Öncelikle Allah-u Teala sizden razı olsun.Benim sorum şudur: Malumunuz Allah-u Teala'nın Kelâm sıfatı mevcuttur. Alimler bunu açıklarken “Allah kelâm eder ancak bunun mahiyeti anlaşılamaz” demektedirler. Ancak bir yerde Maturidi ve Eşari'nin burada görüş ayrılığı olduğu, Eşari'nin Allah kelâmının-mahiyeti anlaşılmadan- duyulabileceğini Maturudi'nin ise Allah kelâmının bizzat duyulamayacağı ancak Allah'ın yarattığı seslerin duyulabileceği görüşüne sahip olduğunu okudum. İlmimizin azlığından olsa gerek burada kafa karışıklığı yaşadım kısa da olsa bir açıklama getirirseniz Ehli Sünnet'ten ayrılmayacak şekilde bu konuda nasıl itikad edilmesi gerektiğini öğrenmek isterim şimdiden teşekkürler

 

*******

Rabbim (c.c.) cümlemizden razı olsun.

Mesajınızın başlığı muhteviyatıyla muvafık olmadığı için değiştirdik. Çünkü sorunuzda mevzu ettiğiniz husus, “kelâmullah” ile alakalıdır. “Kelîmullah” ise bilindiği üzere Allah Teala'nın kendisiyle konuştuğu kimse manasında bir terkiptir ve ülûl’azm peygamberler’den Hz. Musa’ya (aleyhimüsselâm) verilen unvandır, onun sıfatıdır. Kur'an-ı Kerim’de Cenab-ı Mevlâ’nın bazı peygamberlerle konuştuğu bildirilmekle birlikte, ismen yalnız Hz. Musa’ya (a.s.) bu isim verilmiştir...

Bunu böylece tesbit ve tashih ettikten sonra gelelim sorunuzun cevabına...

Malumunuz Mâtürîdî ve Eşârî mezhepleri itikatta Ehl-i Sünnet’in iki mübarek ve tertemiz koludur. Aralarında ciddi farklılıklar yoktur. Görüş ayrılığı denilebilecek hususlar da asla taalluk edecek meseleler değildir. Bu meselede de durum aynıdır.

Kelâm; lûgatte söz, lafız, konuşma manalarınadır. Akaid ilminde Hz. Allah'ın Sübûti sıfatlarından biridir. Mevlây-i zû’l-Celâl’de bulunması zaruri olan konuşma keyfiyetini / mahiyetini belirtir. Allah celle şânuhu bu sıfatı ile peygamberleri (aleyhimüsselam) vasıtasiyle emir ve yasaklar koyar, haberler verir.

Ancak konuşmasının mahiyeti bilinemez.

Kur'an-ı Hakîm’de Allah Teala'nın konuşma keyfiyetine sahip olduğunu gösteren çok sayıda âyet vardır. Bunlardan bazıları şöyledir:

Musa, tayin ettiğimiz vakitte bizimle buluşmaya gelip de Rabb'i onunla konuşunca... “ [A'raf suresi, 143]

“(Rasûlüm) De ki: ‘Eğer Rabbimin sözlerini yazmak için deniz mürekkep olsa, Rabbimin sözleri tükenmeden önce, deniz muhakkak tükenecekti, bir mislini daha yardımcı getirsek bile.” [Kehf suresi, 109]

Eğer müşriklerden biri aman dilerse, ona aman ver. Ta ki, Allah'ın kelâmını dinlesin. Sonra onu emniyet içinde olduğu yere kadar gönder. Çünkü bunlar gerçekten de bilgisiz bir kavimdirler.” [Tevbe suresi, 6]

Kıyamet günü Allah ne onlarla konuşacak ve ne de onları temizleyecektir.” [Bakara suresi, 174]

Bunlar, Allah Teala’nın konuşmasıyla ilgili âyetlerden yalnızca birkaçıdır.

Kelâm âlimlerine göre, Allah'ın Kelâm sıfatı ile vasıflandırılmasının zaruri olduğu akıl yürütme yoluyla da isbatlanabilir Kelâm bir olgunluk, kemâl vasfıdır. Bu sebeple Allah'ın Kelâm sıfatı ile sıfatlanması zaruridir.

Allah Teala bunun tersi olan konuşmama ve dilsizlik vasfından münezzehtir. Diri olan varlık konuşma keyfiyetine sahip değilse, konuşmama ve dilsizlik gibi afetlerle vasıflanması gerekir. Oysa Allah (c.c.) bütün eksiklik ve kusurlardan uzaktır. Topyekün peygamberler Allah'ın kelâmını insanlara aktarmış, O'nun emir ve yasaklarını, haberlerini bildirmişlerdir. Bu husus, bütün peygamberlerden mütevatir olarak gelmiştir. Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) vazifesi de ancak Allah Teala’nın kelâm sıfatı ile mümkündür. Allah'ın konuşma sıfatına sahip olmaması durumunda risalet vazifesinden de söz edilemez. Peygamberlerin varlığı ve bildirdikleri ilahi kelâm, Allah'ın konuşma sıfatına sahip olduğunun şahididir, isbatıdır.

***

Allah (c.c.), peygamberlerle (aleyhimüsselâm) konuşur. Ancak bu konuşma iki insanın karşılıklı konuşmalarına benzetilemez. Bu konuşmanın biçimi Kur'an-ı Kerim’de şöyle belirtilir:

Allah bir insanla (karşılıklı) konuşmaz. Ancak vahiyle (ilham yoluyla, kulunun kalbine dilediği düşünceyi doğurarak), yahut perde arkasından konuşur, yahut bir elçi gönderip izniyle dilediğini vahyeder[Şûrâ suresi, 51] Hz. Allah'ın “perde arkasından” konuşması, Hz. Musa ile olduğu gibi bir ağaç ya da benzeri bir nesne vasıtasile konuşmasıdır. Bir elçi göndermesi de kelâmını bir melek (Cebrâil aleyhisselâm) vasıtasıyla vahyetmesidir.

Kelâmullah ve Kelâm-ı Kadîm tabirleri Kur'an-ı Kerim’i dile getirir. Allah'ın mütekellim (konuşan) ve Kur'an'ın da Allah'ın kelâmı olduğunda bütün İslâm mezhepleri görüş birliği içindedirler.

Ancak Kur'an'ın Kelâm sıfatı gibi kadîm (ezelî) mi, yoksa mahluk (yaratılmış) ve hâdis (sonradan olma) mı olduğu mevzuunda çok farklı görüşler öne sürülmüş, çok şiddetli münakaşa ve münazaralar yürütülmüştür. Bu mevzudaki belli başlı görüşler Selef, Mu’tezile ve Ehl-i Sünnet’ten Eş'ariye ile Mâtüridiyye tarafından müdafaa edilmiştir.

***

Selef'e göre Kur'an Allah'ın kelâmıdır ve mahluk değildir. Allah'la kaimdir ve O'ndan ayrı değildir. Kur'an ne yalnız mana, ne de yalnız harflerden ibarettir; her ikisinin toplamından tekevvün eder. Allah (c.c.) harflerle konuşur, harfler de mahluk değildir. Kulun okuyuşu, sesi ve okuma fiili yaratılmıştır, Allah ile kaim değildir. Fakat dinlenilen Kur'an mahluk değildir, Allah ile kaimdir. Allah'ın kelâmı Cibril-i emin vasıtasıyla inzal olunan mananın hikayesi değil, ibaresidir.

***

Selef'in benimsediği anlayışın tam karşısında Mu’tezile'nin görüşleri yer alır. Mu'tezile'ye göre Kur'an ses, harf, âyet, sûre vb.lerinden meydana gelmekte; telif, tanzim, tenzil, inzal gibi hudûs (sonradan olma) vasıfları taşımaktadır. Bu sebeple kadîm değil, mahluktur. Allah'ın konuşması, mütekellim olması, kelâmı belli bir mahalde, mesela Cebrail'de, peygamberlerde, Levh-i Mâhfuz'da, insanın okuyuşunda yaratmasıdır. Kur'an'ın kadîm (ezeli) olması, Allah'ın zâtı ile birlikte ikinci bir kadîmin daha bulunması demektir. Bu da tevhide ters düşer.

***

Ehl-i Sünnet’in yani Eş'arî ve Mâtüridî kelâmcıların (rahımehumullah) görüşü, Selef ile Mu’tezile arasında mûtedil bir yoldur.

Ehl-i Sünnet âlimleri kelâmı, “nefsî” ve “lafzî” olmak üzere ikiye ayırdılar.

Kelâm-ı nefsî / zâtî (nefsî kelâm), Allah'ın zâtı ile kaim, mahiyetini anlayamayacağımız ezelî bir sıfattır.

Kelâm-ı lafzî (Lafzî kelâm) ise nefsî kelâma delâlet eden ses ve harflerden müteşekkil Kur'an'ın lafzıdır. Bu lafzî kelâm hudûs (sonradan olma) mahiyetleri taşıdığı için ezelî değildir, mahluktur.

İtikadî meselelerde müçtehid olan, hicrî ikinci bin yılın müceddidi İmam-ı Rabbani Ahmed Farukî es-Serhendî (k.s.) hazretleri, bu mesele hakkında dikkat çekici şu açıklamalarda bulunurlar:

Kur'an'ın mahluk olup olmadığı üzerinde; İmam-ı Azam ve İmam Ebu Yusuf (rahımehumallah) altı ay mübahaseye girmişler (tartışmışlar)dir. Aralarında red ve nakz cereyan etmiş (birbirinin fikirlerini çürütmeler ve geçersiz kılmalar meydana gelmiş)tir. (Bu münzaralar) sonunda, her ikisinin görüşü de şu mânâ üzerinde karar kılmıştır:

‘Kur’an mahluktur, diyen kâfir olur’.

Bu münazaranın uzun sürmesinin sebebi, o zamanda bu meselenin henüz gözden geçirilmemiş olmasından, meselenin hakikatına tam olarak ulaşılamadığındandır. Şu anda, fikirlerin birikim ve katılımı ile meselenin derinliğine inilip hakikati bulunmuştur. Bu mânâda deriz ki:

‘Eğer niza mevzuu/tartışma konusu, harfler ve kelâm-ı nefsîye (Allah Teala’nın öz kelâmına) delâlet eden kelimeler ise, bunların hâdis ve mahluk olduklarına şüphe yoktur (sonradan yaratılan mahlûktur). Şayet medlûlât ise, yani kasıt bu harflerin ve kelimelerin delâlet ettiği mânâlar ise, onlar kadîmdir mahlûk değildir.

Meselenin bu şekilde düzenlenmesi, açıklığa kavuşması ise, fikirlerin birikip birleşmesinin bereketi iledir.” [el-Mektubat, Fazilet Neşriyat, İstanbul, yyy., 3, 89]

Asıl mevzumuza dönecek olursak; Eş'arî ve Maturidîler nefsî kelâmın işitilip işitilmemesi mevzuunda ayrı görüşlere sahiptirler. Eş'arîlere göre nefsî kelâm işitilebilir, caizdir. Çünkü varolan bir şeyin işitilmesi de mümkündür. Maturidîler ise, nefsî kelâmın işitilemeyeceği görüşüdedirler. 

Bu hususta enfes bir sehl-i mümteni’ üslûbunda bir beyit ve o beyitle alakalı pek güzel bir nükte için bkz. http://www.halisece.com/muhtelif/16-edebiyat/1207-kultur-istilasi-ve-kendi-irfnimizdan-nukteler.html

***

Sizin bir yerlerden naklettiğinizi söylediğiniz “...Maturidi ve Eşari'nin burada görüş ayrılığı olduğu, Eşari'nin Allah kelâmının -mahiyeti anlaşılmadan- duyulabileceğini; Maturudi'nin ise Allah kelâmının bizzat duyulamayacağı, ancak Allah'ın yarattığı seslerin duyulabileceği” ifadeleri de, biraz önceki ifadelerimzel hemen hemen aynıdır. Farkı, burada görşlerin biraz daha açılmış ve açıklanmış olmasıdır. Bu durumu şöyle te’lif ve hulâsa edebiliriz:

Evet, Allah Teala’nın kelâmı, onun var ettiği seslerle duyulabilir, ama bunun mahiyeti-keyfiyeti, ciheti anlaşılmaz. Nasıl olduğu ve nereden geldiği idrâk edilemeden âdeta bütün vücut kulak kesilir ve topyekün varlığımızla-benliğimizle o kelâmı / sözü işitiriz.

Âcizane yaşadığım ve bu hususu teyid eden bir vak’ayı da yeri gelmişken paylaşmak isterim. 12 Eylül İhtilâli sonrası merhum Kemal Bey Ağabeyimiz ve bazı kardeşlerimiz tutuklandığı gün, çok melûl ve mahzûn bir vaziyette Fatih’teki oturduğumuz eve gelmiştim. O hüzünlü ve kederli  halimle divanda otururken, sanki uyku ile uyanıklık hali arasında bir ara, aynen yukarıda anlattığım tarzda: “وَإِنَّ أَوْهَنَ الْبُيُوتِ لَبَيْتُ الْعَنْكَبُوتِdiye bir ses işittim. Ve bu sesi sadece kulaklarımla değil, topyekün vücudumla duyuyor, hissediyordum. Hemen kendime gelip toparlandım ve kelâmın ayet olduğunu tahmin ettiğim için, Mu’cemü’l-Müfehres’ten  Kur’an’daki yerini buldum. Kelâm, Ankebût suresinin 41. ayetinden bir cümleydi. Cenab-ı Hak, “...evlerin en çürüğü de şüphesiz örümcek evidir...”  buyuruyordu. Bu işaret ve beşâretle bir nebze olsun üzüntüm hafiflemiş ve rahatlamış oldum.

Malumunuz örümcek, evini  korunmak için olduğu kadar asıl itibariyle avlarını yakalamak için kurar. Bir nevi tuzaktır bu ev. Ama korunma maksadıyla da olsa, tuzak gayesiyle de olsa evlerin-tuzakların en çürğü örümcek evidir.

Ben de bu vak’ayı, demek ki o gün iktidarı elinde bulundurup Müslümanlara zarar vermek isteyenlerin tuzakları da, öyle pek fazla korkulacak, telaş edilip tedirgin olunacak kadar kuvvetli değilmiş, diye yorumlayarak rahatlamaya çalışmış idim.

Hâsılı; şairin dediği gibi “Neler geldi neler geçti bu felekten / Un eleyim derken deve geçti elekten”... Mevlâmıza hudutsuz hamd u senelar, nihayetsiz şükürler olsun ki, bu günlere geldik. İnşaallah çok daha güzel günler olacak-gelecek, diyelim, ümitvar olalım ve sözlerimizi İbrahim Hakkı (k.s.) hazretlerinin Tefvizname’sinden birkaç kıt’ayla noktalayalım.

“Her sözde bir nasihat var
Her işde ganîmet var
Her nesnede zinet var
Mevlâ görelim neyler.

Neylerse güzel eyler

Hep rumuz ve işâretdir
Hep ayn-ı inâyetdir
Hep gâmız ve bişâretdir
Mevlâ görelim neyler.

Neylerse güzel eyler

Bil elsine-i halkı
Öğren ebed u hulki
Eklâm-ı Hak ey Hakkı
Mevlâ görelim neyler.

Neylerse güzel eyler

Vallah güzel etmiş
Tallah güzel etmiş
Billah güzel etmiş
Allah görelim netmiş.

Netmişse güzel etmiş.

Go to top