Selamün aleyküm hocam,

Fatih Sultan Mehmed Han hazretlerine ait oldugu söylenen kardes katline dair vasiyetnamesi dogru mudur? Kardes katline dair malumat verirmisiniz?

Cariye meselesi: cariye ile  cinsi münasebet

Ser'i acidan  kardes katli ve cariye meselesini aciklarsaniz mütesekkir olurum.

 selam ve hürmet

 Kemal

*******

Ve aleyküm selam kıymetli kardeşim;

Hemen herkesçe bilindiği üzere Osmanlı tarihinden bahsedildiğinde, gerek popüler tarihçilerin, gerek yazar-çizer takımının, gerekse konuşmacıların; en çok kardeş katli, saltanatın verasetle intikali ve bir de cariye meselesinin izahında zorlandığı görülüyor.

Ve yine Osmanlı’dan söz edildiğinde; hemen, padişahların herbirinin hanımlarının, cariyelerinin ve çocuklarının isimleri zikredilr. Ayrıca, Hz. Fâtih anlatılırken Kanunnâmesi’nde yer alan kardeş katli ve Yavuz Selim Han anlatılırken ona isnad edilen Alevi ve Kürt Katliamı iddiası gibi, o dönemin tartışmalı mevzuları da ele alınır.

Osmanlı Devleti'ni teşkil eden fertler gibi idareciler de, bahusus sultanlar dahi elbette ki ma'sûm ve günahsız değillerdir. İçlerinde I. Murad, II. Murad, Fâtih, Yavuz ve II. Abdülhamid Han (kaddesallahu esrarahum ecmaîn) gibi ‘velî’ şahsiyetler bulunduğu gibi, bazı günahları irtikâb edebilecek fıtratta olanların bulunması da muhtemeldir.

Güzide ecdadımız Osmanlı'nın, nazarî plânda İslâm'ın bütün düsturlarını kabul ve tatbike gayret ettiği, inkârı kabil olmayacak derecede açık bir gerçektir. Lakin tatbikatta, hemen her toplumda olduğu gibi, onlarda da bu esaslara muhalefet edenlerin bulunduğu/bulunabileceği bir vâkı'adır. Her ikisini de inkâr etmek mümkün değildir. Hemen her idarenin/devletin olduğu gibi, Osmanlı Devleti'nin de hem çok büyük iyilikleri vardır, hem de bir kısım hataları-kusurları olmuştur mutlaka...

Ancak 600 küsur sene boyunca hasenâtı seyyiâtına ağır bastığı içindir ki, kader-i İlâhi bu uzun süre zarfında İslâm'ın bayraktarlığı ünvanını Osmanlılara ihsan etmiştir. Seyyiâtı hasenâtına ağır basınca da, bu şerefli ünvan yine kaderin hükmüyle ellerinden alınmış, ya da alınır gibi olmuştur. Osmanlılar, İslâmın hiçbir açık hükmüne itiraz etmedikleri gibi, içtihadî meselelerde dahi şer'î hükümlere ri'âyet etmek için elden gelen gayreti göstermişlerdir. Sayıları milyonları bulan arşiv belgeleri bunu isbat etmektedir. Fakat, Osmanlı Tarihi –maalesef- hakkıyla bilinmemektedir. Bu alanda ciddi araştırmalara dayanan güvenilir eserler yazılamamıştır. Batılıların yazdıkları ise, çoğunlukla mübalağa, çarpıtma, yalan ve iftiralarla doludur.

***

Osmanlı Devleti'nde kardeş katli, bazı tarihçiler tarafından ‘vahşet ve saltanat uğruna insan katliamı’ olarak anlatılmaktadır. Söylendiği ve bilindiği üzere Osamnalılar’da kardeş katli meselesinin dayanağı ‘Fatih Kanunnâmesi’dir.

Kanunnâme’nin ihtilâfa yol açan ve farklı fikirlerin doğmasına sebep olan asıl maddesi, malum olduğu üzere kardeş katli meselesi ile alâkalı şu maddedir:

‘Ve her kimesneye evlâdımdan saltanat müyesser ola, karındaşların nizâm-ı âlem için katletmek münâsibdir. Ekseri ulemâ dahi tecviz etmiştir. Anınla âmil olalar.’

Hanefi ve Hanbelî fakihlerinin-hukukçularının (rahımehumullah) çoğunluğu, maslahat-ı âmme ve nizâm-ı âlem gerektirdiği takdirde, ta'zîr yoluyla idam cezasının verilebileceğini kabul etmişlerdir. Buna, ‘siyâseten katl’ denmektedir. Meselâ, fiilen isyan etmese bile isyana hazırlandığı her halinden belli olan bir insanın, âmme maslahatı ve âlemin nizâmı düşünülerek, ta'zîr yoluyla idam edilebileceğini, Hanefi fakihlerinin ekserisi –biraz önce de işaret ettiğimiz gibi- kabul etmektedir.

İşte Fâtih Sultân Mehmed'in (k.s.), ‘ekseri ulema tecviz etmişlerdir’ diyerek ifade ettiği durum budur.

Diğer taraftan, Osmanlı fıkıh ve hukuk âlimleri, padişahın meşru emirlerine yapılan her çeşit itaatsizliği, umumi huzuru ve nizâm-ı âlemi ihlal edecek olan her türlü isyanı ve memlekette anarşi çıkarma hareketlerini, ‘bağy’ suçu kabul etmiş ve buna sebep olanları da ‘bâği’ olarak vasıflandırmışlardır. Bu isyan suçunun cezasının da, idam cezası olduğunu fetvalarında belirtmişlerdir.

İsyan eden, Padişahın kardeşi de olsa, şer'î hüküm değişmeyecektir. Meselâ Yavuz Sultân Selim'in (rh.), birisi Şîîlerle ve bir diğeri de eşkıya ile ittifak ederek devlete isyan eden ve ‘bağy’ suçu işleyen kardeşlerine karşı olan tutumu, tamamen şer'îdir.

Ayrıca Padişahların, ister kardeşlerini isterse de sadrazamlarını katletmede, keyfe mâ-yeşâ’ hareket edemediklerini… Osmanlı Devleti'nde mahkemeden i'lâm ve Şeyhülislâmdan fetva alınmadan idam cezasının uygulanmadığını… Osmanlı tarihindeki kardeş katilleri ve idamların yarıya yakınının, bir had cezası olan ‘bağy’ suçuna sokulduğunu verilen fetvalardan anlıyoruz.

Ne var ki, nazariyat bu olmakla beraber bazen ‘bağy’ denilen had suçunun şartları teşekkül etmediği halde, araya giren jurnalcilerin tahriki ve yalancı şahitlerin beyanıyla, Şeyhülislâmlardan bağy suçu imiş gibi fetva alındığı da görülmüştür. Bu da ayrı bir bahis…

Kısacası bu hamur daha çook su götürür. Ama istersiniz biz burada keserek, değerli fikir adamlarımızdan ve eski Sabah gazetesi yazar Ahmet Selim bey’in bu husustaki önemli bir makalesiyle meseleyi noktalayalım.

“Bakış açısı yanlış

“Vukufu olanlar bilirler ki, tarihteki bazı hususlar ve meseleler, insanlarımızın kolay anlayıp kabullenebileceği şeyler değildir. Bunların en bilinenleri kardeş katli ve harem-cariye gibi bahislerdir.

“Oturup da şehzade Mustafa'nın katlini ayrıntılarıyla canlandırmaya kalkarsan herkeste bir memnuniyetsizlik ve burukluk oluşur. Bunun düşünülemeyecek bir tarafı yok. Bilmek başka, canlandırılmış haliyle görmek başkadır. Çok etkiler, tepki alır.

“Her devrin kendine göre özellikleri var. Bu özelliklerden bazıları, bugünün insanı tarafından yadırganır. Bütün dünya tarihinde öyledir. Tarih böyle bir şeydir, zordur. Kronolojik özetler okumak, genel kesitleri incelemek sıkıcıdır ama zor değildir. Ayrıntılara indiğiniz zaman işler değişir. Aradan asırlar geçmiş. Kurumlar, anlayışlar, davranışlar çok farklı. Sonra bazı bilgilerden de yüzde yüz emin olamayız. Bazı kaynaklarda bazı bilgiler var; fakat öyle bilgiler ki bunlar, açık belgelere dayanmaz. Öyle duyulmuş, öyle bilinmiş, öyle geçmiş bazı kaynaklara. Bunlar şimdi uydurulmuş değil, çok eskilerde uydurulmuş olması ihtimali de yok değil.

“Ben tarihe öyle bakmam. Toplum nasıl yaşamış, yaşatılmış; benim için önemli olan odur. Osmanlı 5 asır Rumeli'ye hâkim olmuş. Nasıl yaşatmış Rumeli'yi? Toplumdan bir kesit al, incele. Bence önemli olan budur. Ne Balkanlar ne Ortadoğu, Osmanlı hâkimiyetinde yaşadığı hayatı başka zamanlarda yaşayamamıştır. Üsküp'teki hayatı Yahya Kemal'den dinleyin mest olursunuz. Sosyal hayatın renklerini yansıtan bütün bilgiler genellikle o istikamettedir. Kimse Osmanlı'nın toprak düzenini, sosyal yapısını okumaz. İnsanlar kahramanlara ve kahramanlıklara bakar. Onların etrafında örülen güzelliklere ilgi duyar. Bu böyle gelmiş, böyle gider. Bana göre ise doğru olan; saraya ve merkezi odağın özelliklerine değil; genele, topluma, ülkeye bakmaktır. Bundan dolayı da özel şeylerden fazla etkilenmem; böyle bir bağışıklık geliştirdim zaman içinde ve çok faydasını gördüm.

“Biliyorum ki biz tarih dizisi falan yapamayız. Çünkü her şeyden önce, bakış açısının, perspektifin kurgusunu beceremeyiz. Münakaşalardan sonra o dizinin birinci bölümüne şöyle bir baktım. İlk motifler; harem, kelle uçurmak, entrika. Buradan girmiş. Böyle girersen işin içinden çıkman zor olur tabii. Fonunu böyle oluşturdun; şimdi üzerine ne koyarsan koy, ilk etkilerin gölgesinde kalır. Bu bir biyografi değil ki. "Muhteşem" bir tarih kesitini vereceksin. O böyle verilmez. Özeli fon yapınca, onun gölgesinde kalır her şey. Kazanılan bir zaferi işleyip vermeye zaten teknik imkânların yetmez. Ama özeli, kare kare nokta nokta yüreklere işletmişsin; işte o kalır! Peki nerede "muhteşem" yüzyıl?

“Ana kameranın konulduğu yer yanlış.

“Ana kamera, seyirciyi oturttuğun ana bakış açısıdır. O açı da, Topkapı Sarayı'nın haremini gösteriyor. Şurayı burayı fethetmesi teferruat; seyirci, saraya dönüşü bekleyecek ilgi duymak için. "Hürrem ne dedi, ne gibi entrikalar çevirecek, ne olacak?" Böyle düşünülerek seyredilecek. Çünkü elimizdeki tek orijinal ve kolay malzeme Topkapı Sarayı! Yabancılar Napolyon'un Rusya seferini nasıl vermişlerdi? Biz yapamayız ki o işleri. Bizimkilerin yapacağı, saraydaki insan hikâyelerini zayıf rivayetlere ve hayal gücüne göre anlatmak. Tabii o zaman da tepki alır. Bunlar düşünülmeliydi.

“... Sadece Osmanlı için söylemiyorum. Toplum bazı kişilikleri iyi yönde idealize eder. Bunun ekseriya bir zararı yoktur ve bu tavrın karşısında özenli olmak gerekir. Ben bilirim, o bilmese de olur ve zaten öyle bir bilgiyi taşıyamaz. O bilgi olmadan da doğruları anlatmak mümkün, onu niçin sarsarak zayıf ilgilerinden de yoksun bırakayım? Çok önemli bir meseledir bu. Bir fikrî olgunluk meselesidir. Bu meseleyi halledememiş olanın çok şey bilmesi de bir işe yaramaz. "Bilgide bilgeliği kaybeden" çok bilmese daha iyi olur.” [Zaman gazetesi, 13 Ocak 2011 Perşembe]

***

Cariye meselesi…

Fâtih döneminden itibaren Osmanlı Padişahları hür kadınlarla evlenmeyi neden terk etmiş ve Cariyelerle aile hayatı yaşamayı neden tercih etmişlerdir? Böylece Türk olmayan unsurlar Osmanlı Sarayına girme fırsatı elde ederek Türkler dışlanmamış mıdır?

Dilerseniz meseleye bu soruların cevabıyla başlayalım.

Fâtih Sultân Mehmed'den (k.s.) sonra, nasıl devlet ve kapıkulu kadroları, devşirme erkeklere bırakılmışsa, Harem'deki kadınlar saltanatı da devşirmelere ve dışarıdan satın alınan değişik milletlere mensup cariyelere terk edilmiştir. Fâtih devrinden Osmanlı Devletinin yıkılışına kadar, kahir ekseriyetle Osmanlı Padişahları, nikâh akdiyle ve hür kadınlarla evlenmeyi terk etmişlerdir; bunun yerini cariyelerle nikâh akdi yapmadan karı-koca hayatı yaşama usulü almıştır.

Bunun sebeplerinden bazıları şunlardır:

1. Bugün Türkiye'de ve başka dünya devletlerinde, devletin başını en çok ağrıtan hadise devleti yönetenlerin ailesi ve hanedan söylentileridir. Dünyada bazı başbakanların eşlerinin adları, Mafya liderlerinin isimleriyle birlikte telaffuz edilmektedir. Böyle olmasa bile, yakınlarının işe karıştığı ve devlet pastasından pay talep ettikleri, bir vakıadır. Osmanlı Padişahları, devleti, kayınbiraderlerden, yeğenlerden, dayılardan ve amcalardan korumak için böyle bir riske girmemeyi tercih etmiştir.

2. Osmanlı Devleti'nin sınırları bir zamanlar 24 milyon km kareyi bulmuştur. Böylesine geniş bir ülkeyi idare etmek devlet sırlarının dışarıya sızmamasını gerektirmektedir. Bunun için de Padişah'ın ailesinin taşra ile alakasının olmaması lazımdır. Bunun da yolu aile hayatını Harem'den başka varacağı yer olmayan cariyelerle devam ettirmektir.

3. Birden fazla evli olan Osmanlı Padişahlarının nikâh ve düğün yapmamalarında, devletin bütçesini sarsacak düğün ve nikâh masraflarından ve yapılacak israflardan kaçınma düşüncesi de tesirli olmuştur. Bunun en acı misâli, I. İbrahim'in Telli Haseki ile yaptığı evliliktir ve maalesef devlet para darlığı içinde olmasına rağmen, düğün için en az bir sefer masrafı kadar masraf yapılmıştır. Lale devrinde yapılan düğünlerin çoğu bu denilenleri teyit edecek mahiyettedir.

4. Bu arada, çevrede beylik ve fethedilecek memleketin kalmaması, yakın devlet olarak İran gibi Osmanlıların sevmediği sülalelerin bulunması da, eski bey ve kral kızları ile evlenme âdetini ortadan kaldıran sebepler arasında sayılabilir.

***

Bildiğiniz gibi İslâm Hukukuna göre, cariyelerle nikâh akdi ile evlenmek caiz ise de, nikâh akdi yapmadan istifrâş hakkını kullanarak yine karı-koca hayatı yaşamak mümkündür. Padişah, başka bir erkekle evli olmayan bir cariyesi ile herhangi bir nikâh akdi olmadan karı-koca hayatı yaşayabilir. Efendi'nin istifraş hakkına dayanarak cariyesi ile karı-koca hayatı yaşamasına teserrî de denmektedir. Osmanlı Padişahları bir kısım cariyeleri ile nikâh akdi yapmasına karşılık, istifraş hakkı bulunan bir kısım cariyeleri ile de teserrî yani nikâh olmadan karı-koca hayatı yaşamıştır. [Daha geniş bilgi için bkz. Ahmet Akgündüz-Said Öztürk, Bilinmeyen Osmanlı, Osmanlı Araştırmaları Vakfı]

Go to top