmaz. (17)

Ağaç dikmekten maksat; (ondan çeşitli yönlerden istifade ve bilhassa) meyve elde etmektir. Ağaçlar ayakta kaldıkları müddetçe meyveleri de düşecek (devşirilecek)tir. O ağaçların kökünde (kuruyup) bozulma olduğu zaman, meyveleri de yok olur. O ne büyük ahmaklıktır ki, ağacı kökünden sökerek meyveleri devşirilmeye çalışılır. Halbuki ağaçlar ne kadar bakımlı olursa, meyveleri de o kadar bol ve güzel olur. Her ne kadar meyve gâye değilse de, ağacın bir parçasıdır. (18)

O bakımdan tarîkat, hakîkat ve ma‘rifetin sağlıklı olabilmesi için de, öncelikle şerîatin tam ve mükemmel olarak yaşanması gerekir.


DİPNOTLAR
(1) Âl-i İmrân sûresi, 3/19.
(2) Mâide sûresi, 5/3.
(3) Âl-i İmrân sûresi, 3/85.
(4) Molla Hüsrev, Mir’âtü’l-Usûl fî Şerhi Mirkâti’l-Vusûl, Ergin ve Salah Bilici Kitabevi, İstanbul, 1967, s. 7; İbnü Melek, s. 4.
(5) Ebû Said Ebû’l-Hayr, Esrâru’t-Tevhîd, s. 297.
(6) Câsiye sûresi, 45/18.
(7) Bilmen, Ömer Nasûhî, Hukûk-ı İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kâmusu, 1, 14; Şemseddin Sâmi, Kâmûs-i Türkî, Şerîat Maddesi; Seyyid Bey, Usûl-i Fıkıh, Cüz’ü Evvel, MEDHAL, İstanbul, Matbaa-i Âmire 1333, s. 95-96.
(8) Bkz. Kehf sûresi, 18/60-82.
(9) Abdürrahman Câmî, Nefehâtü’l-Üns, Terc. ve Şerh, Lâmiî Çelebî, s. 161.
(10) Kitâbü’t-Târîfât, Es‘âd Efendi Matbaası, İstanbul,1300, s. 94.
(11) el-Mektûbat, 1, 266; 1, 282; Süleyman Hilmi Silistrevi (k.s.), Mektuplar ve Bazı Mesâil-i Mühimme, s.173.
(12) Kuşeyrî, Risâle (Terc.), 427-428.
(13) Muhammed b. Ali et-Tehânevî, Keşşâf-ı Istılâhât-ı Fünûn, Hind., 1862, İst. 1318, 1, 332.
(14) Süleyman Hilmi Silistrevi (k.s.), a.g.e., s. 172-173; el-Mektûbât, İmâm-ı Rabbânî, 1, 38.
(15) Şûrâ sûresi, 42/11.
(16) el-Mektûbât, İmâm-ı Rabbânî, 1, 38.
(17) el-Makâmât, li’l-İmâmi’l-Birgivî, s. 3.
(18) el-Mektûbât, İmâm-ı Rabbânî, 2, 55.

Go to top