İslâm tarihinin muhtelif devirlerinde çeşitli sapmalar yaşandı. Bazı gruplar / zümreler / mezhepler, İslâm’ın özünden / esasından uzaklaşarak bir takım yanlış itikatlara sahip oldular, yanlış yollara yöneldiler. Bu cümleden olarak Râfızîler ve Hâricîler’den Bâtınîler’e, Cebriye’den Mu’tezile’ye kadar pek çok değişik fırka, Allah Rasûlü’nün (s.a.v.) yolundan / sünnetinden uzaklaştıtılar…
Son dönemlerde bu sapmalara bir yenisi daha eklenmiş bulunuyor. Bir takım şahıslar, Rasûlullah’ın (s.a.v.) sünnetini reddediyor... “Kur’an’ı okuruz, Rasûlullah’tan gelen bir açıklamaya muhtaç olmadan onu kendi başımıza anlarız” diyorlar. “Yalnızca Kur’an” diyerek, Kur’an-ı Kerim'in hayata geçirilmesi ve uygulanması anlamına gelen Sünnet-i Seniyyeye yüz çeviriyorlar!
Halbuki “yalnızca Kur’an” sloganı ile ortaya çıkan bu sapık “Sünnet’i terketme” akımı, bizzat Kur’an’ın hükümlerini gözardı etmektedir. Çünkü Sünnet, Kur’an’ın bir tefsiridir, açıklamasıdır… Ve daha da önemlisi Cenab-ı Hak; ümmeti yalnızca Allah’a (Kur’an’a) itaatle yükümlü kılmamış, onunla birlikte Rasûl’e de itaati emretmiştir.
Bu sebeple İslâm, ancak sünnetle birlikte gerçek İslâm olur. Kur’an ümmet tarafından, ancak Sünnet’in yardımıyla anlaşılıp uygulanabilir. Sünnet ise, bizlere değerli Ehl-i Sünnet âlimlerince en güzel biçimde aktarılmış ve açıklanmıştır.
Ehl-i Sünnet âlimleri “Sünneti terketmiş İslâm” tehlikesine karşı, Ehl-i Sünnet itikadının temellerini genç nesle aktaran ve bu itikadın önemini vurgulayan pek çok eserler yazmışlardır.
Fitnenin her yanı sardığı bu asırda, yegâne kurtuluş kapısı; 1400 küsür yıldır açık duran ve kıyamet sabahına kadar da kapanmayacak olan muhteşem Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat köşkünün kapısıdır. Bütün mesele, o kapıdan girip oranın mukimleri olan mümtaz topluluğun arasında yerini alıp sabit kalabilmektir.
Dilerseniz sözü fazla uzatmadan, biz aradan çekilelim, mevzuyu en selahiyetli kelam ve kalem erbabına bırakalım.
***
İslâmiyet’ten kıl kadar ayrılmamak
Nakşî yolu silsilesinin 23’üncü halkası, hicrî ikinci bin yılın müceddidi İmam-ı Rabbani Ahmed Farukî es-Serhendî (k.s.) hazretleri, müntesiplerinden Seyyid Mahmud’a (rh.) yazdıkları mektuplarında, “Allah (c.c.) bizleri Peygamberimizin (s.a.v.) şeriatı üzere istikamet ve Yüce Zâtına tamamen yönelmekle rızıklandırsın….” diye duadan sonra, şu önemli nasihatlerde bulunuyor:
“Aziz kardeşim, bilmelisin ki; ebedî kurtuluşa erişmek için üç şeyin tedâriki insan için elbette ki lâzımdır, kaçınılmazdır. Bu üç şey; ilim, amel ve ihlâstır.
İlim iki kısımdır:
Bir kısım vardır ki, bundan maksat ameldir. Bu ilmin açıklamasını fıkıh ilmi üstlenmiştir.
Diğer bir kısım vardır ki, bundan maksat da sadece kalbî yakin (kesin kanaat) ve inançtır. Bu kısım Fırka-yi Nâciye’yi temsil eden Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat âlimlerinin görüşleri doğrultusunda kelâm ilminde bütün tafsilatıyla açıklanmaktadır. Ehl-i Sünnet büyüklerinin yoluna uymadıkça kimsenin kurtuluş beklemeye dahi hakkı yoktur. Eğer kıl kadar bunlara aykırılık söz konusu olursa iş tehlikede demektir. Bu tesbit, güvenilir keşif ve açık ilham açısından da kesinlik kazanmıştır. Bunun aksi olma ihtimâli yoktur. Ehl-i Sünnet büyüklerinin yoluna tâbi olmaya ve onları taklid etmeye muvaffak olana ne mutlu! Bunlara aykırı olanlara da yazıklar olsun! Onların yolundan ayrılan ve ana esaslarını reddederek bunların cemaatından ayrılan kimse, hem kendi sapmıştır hem de başkalarını saptırmıştır.
Ehl-i Sünnete muhalif olan bu kimseler, Allah’ın ahirette görülebileceğini ve şefâati inkâr etmişlerdir. Rasûlullah (s.a.v.) ile beraber olmanın ne kadar fazilet ifade ettiğini ve ve sahabenin üstünlüğünü görememiş, Peygamberimizin ailesine ve Fatıma validemizin evlatlarına muhabbetten mahrum kalarak Ehl-i Sünnet’in nail olduğu bir çok hayırdan mahrum kalmışlardır. Sahabe kendi arasında ittifak etmiştir ki, aralarında en üstün olan Ebu Bekir’dir. (Radıyallahu anhum ecmaîn)
Sahabenin hallerini en iyi bilen biri olarak İmam Şâfiî (rh.) der ki; ‘İnsanlar Rasûlullah’tan (s.a.v.) sonra zora düştü ve gök kubbenin altında Ebu Bekir’den (r.a.) daha hayırlı birisini bulamadılar. Onu başlarına halife seçtiler.’ İmam Şâfiî’nin bu sözü açıkça işaret etmektedir ki, sahabe Ebu Bekir’in (r.a.) en üstün olduğu hususunda ittifak etmiştir. Bu da onun sahabenin en üstünü olduğu hususunda icma’ olduğunu gösterir. Dolayısiyle Ebu Bekir’in (r.a.) en üstün olduğu hükmü kesin olup inkârı mümkün değildir.
Rasûlullah’ın Ehl-i Beyt’i de Hz. Nûh’un gemisi gibidir. Ona binen kurtulur, geri kalan ise helak olur. Bazı ârifler der ki; Rasûlullah (s.a.v.) ashabını yıldızlara benzetmiştir. [Deylemî, el-Firdevs, Hadis no: 6497] “Yıldızlarla onlar yollarını bulurlar.” [Nahl suresi, 16] Kendi ailesini de Nûh’un gemisine benzetmiştir. Bu da gösteriyor ku, Nûh’un gemisine binenin mutlaka helakten emin olmak için yıldızları takip etmesi gerekir. Yıldızları gözetmedikçe kurtuluş imkânsızdır.
Şu da bilinmelidir ki; onların birini(nin kadr u kıymetini/menevi değerini kabul etmeyip) inkâr etmek, hepsini inkâr etmek gibidir. Zira onlar Rasûlullah (s.a.v.) ile beraber olma nimetinde ortaktırlar. Nebî (s.a.v.) ile beraber olma fazileti ise, bütün fazilet ve kemâlatın üstündedir. Bu sebeple Tâbîn’in en hayırlısı olan Üveys el-Karanî, Peygamberimizle beraber olanların en aşağı derecesinde olan kimsenin bile seviyesine erişememiştir. Ne olursa olsun, Peygamberle birlikte olma şerefine denk hiçbir şey yoktur. Nitekim onların imanı, Efendimiz Aleyhissalâtu vesselâmla beraberlikleri ve vahyin inişine şahit olmaları vesilesiyle (gaybî değil) şuhûdîdir. (Yani bizzat görerek, müşâhede ederek bilmek ve inanmaktır.) Sahabeden sonra imanın bu derecesi hiç kimseye nasip olmamıştır. Ameller ise imanın dalları mesabesindedir. Bu bakımdan amllerin kemâli (olgunluğu) imanın olgunluğuna bağlıdır.
Sahabe arasında cereyan eden bazı görüş ayrılıkları ve siyasî münakaşalar / tartışmalar, üstün şahsiyetlerine yaraşan iyi gerekçelere dayandırılmalıdır. Bu tartışmalar nefsanî arzular ve cahillik sebebiyle olmamıştır. Bilakis bu gibi olaylar, dinî içtihat ve ilimden neş’et etmiştir. Onların bir kısmı içtihadında hata etmiş olsa bile, içtihatta hata edene de Allah katında mükafat vardır. İşte Ehl-i Sünnet’in seçtiği ifrat ve tefrit arasında bulunan orta yol budur. Ayrıca en güvenli ve en sağlam yol da budur. [İfrat; bir şeyi isbat (olumlama) hususunda gösterilen aşırılık. Mesela Şîa’nın Hz. Ali (r.a.) ile ilgili tavrı bu kabildendir. Tefriz ise bunun tam aksine, bir şeyi red (olumsuzlama) hususunda gösterilen aşırılıktır. Şîa’nın Hz. Muâviye (r.a.) ile alakalı tavrı da buna iyi bir örnek teşkil eder.]
Hasılı; ilim ve amel şeriatten alınır. İlim ve amele nisbetle ruh mesabesinde olan ihlâsın tedariki ise, sûfîlerin yollarına girmeye bağlıdır. Sâlik, seyr-i ilallah mesafelerini kat’etmedikçe ve seyr-i fillah mertebesine varmadıkça ihlâsın hakikatından uzak, bu işin ehli olanların sahip olduğu ihlâsın kemâlatından (olgunluğundan) da mahrumdur.
Şurası muhakkak ki; umumiyetle bütün mü’minler, gayret göstermeleri durumunda kısmen de olsa bazı amellerde ihlâs gösterebilirler. Fakat burada söz konusu ettiğimiz ihlâs, bütün fiil, söz, hareket ve tavırlarımızda zorlamadan, çalışıp çabalamadan, uğraşmadan kendiliğinden gerçekleşen ihlâstır. Bu ihlâs, afakî ve enfüsî ilahların yok edilmesine bağlıdır. Bu da fena, beka ve velayet-i hâssa makamlarına vardıktan sonra ele geçer. Ayrıca çalışıp çabaladıktan sonra zorla ele geçen ihlâs, sürekli değildir. Hakku’l-yakîn makamı olan ihlâsın sürekli olması için, bunun hiç zorlanmadan kendiliğinden ele geçmesi gerekir.
Allah’ın velî kulları ne yaparlarsa kendilerini tatmin için değil, bunu sadece Allah için yaparlar. Zira onların nefisleri Hakk’a kurban olmuştur. Bu sebeple ihlâs sağlamak için onların niyetlerini düzeltmeye ihtiyaçları yoktur. Nitekim fena fillah ve beka billah olmakla onlar daha baştan niyetlerini düzeltmişlerdir. Mesela bir kimse nefsi elinde esir olsa, her ne yaparsa onu nefsi için yapar. Niyeti böyle olsa da olmasa da durum değişmez. Nefsiyle olan bu alakası kesilip onun boyunduğundan kurtulup Hak Teala ile alaka kurmaya başladığında, artık yaptığı her işi Allah için yapacaktır. Böyle niyet etse de etmese de durum değişmez. Zira niyete ancak ihtimal söz konusu olduğunda ihtiyaç duyulur. Ama maksat kesin olarak belirginleştiğinde, niyet ile maksadı ayrıca tayine/belirlemeye hacet yoktur. “Bu Allah’ın bir lûtfudur; onu dilediğine verir. Allah, çok büyük lûtuf sahibidir.” [Cuma suresi, 4] Daimî ihlâs sahibi kimse, muhlâs (Allah tarafından ihâsa erdirilen) kullardandır. İhlâsı devamlı olmayan ve ihlâsı temin etmek için sürekli çaba harcamak zorunda kalan kimse, muhlislerdendir. Aralarında ne kadaaar fark vardır! [İmam-ı Rabbanî (k,s,), el-Mektubat, 1, 59]
***
Kurtuluş yolu Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat yoludur
“Sözün özü;
Kurtuluş yolu, söz ve davranış, aslî ve fer’î mes’eleler itibariyle Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’e -Allah sübhânehu sayılarını arttırsın- tâbi olmaktan ibarettir. Zira onlar, kurtuluşa eren fırkayı teşkil etmektedirler. Bugün bunu insanlar bilsin veya bilmesin, bir şey değişmez. Fakat yarın bunu herkes bilecek, amu bu bilginin kimseye faydası olmayacaktır.
Allah’ım! Ölüm bizi uyandırmadan sen bizi uyandır.” [İmam-ı Rabbanî (k,s,), a.g.e., 1, 69]
***
Nimete kavuşanın nimeti verene şükretmesi gerekir
“Aklen ve şer’an/dinen sabittir ki, nimete eren kişinin o nimeti kendisine verene şükretmesi vaciptir, ona karşı teşekkür borçludur. Şükrün vücubunun/gerekliliğinin nimetin büyüklüğü nisbetinde olacağı malumdur. Nimet ne kadar çok (ne kadar büyük) olursa, şükür de o nisbette vacip olur….
Nimetleri ihsan eden Allah Teala ve Tekaddes hazretlerine şükretmek, ancak şu esaslarla olur:
1. Fırka-i Nâciye (kurtulan fırka/zümre/taife/topluluk) olan Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in görüşlerinin gerektirdiği şekilde akîdeyi (inancı) düzeltmek…
2. Şer’i ve amelî hükümleri Fırka-i Nâciye müçtehitlerinin açıklamaları istikametinde yerine getirmek…
3. Sözü edilen Sünnî Fırka-i Nâciye’den olan büyük sûfîlerin seyr u sülûkuna uygun olarak nefsi tezkiye ve tasfiye etmek... [Seyr u sülûk: Hakk’a ermek için bir mürşid-i kâmilin rehberliğinde ve kontrolünde çıkılan ruhî-manevi yolculuk demektir. Bu yolun yolcusu olan derviş de, sâir, sâlik, ehl-i sülûk ve müsâfir gibi isimlerle anılır tasavvuf lisanında. ‘Tezkiye’, daha çok nefis hakkında kullanılır. ‘Nefsi tezkiye etmek’; onu temizleyip arındırmak demektir. ‘Tasfiye’ de saflaştırma, arındırma, pâk ve temiz hale getirme manasında kalpe birlikte kullanılır: ‘Kalbi tasfiye ekmek’ gibi.]
Bu son esasın gerekliği, diğerlerinin aksine, istihsanîdir; (yani yapılması/uyulması vacip değil, güzel bulunmuştur). Çünkü İslâm’ın aslı ilk iki esasa bağlıdır. Son esasla olan irtibatı/bağı, İslâmiyetin tamamlığı/kemâli ile ilgili olup dinin esasına taalluk etmemektedir. Kesif/yoğun mücahede ve ağır riyazetler türünden de olsa, bu üç asla muhalif olan ameller masiyet, isyan ve azgınlık olarak kabul edilir. Ve nimet ihsan eden Yüce Sultan’a (Allah Teala’ya) isyan etmekten öte bir mana taşımaz. Tam bir mücahede ve riyazet halinde olup bir dakikasını bile boş geçirmedikleri halde Hind Brahmanları ve Yunan filozoflarının çalışmaları, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) şeriatleri doğrultusunda olmadığı için, boşa giden ve kendilerini ahirette verilecek olan ecirden mahrum bırakan, bir katkı sağlamayan kısır çabalar olmuştur.
O halde yapılması gereken; Seyyidimiz / Efendimiz, günahlarımızın şefâatçısı, kalplerimizin tabibi Rasûlullah Muhammed’e (s.a.v.) ve hidayet yolunun önderleri olan Hulefâi- Râşidîn’e (r.anhum) tâbi olmaktır.” [İmam-ı Rabbanî (k,s,), a.g.e., 1, 71]
***
Dünya ve ahiret saadetinin temini Ehl-i Sünnet’e uymaya bağlıdır
“Bilmek gerekir ki; dünya ve ahiret saadetinin temini, Peygamberlerin Efendisine (s.a.v.) Ehl-i Sünnet âlimlerinin açkıladığı şekilde tâbi olmaya bağlıdır. Allah (c.c.) o âlimlerin bu yoldaki gayret ve çabalarını makbul buyursun. Bu da öncelikle bu büyük insanların görüşleri istikametinde akîdeyi/inancı düzeltmek; helâl-haram, farz-vacip, sünnet-mendup-mubah ve şüpheli olanın ilmini öğrenmek ve mutlaka bu öğrenilen ile amel etmekle mümkündür.
Bu itikadî ve amelî iki kanada sahip olduktan sonra şayet ebedî saadet için, İlahî inâyet takdir olunmuş ise ulvî âleme doğru yükseliş mümkün olur. Aksi takdirde hedefe ulaşmak ‘hartu’l-katâd’dır; sert ve dikenli olan ağacın dalını elle soymak ve sıyırmaktır. (Yani bu işi gerçekleştirmek hakikaten zor ve çetindir, hatta imkânsızdır; nafile çaba harcamaya gerek yok demektir. Bu tabirin karşılığı Türkçemizde “Boşa kürek çekmek” deyimiyle ifade edilmiştir.)…
Beyit: “Haazâ hüve’l-emru ve’l-bâkî mine’l-abes: İşte asıl mesele budur, gerisi boştur.” [İmam-ı Rabbanî (k,s,), a.g.e., 1, 75]
***
Her fırka kendisinin kurtuluşa eren zümre olduğuna inanır
“Yetmiş üç fırkadan her biri şerîata tâbi olduğunu iddia eder ve kurtuluşa erenlerden olduklarına kesin olarak inanır. ‘Her fırka kendi yanında bulunanla sevinmektedir’ [Mü’munûn suresi, 53] ayet-i kerimesi onların hallerini anlatır durumlarını açıklar.
Bu muhtelif gruplar arasından Fırka-i Nâciye’yi ayırabilmek için Nebiyy-i Sâdık (s.a.v.) Efendimizin açıkladığı delile gelince, o şu hadis-i şeriftir: “…Onlar, benim ve ashabımın bulunduğu hal üzere olanlardır.’ [Tirmizî, Sünen, Hadis no: 2641; Taberânî, el-Evsat, Hadis no: 4886]
Burada Sahib-i Şerîat (s.a.v.) Efendimizin sadece kendini zikretmesi yeterli olduğu halde ashabını da zikretmesi, ‘Benim yolum ashabımın yoludur ve kurtuluş yolu yalnızca onların yoluna ittibâ etmekten geçer’ manasında bir ilan için olabilir. Nitekim Allah Teala buyurmuştur ki: ‘Kim Rasûle itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur.’ [Nisa suresi, 80] Rasûle itaat Allah’a itaatın ta kendisidir. Ona itaat etmemek ise Allah Teala ve Tekaddes hazretlerine isyan etmektir.
Allah sübhânehu, Rasûle itaat etmediği halde Allah’a itaat ettiğini ileri süren bir topluluğun durumunu haber vermiş ve onların küfrüne hükmetmiştir. Ayet şöyledir: ‘Allah ile rasûllerinin arasını ayırmak isterler: kimine inanırız kimini inkar ederiz, derler; bu ikisinin (inanmakla inkârın) arasında bir yol tutmak isterler.’ [Nisa suresi, 150]
Ashabın yoluna tâbi olmaksızın Nebî’ye (s.a.v.) ittibâ iddiası bâtıl bir iddiadır. Hatta bu iddia bilfiil Allah Rasûlüne (s.a.v.) isyandır, karşı gelmedir. Böyle bir yolla kurtuluşa ulaşmak ne mümkündür?! ‘Kendilerinin bir şey üzerinde bulunduklarını, (doğru yolda olduklarını) sanacaklardır. İyi bilin ki, onlar yalancılardır’ [Mücadele suresi, 18] ayet-i kerimesi onların haline uymaktadır.
Efendimizin (s.a.v.) ashabına ittibâya sarılan fırka, şüphesiz Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat fırkasıdır. Allah onların çalışmalarını-çabalarını mükâfatlandırsın. O, Fırka-i Nâciye’dir (kurtuluşa eren fırkadır). Şîa ve Hâricîler gibi Allah Rasûlünün ashabına dil uzatanlar, onlara tâbi olmaktan mahrumdurlar. Mu’tezile de tek başına sonradan ortaya çıkmış bir mezheptir….
… Ashaba dil uzatmak, hakikatte Allah Rasûlüne dil uzatmaktır. Ashaba saygı göstermeyen, Allah Rasûlüne iman etmemiştir. Çünkü onların kötü olması, onların arkadaşının da kötü olması sonucuna varır ki, bu denli çirkin bir itikaddan Allah’a sığınırız.
Bu arada, Kur’an ve hadisler yoluyla bize ulaşan şeriat hükümleri, ancak sahabe vasıtasıyla bize ulaşmıştır. Şayet sahabe ayıplanırsa, onların yapmış olduğu nakillerin de ayıplı ve kusurlu olması gerekir. Bu nakil işi de sahabenin bir kısmına hâs değildir. Bilakis sahabenin hepsi adâlette, doğrulukta ve tebliğ işinde eşittir. Onlardan hangisi olursa olsun birisine dahi dil uzatmak, dine ta’ne etmek demektir ki, bu denli çirkin bir durumdan Allah’a sığınırız.
Sahâbeye (r.anhum) dil uzatanlar;
- ‘Aslında biz de sahabeye tâbiyiz ama sahabeye tâbi olmak hepsine tâbi olmayı gerektirmez. Hatta sahabenin görüşleri ve mezhepleri muhtelif olduğu için hepsine tâbi olmak zaten mümkün de değildir’ derse, şöyle cevap veririz:
- Sahâbenin bazısına tâbi olmak, ancak diğerlerini inkâr etmedikçe faydalıdır. Diğerleri inkâr edildiği zaman ötekilere mütâbaat da gerçekleşmez. Nitekim Hz. Ali (kerramallâhu vechehu) üç halifeye de saygı ve ihtiram gösterirdi. Onlara uymayı hak gördüğü için bîat etmiştir. O halde diğer sahabeleri inkâr ederek Hz. Ali’ye (r.a.) tâbi olduğunu iddia etmek katıksız bir yalandır, iftiradır, kuru iddiadan öte bir şey değildir.
O sahabeleri inkâr etmek gerçekte Hz. Ali (r.a.) efendimizi inkâr etmektir, onun sözlerini ve davranışlarını açık bir şekilde reddetmektir.
Allah’ın Aslan’ı Hz. Ali (k.v.) için takıyye ihtimalini caiz görmek, akıl bozukluğunun son kertesidir. Sağlıklı bir akıl, Allah’ın Aslanı’nın yaklaşık otuz senelik bir süre içinde halifelere karşı olan buğzunu gizleyip bunun tersini ızhar ederek, onlarla nifak üzere kurulmuş bir beraberliğinin olmasını caiz görmez. Halbuki bu tür bir nifak, ehl-i İslâm’ın en basit ferdi için bile düşünülemez. Bu tutumun çirkinliğini iyi düşünmek ve anlamak gerekir. Çünkü böyle bir tutum, Allah’ın Aslan’ı Hz. Ali’yi (k.v.) büyük bir zayıflık ve küçük düşürücü bir hile nisbet etmektir.
Farz-ı muhâl, Allah’ın Aslan’ı için takıyyeyi caiz görsek bile, Allah Rasûlü (s.a.v.) Efendimizin üç halife ile ilgili tazimi ve başından sonuna kadar bütün hayatı boyunca onlara değer vermesi hususunda ne diyecekler?
Bu makamda takıyyenin yeri olmaz; çünkü doğru olanı tebliğ etmek Rasûl (s.a.v.) üzerine vaciptir. Bu hususta takıyyeyi caiz görmenin varacağı nokta zındıklıktır. Allah Teala şöyle buyurmuştur: “Ey Rasûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et/duyur; eğer bunu yapmazsan, O’nun Rasûllüğünü yapmamış (tebliğini-mesajını duyurmamış) olursun...” [Maide suresi, 67]
Kâfirler, ‘Muhammed, gelen vahiy içinden kendisine uyanı (işine geleni) açıklıyor, uymayanı ise gizliyor’ diyorlardı. Kesin olan bir şey var ki o da Nebî’nin (s.a.v.) hata üzerinde sabit olması (bir hatayı sürdürmesi) caiz değildir. Aksi halde getirmiş olduğu şeriate halel gelir. O halde üç halifeyi tazim ve medh etmesinin tersine, Efendimizden (s.a.v.) bir şey sadır olmayıp onlara verdiği değeri ortadan kaldıracak bir şey de bulunmadığına göre bilinir ki, Efendimizin (s.a.v.) üç halifeyi tazimi ve onlara değer vermesi hatadan ve geçersiz olmaktan korunmamıştır.
Esas meseleye dönersek onların yukarıda temas edilen itirazının yani şüphesinin cevabını öncekinden daha açık ve daha net bir şekilde izah edelim:
Dinin asıllarında sahâbenin hepsine tâbi olmak vaciptir; çünkü rinî asıllarda sahâbe arasında ihtilaf yoktur, onların ihtilafı sadece fürû’da (ayrıntılarda)dır.
Sahabenin bazısına dil uzatan kişi, onların tamamına tâbi olmaktan mahrumdur. Sahabe sözleri her ne kadar bir ittifak ifade etse de, ancak din büyükleri (olan sahabe)yi inkâr nasipsizliği, o sözlerdeki ittifakı (inkâr eden nezdinde) ihtilafa dönüşmektedir. Hatta söyleyeni (sahabeyi) inkâr etmek, söyleneni (o sahabenin söylediklerini) de inkâra götürmektedir.
Yukarıda da temas ettiğimiz üzere, şeriatı bize ulaştıran, ashabın bütünüdür. Çünkü ashabın hepsi adalet sahibidir ve her biri bize şeriattan bir şey ulaştırmıştır. Aynı şekilde Kur’an da her birinden bir veya daha fazla ayet alınarak öğrenilmiştir. O halde onların bazısını inkâr etmek Kur’an’ı ulaştıranları inkâr etmek demektir. Böyle olunca (sahabeden bazıların) inkâr eden kimsenin şeriatın bütün hükümlerini yerine getirmesi mümkün olmaz. Bu durumda felah ve kurtuluş nasıl mümkün olabilir ki?!
Allah Teala buyurdu ki: “…Yoksa siz Kitab'ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden öyle davrananların cezası dünya hayatında ancak rüsvaylık; kıyamet gününde ise en şiddetli azaba itilmektir. Allah sizin yapmakta olduklarınızdan asla gafil değildir.” [Bakara suresi, 85]
Bununla birlikte deriz ki; Kur’an’ı cem’eden (toplayan) Hz. Osman’dır, hatta Hz. Ebu Bekir Sıddık ve Hz. Ömer’dir (r.anhum). Hz. Ali’nin (r.a.) topladığı ve onun muhteviyatı, Kur’an’ın dışında bir şeydir.
İyi düşünmek gerekir. Çünkü bu büyük sahabe)leri inkâr, hakikatte Kur’an’ı inkâra götürür ki, bundan Allah sübhânehuye sığınırız. Birisi bir Şîî müçtehide şöyle bir soru sordu:
- Kur’an’ı Osman’ın cem’ettiği iddia edilmekte. Bu durumda Kur’an hakkındaki itikadın nedir? Ö şöyle cevap verdi:
- Onu inkârda bir maslahat (yarar) görmüyorum. Çünkü onu inkâr etmek, dinin tamamen yıkılmasına sebep olur.
Aynı şekilde aklı başında olan kişi, Allah Rasûlü’nün (s.a.v.) irtihalinin üzerinden henüz bir gün bile geçmeden, sahabe-i kiramın bâtıl bir durum üzerinde birleşmesini mümkün görmez. Şu sabittir ki; Rasûlullah’ın vefat ettiği gün, sahabelerin sayısı otuz üç bin kadardı, hepsi de gönül rızasıyla ve kendi tercihleriyle Sıddîk-ı Ekber’e (Hz. Ebu Bekir’e r.a.) bîat etmişti. Böyle bir durumda Allah Rasûlü’nün bütün ashabının dalâlet üzere birleşmeleri muhâl kabilindendir (imkânsızdır).
Nitekim Efendimiz (s.a.v.) buyurmuştur ki: “Ümmetim dalâlet / sapıklık üzerine birleşmez” [Tirmizî, Hadis no: 2167; Hâkim, el-Müstedrek, Hadis no: 391-392, 395, 398; İmam ahmed,, Müsned, Hadis no: 27766; Taberanî, el-Kebîr, Hadis no: 13623]
Hz. Ali’nin (kerramallahu vechehu) başlangıçta bîat etmekte gecikmesi, ‘Kızgınlığımız şûrâdan geri bırakılmamız sebebiyledir; yoksa biliyoruz ki, Ebu Bekir bizden daha hayırlıdır’ sözüyle kendisinin de belirttiği üzere, şûrâya davet edilmemesi sebebiyledir.
Hz. Ali’nin (r.a.) davet edilmemesinin sebebi ise, musîbet’in ilk dehşetinin yaşandığı sırada Ehl-i Beyt’in yanlarında kalarak onları teselli etmesi gibi bir maslahatın gözetilmesi veya buna benzer bir şey olması mümkündür. Yoksa sahabe arasında meydana gelen ihtilafların kaynağı nefsani arzular değildir. Çünkü onların nefisleri tezkiye edilmiş (kötülüklerden arındırılıp temizlenmiş), ‘emmâratün bi’s-sûi’ olmaktan (kötü ve çirkin olanı emretmekten) kurtulmuş ve ‘mutmainne’ olmuştur. (Yani güzel ahlâk ile ahlâklanmış, bütün ahlâk-ı hamîde sıfatlarıyla donanmıştır.) Onların arzu ve istekleri şeriate tâbidir.
Üstelik sahabe arasında vuku bulan bu ihtilafın dayanağı içtihattır ve doğruyu açığa çıkartarak yüceltme çabasıdır. Hata edene Allah indinde bir derece, isabet edene ise on derece vardır. O halde dili onlara eza ve cefa etmekten korumak (dil uzatmamak) ve hepsini hayır ile yâdetmek gerekir.
İmam Şâfiî (rh.) demiştir ki: ‘Tilke dimâun Tahharallâhu eydînâ anhaa / Fe'l-nutahhir anhaa elsinetinâ’. Yani; O (öyle) bir kandır ki, Allah Teala, o kana ellerimizi bulaşmaktan korudu. O halde biz de dillerimizi ondan temiz tutalım (onlara dil uzatmaktan koruyalım, o hadiseleri münakaşa edip dilimize dolamaktan sakınalım).
İmam Şâfiî (rh.) yine şöyle demiştir: ‘Iztarra’n-nâsü ba’de Rasûlillahi (s.a.v.) felem yecidû tahte edîmi’s-semâi hayran min Ebî Bekrin, fe-vellûhu rikâbehum: Rasûlullah’tan (s.a.v.) sonra insanlar zor durumda kaldı. Gökkubbe altında Hz. Ebu Bekir’den (r.a.) daha hayırlı birini bulamadılar ve kendilerine onu velî (idareci-yönetici-emîr) tayin ettiler’.
Bu söz Hz. Ali’ye nisbet edilen takıyye iddiasını açık bir şekilde nefyetmekte ve Hz. Ali’nin Hz. Ebu Bekir’e (r.anhuma) bîat ettiğini net bir şekilde belirtmektedir.” [İmam-ı Rabbanî (k,s,), a.g.e., 1, 80]
***
Bu dosdoğru ilim ve marifetlerin kaynağı
İmam-ı Rabbanî (k.s.) hazretleri, önceki halini değiştirip yazdıklarına itiraz eden bir muhatabına, zât-ı âlilerinin sahip olduğu bunca ulûm ve maârifin şeriata tatamen uygun bulunduğunu… Ve bunların menbaının ne olduğunu hatırlatırlattığı mektuplarında, son derece kıymetli açıklamalarıyla birlikte söz konusu kişiye dikkat çekici şu senzenişlerde bulunuyor:
“…Derinlemesine düşünmek gerekir; bahar (nisan) yağmuru gibi akıp gelen bu ilimler ve marifetler nereden edilip elde edilir?
Bu ilimler onca çokluğu ile beraber şer’î ilimlere tamamıyla uymaktadır, aralarında kıl kadar bir muhalefet yoktur, uyuşmazlık söz konusu değildir. Bu özellik ise, bu ilimlerin doğruluğunun alâmetidir.
Şeyhimiz (Muhammed Bâkîbillah k.s.) hazretleri de, ‘Senin ilimlerinin hepsi de sahihtir’ diye yazmıştı ama bunun ne faydası var ki! Çünkü her ne kadar bağlılığınızı ileri sürseniz de Şeyh efendinin sözü sizin için delil olmamaktadır. Bundan daha öte ne yazalım?!
Sorularınız her ne kadar ilk başta ağır geldiyse de, sonunda bu bilgilerin ve marifetlerin açığa çıkmasına sebep olduğu için iyi oldu. Şiir:
‘Ve mâ min kubhin leyse fîhi melâhatün / Elem tera sinne’z-zenci ke’ş-şühübi fi’d-dücâ’.
Meali: Hiçbir çirkinlik yoktur ki güzel bir yanı olmasın! Görmüyor musun? Zencinin dişleri, karanlıktaki yıldızlar gibidir!
Doğrusu hayret etmek gerekir; önceki mektubunuzda büyük bir ihlâs ve samimiyet gösterip ardı ardına gerçekleşen iki vâkı’anın buna sebep olduğunu iddia etmiştiniz. Bu iki vâkıa’nın tesirinin uyanıkken de sürdüğünü ve sizi eski halinizden tamamiyle pişmanlık duyup tevbe etmeye, ders almaya ve iman tazelemeye götürdüğünü yazmıştınız. Bunun üzerinden bir ay bile geçmeden bu durumunuzda bir değişiklik sezilmekte ve geri adım atarak tekrar o eski hale döndüğünüz görülmektedir. Hatta o iki vâkıa’nın yorumunun en başında oldun ki, bu da o vâkıa’ların Şeytan’ın atıp karıştırması ya da keşif hatası oldukları sonucunu doğurur. Önceki durum neydi, şimdi bu nedir?! Şiir:
‘Tekuulü fülânün yef’alü’ş-şerra kultü: Lâ yedurru aleynâ bel aleyhi vebâluhuu: Fülanın kötülük işlediğini söylüyorsun. Ben derim ki; bize zarar vermez, bilakis vebâli kendinedir!” [Vâkıa; misâl ya da hitap yoluyla mâna âleminden kalbe gelen manevi bilgiler. Bir başka ifadeyle; sâlik, halvette zikir ve ibadetle meşgul iken kendini kaybedip çevresiyle ilgisini kesince bazı hakikatlere vakıf olur. Uyku ile uyanıklı arasında vâki olan bu hâle vâkıa denir. Yani bir bakıma vâkıa, sâlikin mânâ âleminde gördüğü şeylerdir. Bir çeşit rüya görmeye benzer, fakat ondan farklıdır.] [İmam-ı Rabbanî (k,s,), a.g.e., 1, 107]
***
Takip edilmesi gereken üç yol
Hâce Cemaleddin Hüseyin, gençliğin baharı olan şu dönemi ganimet bilsin ve onu imkân nisbetinde Hak sübhâhunun râzı olduğu yerlerde kullansın. Yani;
İlk olarak kendisine gereken Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’ın (Allah onların gayretlerini makbul buyursun) dosdoğru görüşleri istikametinde akîdeyi düzeltmek…
İkinci olarak; şer’î ve fıkhî hükümlerin gereğince amel etmek…
Üçüncü olarak da, saf sûfiliğe ait olan yüce tarikata girmektir. Buna kim muvaffak olursa, şüphesiz büyük bir başarıya ermiş olur. Kim de bundan geri kalırsa, muhakkak ki açık bir ziyana uğramıştır…
Cemaleddin Hüseyin, Hâce Muhammed Salih’in çocuklarına hizmet etmeyi büyük saadet/mutluluk addetsin! Çünkü bu hizmet hakikatte ‘kabul edilenlerden olan’ mezkür Hâce’ye yardım etmektir. Şiir: ‘Ebraztü min kenzi’l-merâmi alâmeten: (Râm olunan/teslim ve itaat olunan) hazînenin alâmetini açıkladım sana!” [İmam-ı Rabbanî (k,s,), a.g.e., 1, 177]
***
Akîdeyi Ehl-i Sünnet’e göre düzeltmek her mükellefe vâciptir
“Bilesin ki, mükelleflere (âkıl ve bâliğ olan her erkek ve kadın Müslümana) vâcip olan amellerden ilk yapılması gereken; akîdelerini Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat âlimlerinin görüşlerine uygun olarak düzeltmeleridir. Allah Teala bu âlimlerimizin gayretlerini mükâfatlandırsın. Zira ahirette kurtuluş, bu büyük zatların görüşlerine tâbi olmakla mümkündür. Kurtuluşa erecek (Fırka-i Nâciye) olanlar, ancak bu zatlar ve bunlara tâbi olanlardır. Çünkü bunlar Peygamber’in (s.a.v.) ve onun ashabının yolundan gitmektedirler. Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Nebeviyye’den elde edilen bilgiler içinde, ancak bu büyük zatların anladıkları ve ortaya koydukları bilgiler muteberdir. Zira her bid’atçi ve sapık, eğri anlayışını, bozuk itikadını Kur’an ve Sünnet’e dayandırmaktadır.
O bakımdan Kur’an ve Sünnet’e dayandırılan her anlayış doğru olmayabilir. İnançların düzeltilmesi noktasında değerli İmam Türpüştî’nin (Fazlullah Şihabüddin Türpüştî, vefatı, h. 661) risalesi gayet yerinde ve son derece anlaşılır. Ancak anılan risale uzun uzadıya delillere girdiği için hemen herkesin bundan istifade etmesi zordur. Bunun yerine sadece temel mevzuları ele alan bir risale varsa, daha münasip ve yerinde olur. Bunları yazarken bu mevzu ile ilgili Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat inancını muhtevi, kolay anlaşılabilir bir eser kaleme almak hatırıma geldi. Şayet bunu yazmak mümkün olursa, yazdıktan sonra inşaallah hizmete göndeririz. [Yapılan araştırmalarda İmam-ı Rabbani hazretlerinin böyle bir risale yazıp yazmadığı tesbit edilememiştir.]
İnancı düzelttikten sonra helâli-haramı, vacibi-sünneti, mendubu-mekruhu ve fıkıh ilminin bahsettiği diğer mevzuları da bilmek gerekir. Bu ilmin gereği ile amel etmek de zaruridir / zorunludur. Bu talebeye Farsça yazılmış olan Mecmûatü’l-Hânî ve Umdetü’l-İslâm gibi bazı fıkıh kitaplarını okumalarını da tavsiye etmek gerekir.
Allah korusun inanç meselelerinden birinde bir eğrilik mevzuu bahis olursa, ahirette kurtuluştan ebediyyen mahrumiyet söz konusu olur. İbadet meseleleri ise böyle değildir, bir kusur söz konusu olursa tevbe edilmese dahi affedilmesi ve bağışlanması muhtemeldir. Bu kusurdan dolayı kişi hesaba çekilse dahi nihayetinde kurtulacağı kesindir. Bu itibarla asıl mesele inancı düzeltmektedir.
Hâce Ubeydullah Ahrâr (k.s.) hazretlerinden şu sözü nakledilmektedir: ‘Bütün haller ve vecdlar bize verilmiş olsa, ama iç dünyamız Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat inancı ile donatılmış olmasa, bütün bu halleri rezillikten başka bir şey olarak görmeyiz. Bütün eksiklikler ve kusurlar içimizde olsa, ama iç dünyamız Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat inancı üzere dosdoğru olsa, bunda bir beis görmeyiz.’
Allah Teala bizi ve sizi, insanlığın Efendisi (s.a.v.) hürmetine, onların razı olduğu yol üzere kılsın… [İmam-ı Rabbanî (k,s,), a.g.e., 1, 193]
***
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat inanışına bürünmek gerekir
“Gayet net bir şekilde görülen ve satırlara dökülmüş olan vâkıa açığa çıkmış oldu. Şimdi ümitvâr olman ve can havli ile sana emredilmiş olan şeyleri yerine getirmeye gayret etmen, şeriatın çizmiş olduğu sınırları kıl kadar bile aşmaman, gerçek Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat inanışına bürünmen gerekmektedir.
Bir mısra:
‘Haazâ hüve’l-emru ve’l-bâkî hayâlâtün: İş bu iştir, gerisi hep boş hayâldir”. [İmam-ı Rabbanî (k,s,), a.g.e., 1, 271]
***
Ehl-i Sünnet inancı, maneviyat yolcusunun en zaruri ihtiyaçlarındandır
“Bismillâhirrahmânirrahîm…
Allah sübhânehu seni dosdoğru yola ulaştırsın.
Bilmelisin ki; Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat âlimlerinin Kitap, Sünnet ve Selef’in sözlerinden çıkardığı sağlam itikat, sâlikin yoldaki en zarurî ihtiyaçlarındandır.
Kitap ve Sünnet’i, Hak Ehli’nin yani Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat âlimlerinin cumhurunun yine aynen Kitap ve Sünnet’ten anladığı manalardan hareketle anlamak/yorumlamak zaruridir. Mesela keşif ve ilham yoluyla, bu manalara ters düşen bir şey ortaya çıksa itibar edilmemeli ve ondan Allah Teala’ya sığınmalıdır.
Zâhirî manalardan vahdet-i vücud, ihâta, sereyân, kurb ve zâtî beraberlik anlaşılan ayet ve hadislere gelince; Hak Ehli âlimler, bu ayet ve hadislerden bu manaları anlamamışlardır. Şayet sâlike yolculuğu sırasında bu manalar açılırsa yani bir mevcud’un dışında bir şey göremezse ya da Allah Teala’nın zatını kuşattığını anlarsa veya Onu zatına yakın bulursa bu noktada sâlik, hâlin baskınlığı ve vaktin sekri sebebiyle her ne kadar mazur ise de ona yakışan, Allah Teala’ya iltica etmek, bu çıkmazdan kendisini kurtarması, Hak Ehli âlimlerin görüşlerine uygun olan işleri kendisine açması ve kıl kadar bile olsa onların hak olan itikatlarına ters düşen şeyler göstermemesi için sürekli yalvarmaktır.
Özet olarak, Hak Ehli âlimlerin anladığımanaları keşfin doğruluk kıstası yapmalı ve ilhamı bu manalardan başka bir ölçüye vurmamalıdır. Zira o âlimlerin anladığı manalara ters düşen manalara itibar edilmez. Çünkü hep sapkın bid’atçı inandıklarının aslının ve dayanağının Kitap ve Sünnet olduğunu iddia eder. Kısır anlayışıyla Kitap ve Sünnet’ten, Hak Ehli âlimlerin görüşlerine uymayan anlamlar çıkartır. “…Allah onunla birçok kimseyi saptırır, birçoklarını da doğru yola yöneltir/iletir…” [Bakara suresi, 26]
Ben yalnızca şunu söylerim:
Hak Ehli âlimlerin anladığı manalara itibar edilir. Bunun dışında bu manalara ters düşen şeyler muteber değildir. Çünkü onlar bu manalara sahabe ve selef-i salihinin eserlerini niceleyerek ulaştılar ve onları, ‘hidayet yıldızları’nın ışıklarından aldılar. Bu yüzden de ebedî kurtuluş onlara hâs kılındı ve daimî felah onların nasibi oldu. “…İşte onlar, Allah'ın hizbi (fırkası, O’nun tarafında, dinin yardımcıları) olanlardır. Uyanık olun (iyi bilin) ki, felâha / kurtuluşa erecekler de sadece Allah'ın hizbidir (Onun tarafında olanlardır). [Mücadele suresi, 22]
Eğer bazı âlimler sağlam bir akîdeye sahip olmakla birlikte fer’î meselelerde gevşek davranıyorsa ve amel noktasında kusurları varsa, bundan dolayı bu âlimleri mutlak olarak inkâr etmek yakışık almaz. Eğer onlar bütünüyle yerilirse bu, insafsızlık ve inatçılıktan başka bir şey olmaz. Hatta bu tutum dinin kesin olan hükümlerinin çoğunu inkâr etmektir. Çünkü bu kesin hükümleri bize ulaştıran, iyisinin ve kötüsünün arasın ayıran o âlimlerdir. Onların hidayet nuru olmasaydı hidayete eremezdik. Doğruyu aynılıştan ayırmasalardı sapıtırdık. Onlar bütün çabalarını dosdoğru dini yüceltmek için harcayanlar ve bir çok insanı sırat-ı müstakime yönlendirenlerdir. Kim onlara tâbi olursa kurtulur, felaha erer, kim de onlara ters düşerse apaçık yoldan sapar ve saptırır.
Bilinmelidir ki; ‘en son’a yani sülûk menzillerini tamamlayıp velayet derecelerinin en uç noktasına ulaştıktan sonraya ilişkin sûfilerin inançları, Hak Ehli’nin inançlarının aynısıdır. Bir farkla ki; âlimler bu inançlara nakil ve delillendirme yoluyla ulaşmış, sûfiler ise keşif ve ilhamla varmışlardır.
Eğer bazı sûfiler için ‘yolculuk’ esnasında sarhoşluk ve hâlin baskınlığı sebebiyle bu inançlara ters olan bir şey ortaya çıksa da bu makamları aşıp işin sonuna vardığında bu terslik toz duman olur, yok olup gider. Eğer böyle olmayıp da yolun ortasında kalırlarsa o terslik üzerine devam ederler. Ancak, bu ters düşmeden dolayı hesaba çekilmeyecekleri umulur. Çünkü bu durumda sâlikin hükmü, hüküm çıkarırken yanılan müçtehidin hükmü gibidir; sâlik de ‘keşif’te yanılmıştır…” [İmam-ı Rabbanî (k,s,), a.g.e., 1, 286]