Selamün aleyküm hocam, site gerçekten çok faydalı. Kafama takılan birçok soruya cevap bulabildim mamafih sitede bulamadığım [iki şey] hakkında sorum olacaktı……… Miraç Fazlı – Facebook
*******
Ve aleyküm selam.
Sevgili kardeşim;
Mesajınızın muhteviyatı ‘özel’lik arzettiği, dolayısiyle aynen yayımlamanın faydalı olmayacağı, bilakis sıkıntılar tevlid edebileceği düşüncesiyle tam olarak yayınlamayıp tenkısata gittik. Öncelikle bunu hatırlatalım. Zaten siz neyi ve kimleri sorduğunuzu tabii ki biliyorsunuz. Cevapların hedefi de kişilerden ziyade, umumi manada yüce dinimizin bu hususlardaki usûl, âdap ve esaslarını anlatmaya çalışma gayretinden ibarettir. Rabbim (c.c.) cümlemizi ve bilcümle Ümmet-i Muhammed'i istikametten ayırmasın.
Sözünü ettiğiniz hususlara gelince; bunlar, öyle ulu orta konuşulup böyle formatlarda ele alınıp değerlendirmeye tabi tutulup paylaşılacak cinsten-türden meseleler değil. Ama illâ da merak edip meşgul oluyorsanız, bunları yakın çevrenizdeki ilim-irfan-fikir erbabı mutemet arkadaşlarınızla görüşüp konuşabilirsiniz. Tabii belli kıstaslar çerçevesinde… Ayrıca bunlara ilmî-tasavvufî esaslar dâhilinde, akıl-fikir-mantık perspektifinden baktığınızda, cevaplarını pekâlâ kendiniz de bulabilirsiniz. Kanaatimizce ona buna sorulacak bir muamma yok ortada… Her şey apaçık. Âdeta ‘hayatın içinden gerçekler’ modunda…
Ancak umumi bir değerlendirmede bulunabiliriz. Şöyle ki:
1- Söz konusu dergi ve müşârun ileyhle ilgilenmiyorum, buna gerek de duymuyorum. Bu gibi lüzumsuzluklara ayıracak-harcayacak vaktim de yok. Binaenaleyh bununla ilgili benim bildiklerim de, sizin söylediklerinizle sınırlı sayılır. Nedir ne değildir, kimin nesidir gibi bir tecessüsüm de yok ayrıca... Çünkü yaptıkları ortada... Haliyle semeresinden yola çıkarak belli bir kanaat sahibi olmak mümkün.
Mevlâ-yi Zû’l-Celâl ve’l-Kemâl hazretleri Kur’an-ı Kerim’de, “İnnâ külle şey’in halaknâhu bi kader” [Kamer suresi, 49]; yani, “Haberiniz olsun ki, biz her şey'i bir kaderle (bir ölçüye göre) yarattık” buyuruyor. Bu husus sünnetullah’ta / Allah Teala’nın kanunlarında böyle olduğu gibi, hayatın her safhasında biz kulları için de böyle olması gerekir. Allah yolunda mücahede-mücadele-hizmet ediyoruz diye ölçüsüz davranamayız. Daima ifrat ve tefritten sakınmalı, itidâl yolunu takip etmeliyiz. Meşrû olan işlerde-hizmetlerde kullanılan, takip edilen yolların da meşrû, mâkul ve de ölçülü olması gerekir. Haddi aşan, ölçü tanımayan bir insanın yaptıklarında muvaffak olması, olumlu neticeler devşirmesi mümkün değildir. Tabii ki buna dinimiz de, din büyükleri de, bu dinin müntesipleri de müsamaha ile bakmaz; sizin tabirinizle ‘icazet vermez’. Tasavvufta da sâlikin seyr u sülûk yolunda mesafe alabilmesinin en önemli şartlarından biri; onun, dağınıklıktan kurtulması, câmiiyyet üzere olması, yani derli-toplu-ölçülü bulunmasıdır.
Evet, söylediğin-yazdığın şeyler içerisinde hakikat kırıntıları da bulunabilir. Ama bunları yanlışlar harmanı, hatalar zinciri içerisinde, kusurlu usûllerle sunmanın kime ne faydası olur? Bilakis her zaman zararları melhuzdur…
Ayrıca söylediğin-yazdığın şeylerin tamamı hakikat bile olsa, zaman ve zemin yanlışsa, bununla gene arzu edilen hayırlı ve müsbet sonuçlar, manevi kâr elde edilemez. Hani meşhur sözdür: ‘Söylediğin her şey hakikat olabilir, ama her hakikat her yerde söylenmez’. Bir başka ifadeyle; her söylediğin hak olsun, fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yoktur. Her konuştuğun-yazdığın doğru olmalı; fakat her doğruyu her yerde ifade etmek doğru değildir. Atalarımız ne demiş: “Saman pazarında cevahir satılmaz.” Bunu unutmayıp kulağımıza küpe, dilimize pelesenk, kalbimize nakş, faaliyetlerimizde düstur edinmemiz lâzım.
***
2- Sorduğunuz öbür mûmâileyhle (tarihi kişilikle) alakalı söylenenleri ise, kendi hayatında ve kendi eserlerinde bulmak mümkün. Ayrıca bunları bilmeyen de yok artık günümüzde… Fakat bu hataları tenkid edeyim derken, ilmi ölçüler aşılıp tahkir yolu seçilmemeli… Kısacası haddi aşmamalı. Malumunuz renkler siyah-beyazdan ibaret değildir, aradaki gri tonları da görmezden gelmemeli. Kişinin doğrusuna doğru, eğerisine de eğri deme üslûbunu bir yana bırakmamalıyız. Bundan da tabii ki kimsenin alınması, gücenmesi iktiza etmez. Çünkü neticede tenkide tabi olan kişi, Allah Rasûlünün (s.a.v.) zâhir ve bâtınına vâris olan veya böyle olduğunu iddia eden bir kimse de değil. Dolayısiyle böyle bir kişinin Halife-i Müslimîn’e itaatsizliği (isyanı) pek de yadırganacak cinsten sayılmaz. Bazılarının dediği gibi, “daha sonradan da hak yolu bulduğu” söylentisi ise, filasıl hatasına keffâret olmaz, yanlışını örtmeye yetmez. Çünkü İslâm’da usûl; hata hangi yolla işlenmişse, o hatadan dönüş de ancak o yolla mümkündür. Mesela kalemle olan kalemle, kelâmla olan kelâmla telâfi edilir. Peki, mûmâileyhin kalemle işlediği bu hatasından döndüğüne, Halife’den itizâr ettiğine (özür dilediğine) dair bir yazısı, risalesi, kitabı var mı? Bildiğimiz kadarıyla yok. Hatta olduğunu söyleyebilen de yok.
Ancak bunları dile getirmenin, hele-hele öyle bir üslupla ya da daha doğru ifadesiyle 'üslupsuzluk'la ulu orta yazıp çizmenin bir manası ya da bir faydası var mı?
İşte mesele burada…
Velhâsıl, “Usûlü terk eden vusûl’den mahrum kalır”.
Maamafih bu son sorunun cevabını da yukardaki ilk maddeyi göz önüne alarak rahatlıkla bulabiliriz.
Öyle değil mi değerli kardeşim?
Vesselâm…