S.a.

Hocam birçok büyük ve küçük günahlar işledik geçmişte. Şimdi ise tevbe ettik günah işlememeye gayret göstermekteyiz.Tövbemizin kabul edildiğini nasıl anlayabiliriz?

*******

Ve aleyküm selam.

Değerli kardeşim; sitemizde İman Sevdalısı rumuzuyla kayıtlı bir üye yok. Lütfen rumuz ve adresinizi doğru dürüst giriniz. Hatırlatmaktan bize de gına geldi artık!  

Sorunuzun kısa cevabı: Bizler kul olarak tevbe etmekle mükellefiz, bunun kabul olup olmadığını bilmekle yükümlü değiliz.

Meselenin izahına gelince…

Bizi tevbe etmeye çağıran bizzat Cenab-ı Hak’tır. Bu mevzudaki bazı ayetler şöyledir:

Ey mü'minler! Hepiniz Allah'a tevbe edin ki, felâha erebilesiniz.” [Nûr sûresi, 31]

Bir de Rabbinizin mağfiretini isteyin, sonra O'na tevbe edin ki, sizi muayyen bir zamana kadar güzel bir şekilde yaşatsın ve her fazilet sahibine, mükâfatını versin. Eğer yüz çevirirseniz, haberiniz olsun ki ben sizin için büyük bir günün azabından korkarım!”  [Hûd sûresi, 3]

Ey iman edenler! Allah'a öyle tevbe ile tevbe edin ki, nasûh (gayet ciddi, samimi) bir tevbe olsun! Ola ki Rabbiniz kusurlarınızı örter, Allah'ın Nebîsi ve onun beraberinde iman edenleri utandırmayacağı günde sizi altından ırmaklar akan cennetlere koyar. Onların nûrları, önlerinde ve sağ yanlarında koşacak ve şöyle diyecekler: ‘Ey Rabbimiz, bizlere nurumuzu tamamla ve bizi bağışla; şüphesiz ki sen her şeye kadirsin!” [Tahrim sûresi, 8]

Her kim (günah işler de) tevbe etmezse, işte onlar kendilerine zulm edenlerdir.” [Hucurat sûresi, 11]

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) de, tevbenin ehemmiyet ve lüzumuna işaret ve Cenab-ı Hakk’ın afv u mağfiret ve rahmetinin büyüklüğünü beyanla buyurdular ki:

Allah Teala, gündüz kötülük işleyenler (günaha girenler) tevbe etsin diye geceleyin elini açar (tevbeyi kabul eder); gece günahkârı (olanlar) tevbe etsin diye gündüz elini açar. Tâ Güneş Batı’dan doğuncaya (yani kıyamete) kadar (bu hâl böyle devam eder).” [Müslim; Nevevî, Riyâzu’s-Sâlihîn, Hadis no: 16]

Kim, güneş batıdan doğmadan önce tevbe ederse, Allah tevbesini kabul eder.” [Müslim, Sahih; Neveî, a.g.e., Hadis no: 17]

Muhakkak ki Alla azze ve celle, can boğaza gelmedikçe kulunun tevbesini kabul eder.” [Tirmizî, Sünen; Nevevî, a.g.e., H. no: 18]

Hâsılı mü’min, kusurunu görmeli, itiraf edip bunlardan pişmanlıkla tevbe ve istiğfarda bulunmalıdır. Şeytanın şerrinden, nefsin aldatmasından ve tuzaklarından Allah’a sığınmalı,  İlahi afva-mağfirete-rahmete müstahak hâle gelmek için gayret göstermelidir. Kabulü ile alakalı hususlarda kafasını yormamalı; o, kendi üzerine düşeni yapıp yüce dergâha arz etmelidir.

Sadedinde olduğumuz mevzuu maddeler halinde ele alıp izah etmeye devam edelim.

(1) Öncelikle unutmamamız gerekir ki; geçmiş ve gelecek günahları topyekûn mağfiret olunduğu halde,  “Ey insanlar! Allah’a tevbe ediniz ve O’ndan mağfiret isteyiniz. Muhakkak ki ben, günde yüz defa tevbe etmekteyim.” [Müslim, Sahih, Zikir, 41] diyen Âlemlere Rahmet Habîb-i Hudâ ve Rasûl-i zîşânın (s.a.v.) ümmetiyiz. Tevbe ve istiğfar etmek bizim vazifemiz. Hâlis bir kalp ve ihlâsımız nisbetinde tevbemizin kabul edilmesini Rabbimizden (c.c.) umarız. Ümit kapısı açıktır ve ümit etmekle emrolunduk. Yeis yani ümitsizlik bizim dinimizde yoktur.

(2) Tevbemizin kabul edildiğini bilmemize gerek yoktur. Esasen hiçbir ibâdetin kabul edildiğini bilmemize imkân da yoktur. Biz Allah rızası için ibâdet ederiz, tevbe yaparız. Takdir Cenâb-ı Hakk’ındır, dilerse kabul eder. İşin o yönüyle alakalı bizim üzerimize düşen bir şey olmadığı gibi, herhangi bir dahlimiz de söz konusu değildir, olamaz!

(3) Esasen tevbemizin ve ibâdetlerimizin kabul edildiğini bilmek bizi amelde riyâya ve ucba, yani amelimize güvenmeye götürür. Oysa amele güvenmek tehlikelidir. Amele güvenemeyiz. Biz yalnızca Allah’ın rahmetine, lûtfuna ve ihsanına güveniriz. Ölünceye kadar tevbe etmek ve tevbemizi bozmadan Allah Teâla’ya ibadet ve tâat ederek haramlardan uzak durmaya çalışmakla yükümlüyüz. Biz yükümlülüğümüzü Allah’ın yardımıyla yerine getirmeye çalışırız. O’nun rahmetini umarız. Bu sebeple “Lâ havle velâ quvvete illâ billâhi’l-aliyyi’l-azıym” sözünü dilimizden ve gönlümüzden düşürmeyiz. Yani O’na kulluk edebilmek de, haramlardan korunabilmek de ancak O’nun verdiği güç ve kuvvetle mümkündür.

(4) Tevbe için en mühim adımlar, niyettir, kararlılıktır, pişmanlıktır, affedilmeyi cidden ümit ederek istemektir. Allah’ın rızâsına tâlip olmaktır, bu gayeye ulaşmak için harekete geçmektir. Allah Teala’ya teveccüh etmek / O’na yönelmektir.

(5) Çoğu insanın günah için âdeta hazır bir çevresi vardır. Onlarla beraber dalar günahlara[Müddessir suresi, 44] O bakımdan kişi, tek başına günahlarından ne kadar da pişmanlık duysa, bu çevreyi aşmadıkça nedâmetini tevbeye ve istiğfara dönüştüremez. Çünkü çevresini inandırmak gibi bir mükellefiyetinin olduğunu zanneder. Oysa böyle bir mükellefiyeti yoktur. Bununla beraber çevresi de adamın gerçekten pişmanlığına inanmadığı gibi; “Sen ha! İnanmam!” gibi sözlerle kişi ile tevbesi arasında kocaman bir dağ oluşturabiliyor ve bu engeli kişinin aşabilmesi hemen-hemen imkânsız hâle gelebiliyor. Bu açıdan, Allah Teala’dan günahlarının afvını-bağışlanmasını, tevbesinin kabulünü, mağfiret edilmesini isteyen insan, öncelikle kendisini günaha sürükleyen böyle bir çevreden uzaklaşmalıdır.

(6) Tevbe için bir diğer önemli adım da; Cenab-ı Hakk’ın, Benim zatıma mahsus fâzıl ve sevgili kullarımın içine girin, isyan içinde olanların değil. Bu takdirde Cennetime dâhil olursunuz’ [Fecr suresi, 29-30] İlahi fermanına uyup, tevbeye muvaffak olmuş ve amel-i sâlihle meşgul olan “zümre” içerisine dâhil olmak… Bu toplulukla beraber ibâdet ve tâatte, zikir ve tefekkürde, sohbetlerde bulunmak, onlarla birlikte hatim halkalarına oturmak, Allah yolunda beraberce hizmet etmek ve bu “tâifeyi” terk etmemek… Önceki çevreye de aslâ dönmemektir.

(7) Bilmeliyiz ki; dünyanın kirinden-pasından, kusur ve günahından, ufûnetinden, haramından, mekruh ve şüphelilerinden, mâlâyânî işlerinden kendimizi çekip alarak; Allah’ın zikredildiği / anıldığı, râbıta-tefekkür halinin yaşandığı, kalp ve sâir letâifimizin, aklımızın-fikrimizin arındığı sohbetlere yönelişimiz, muhakkak ki Allah katında makbûle şâyândır. Bizi günaha çeken çevreyi bırakıp, kulluğa-ibâdet ve itaate yönlendiren, yasaklardın kaçınmamızı sağlayan taife / câmia ile beraberliğimizi sürekli kılmak ise, hâlis ve nasûh bir tevbe için önemli bir adım teşkil etmektedir.

Peki, tevbe’nin tamam ve makbul olması için şartlar nelerdir? Dilerseniz şimdi de kaba hatlarıyla onlara bir atfı-ı nazar edelim

1- Yaptıklarına pişman olmak.

2- O anda derhal günahları terk etmek.

3- İleride asla günaha dönmemeye niyet etmek.

4- Kullardan zulmettiklerine hakkını vermek.

5- Hasımlara haklarını eliyle vermekle onları memnun etmek… ve

6- Diliyle onlardan özür dilemekle tevbe tamam olur. [Bursevî, İsmail Hakkı, Tefsîru Rûhu’l-Beyan, cilt 1, Bakara suresi, 37’nci ayet tefsiri]

Hz. Ebû Bekr Sıddîk (r.a.) bir gün;

Yâ Rasûlellah, namazın âhirinde okumak üzere bana bir duâ ta'lîm eder(misiniz?).”dediğinde, Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) buyurmuşlardır ki:

“Şöyle duâ et: Yâ Rabb, muhakkak ki ben kendime çok zulmettim; çok günah işledim. Günahları ise ancak sen afv u mağfiret edersin. Hakkıyle gafûr ve rahîm ancak sensin. Beni kendi indinden bir fazl u keremle afv u mağfiret eyle ve bana lutf u ihsanınla merhamet kıl. Benim istihkakım olmayarak mahza fazl u kereminle Cehennem’den halâs edip Cennet ve Cemâline kavuştur.” [Buhârî, Sahih, Ezân, 149, Deavât, 16]

Hz. Ali (r.a.) de, bir bedevînin çabuk-çabuk ‘Estağfirullah ve etûbu ileyk (Allah’ım! Beni bağışlamanı dilerim ve sana tevbe ederim) dediğini duyunca, ‘Be adam! Çabuk-çabuk tevbe etmek yalancıların tevbesidir.’ Gerçek bir tevbede altı şartın bulunması gerekir, buyurmuş ve şunları saymışlardır:

1) Günaha pişmanlık,

2) Farzları kaza etmek,

3) Yediği hakları (hırsızlıktan elde ettiklerini) iade etmek,

4) Haklarını yedikleriyle helâlleşmek,

5) Bir daha dönmemeye karar vermek,

6) Nefsi, günahlarla büyüttüğü gibi Allah'a itâatta eritmek… Ona masiyetlerin (günahların) hazzını tattırdığı gibi ibadet ve tâatların zevkini de tattırmaktır.

Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

Ey insanlar! Hiç şüphe yok ki Allah Tayyip’tir (kusursuz/tertemizdir), tayyibten/temiz olandan başkasını kabul etmez. Allah (c.c.) peygamberlere (aleyhimüsselêm) emrettiği şeyleri mü’minlere de emretmiş ve şöyle buyurmuştur: “Ey peygamberler! Helâl ve hoş şeylerden yiyip için, makbul ve güzel ameller/işler işleyin! Zira Ben yaptığınız her şeyi bilmekteyim[Mü’minun suresi, 51], “Ey iman edenler! Size kısmet ettiğimiz (verdiğimiz) rızıkların temiz ve helâlinden yiyiniz! Eğer yalnız Allah’a ibadet ediyorsanız, O’na şükrediniz.” [Bakara suresi, 172] Sonra şunları söyledi: “Bir kimse (Hak yolunda) uzun sefere çıkar, saçları dağılmış, toza-toprağa bulanmış bir halde ellerini semâya doğru uzatarak: Yâ Rabbî, yâ Rabbî! diye duâ eder. Hâlbuki yediği haram, içtiği haram, giydiği haram, (hâsılı) kendisi haramla beslenmiş olursa, böyle bir kimsenin duası nasıl kabul edilir?” [Müslim, Sahih, Zekât, 19; Tirmizî, Sünen, Tefsir,3; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/328]

Silsile-i Sâdât-ı Nakşibendiyye’nin 12’nci halkasını teşkil eden Hâce Alî Râmitenî kuddise sırruh (V. 721/ 1328) hazretleri, hadis-i şerifle imandan olduğu bildirilen temizliğin iki kısma ayrıldığını beyan etmişlerdir:

“a- Zâhirî temizlik: Dış görünüşün temiz olmasıdır. Bu, bütün insanların dikkat edeceği hususlardandır. Giyecek, yiyecek, içeceklerin ve kullanılacak bütün eşyanın temizliğidir.

b- Bâtınî temizlik: Kalbin iyi huylarla dolu olmasıdır. Hased etmemek, başkaları hakkında kötülük düşünmemek, Allah düşmanlarını sevmemek, dostlarını sevmek gerekir. Kalb, Allah Teâlâ’nın nazargâhıdır. Bu sebeple kalbe dünya sevgisi, mideye de haram lokma koymamalıdır. Bir hadîs-i şerîfte, ‘Haram yiyenin duâsı kabul olmaz’ buyurulmuştur. Kalp temiz olmazsa ibâdetlerin lezzeti alınamaz, İlahî mârifete kavuşulamaz.”

Hâsılı; yiyecek-içecek-giyecek gibi bedenin bütün hücrelerine yayılan haram bir gıdanın, elbisenin olumsuz tesiri inkâr edilemez. Çünkü beden ile ruhun karşılıklı müessiriyeti (etkileşimi) ilmî tecrübelerle de isbatlanmış bir gerçektir. Nitekim bir hadiste şu hususa dikkat çekilmiştir:

Mü’min bir günah işlediği zaman, kalbinde (manevî pastan) siyah bir nokta oluşur. Kişi tevbe eder, günahtan uzaklaşıp istiğfar ederse, kalbi -tekrar- cilalanmış olur. Eğer böyle yapmayıp, günah işlemeye devam ederse, kalbindeki siyah lekeler de artmaya devam edecektir. ‘Hayır! Yaptıkları günahlar sebebiyle onların kalpleri oldukça paslanmıştır / artık cilalanma özelliğini kaybetmiştir[Mutaffifîn suresi, 14] ayetinin işaret ettiği paslanma budur.[İbn Mâce, Sünen, Zühd, 29]

Ve yine Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.); “İbâdet on kısımdır. Bunlardan dokuzu helâli talep etmektir (helâl kazanmaya çalışmaktır)” buyurmuşlardır ki, biri de diğer bütün ibadetlerdir. Haram yiyen, kendinde ibadet etme gücü, helâl yiyen de, günah işlemeye mecâl bulamaz.

Go to top