“Ve bu râbıtanın mevcut olup olmadığını tesbit için tefsirler, hadisler ve sûfiyyenin kitapları taranmıştır. Hiçbirisinin herhangi bir yerinde, râbıtanın şerîatta olduğunu ifâde eden bir ibâreye rastlanmamıştır. Belki bu râbıta müteahhirînden câhil sûfîlerin ihdâs eylediği bir şeydir. Binâenaleyh, tevhîde münâfî ve dinde büyük fitnedir.”
Bu sözleriniz;
“Yâr nezdikter ez men bimenest
Ve in acepter ki men ezvay dûrem”
(Dost bana, benden daha yakın. Ne tuhaftır ki, ben ondan uzağım) nev‘indendir.
Ve yine,
“Yerâ eşcâru fâkın, velâ yerâ mâ nekaşe alâ zufrih”
(Yüksek ağaçları görür, tırnağı üzerindeki nakışları görmez) kabilinden sözlerdir.
Çünkü, tefsir kitapları dediğiniz, Kur’an âyetlerini tefsir ve te’vil eden eserlerdir. Bu takdirde, aşağıda zikredeceğimiz şu âyetlerden daha kuvvetli nasıl bir delil olabilir?
1. “Ey iman edenler! Allah’tan korkun. Bir de sâdıklarla beraber olun.”(31)
2. “Rüku‘ edenlerle berâber rüku‘ edin.”(32)
3. “Her kim Allâh’a ve Resûlü’ne itâat ederse; işte onlar, Allâh’ın kendilerine nîmetler verdiği peygamberler, sıddîkler, şehidler ve sâlihlerle beraber olurlar; bunlar ise ne güzel arkadaştır!”(33)
4. “Ona (yani Allah’a yaklaşma hususunda) vesîle arayın.”(34)
5. “Eğer Rabb’inin burhânını (delîlini) görmemiş olsaydı...”(35)Ancak akla şöyle bir soru gelebilir:
Bu âyet-i celîlelerin her birinin sebeb-i nüzûlleri (iniş sebepleri) değişiktir... Zâhirî delâletleri başka başkadır. Bu münâsebetle râbıta-i şerifeye hangi yönden, nasıl delil olabilir?
Buna cevâben deriz ki:
Âyet-i kerime ve hadîs-i şeriflerde, zâhirî-bâtınî her ahkâmın zâhirî delilleri mevcut olsa, zâhirî hükümlerin istinbâtı (ortaya konulması) için zâhir ilimlerde müctehid olanlara; bâtınî ahkâmın istinbâtı için de, bâtın ilminde müctehid ve turuk-ı aliyye ashâbına (yüce tarîkatlere mensub olan Allah dostlarına) hiçbir ihtiyaç kalmazdı. Herkes kendi çıkarttığı hükümlerle amel ederdi. Halbuki bakınız, müfessirlerin kıdvesi (kendisine uyudukları) Allâme Beyzâvî (beyyezallâhü vechehü’n-nûrânî) hazretleri, Bakara sûresinin tefsirinde, “O (öyle bir lûtuf ve ihsânı bol Rabb) ki, yeryüzünü sizin (ikâmet ve istirahatiniz) için bir döşek, semâyı da (yüksek kubbe gibi) bir tavan yaptı. Gökten su indirerek onunla, size besin olsun diye (yerden) çeşitli ürünler çıkardı. Artık bunu bile bile Allâh’a şirk koşmayın”(36) âyet-i kerimesinin zâhirî mânâsını tefsir ettikten sonra, İbn Abbas’tan (r.anhümâ) ve başkalarından rivâyetlerde bulunarak şöyle demiştir:
“Kur’ân-ı Kerîm’in her âyetinin zâhirî tefsiri olduğu gibi, mutlaka bâtınî te’vili de vardır.”
Madem ki öyledir, yâni her âyetin bâtınî te’vili vardır; öyleyse yukarıda geçen âyetlerin her biri, râbıta-i şerifenin mevcut olduğunun en kuvvetli delilleridir. Ve yine hadis kitaplarından Ekmelüddîn’in Şerhu Meşârik’ında, İbn Hacer’in Şerhu Şemâil’inde ve diğer mûteber kitaplarda, râbıta-i şerife ile alâkalı geniş açıklamalar vardır. Fakat oralardaki açıklamaları, bu risâleye aktarmamız imkânsız; zaman ve zemin müsait değil... Arzu edenler oralardan okusun. Zira, oralarda gösterilen delillerden daha başka ve daha fazla nasıl bir delil olabilir?
Ayrıca;
√ Ebû Yezîd-i Bestâmî(37) [H. 188–261] hazretlerinin, “Men lem yekün lehû şeyhun fe şeyhuhû şeytânün”(38) sözleri...
√ Hz. Mevlânâ’nın (M. 1207-1273),
“Zânki bâ aklî çû aklî cüft-i şüd
Mâni‘ bed fiil ve bed güft-i şüd”
(İki akıl birleşirse, yani biri diğerine yardım ederse, hem kötü iş hem de kötü sözlere mânî olur) beyti...
√ İmâm Bûsîrî (M. 1213-1296) hazretlerinin, Kasîde-i Bürde’de zikrettiği,
“Men lî bireddi cimâhın min gavâyetihâ
Kemâ yüraddü cimâha’l-hayli bi’l-lücüm”(39)
beyti de gayet açık delillerdir. Yani tasavvuf kitaplarında geçen bu sözler de, yine bir mürşid-i kâmile râbıtanın lüzûmuna delâlet etmektedirler.
√ İmâm Şa‘rânî (M. 1492-1565) hazretleri, Nefehât-ı Kudsiyye’sinde zikrin âdâbını sayarken buyururlar ki:
“Zikrin âdâbının yedincisi, müridin zikir esnâsında mürşid-i kâmili iki gözünün önünde hayâl etmesidir... Rabb’imiz Teâlâ’dan feyz alabilmenin menşei ve âdâbının başı budur.”
√ Âllâme Seyyid Şerif Cürcânî (M. 1340-1413) hazretleri, Şerhu Mevâkıf’ının sonunda, “Mürşidân-ı kirâmın sûretleri, müridine zuhûr eder... Onlar da, mürşidin o sûretinden feyz alırlar” diye îzahta bulunur.
√ Molla Câmî (M. 1414-1492) ve İsmail Hakkı (1653-1725) kaddesallâhü esrârahümâ hazretleri de bu hususu, “Zikrin iki yolu vardır ve bu iki yoldan birisi râbıta yoludur” diye beyan buyururlar.
√ Ebû Saîd Hâdimî kuddise sırrahü’s-sâmî (40) hazretleri ise bu mevzû ile alâkalı olarak yazdıkları risâlelerinde, “Fe-yetehayyelü sürete’n-Nebiyyi (s.a.v.) ev sûrete şeyhihî (Mürid, Nebiyy-i Muhterem (s.a.v.) Efendimiz’in veya şeyhinin sûretini tahayyül eder, hayâlinde canlandırır)” diye kaydederler ki, hepsi de râbıtanın varlığını, meşru‘iyetini ve hatta lüzûmunu ifade etmektedir. Bunlardan daha kuvvetli ve daha fazla nasıl bir delil olabilir?
Şayet râbıtayı inkâr eden bu zât, insaflıca mütâlaa etmiş olsa, “Hâzâ hısnü’l-lâhi mine’l-hadîd (Şu râbıta-i şerîfe, Allâh’ın demirden (çelikten) bir kalesidir)” kabilinden daha çoook deliller bulurdu. Fakîr, bu zâtı görmedim ama, hüsn-i zannım şöyledir:
Geniş bilgiye sahip bir âlim ve te’lif ettiği eserler de, âdeta bir ağacın dalları gibi uzayıp filizler atmış, etrafa yayılmıştır.
Bu fakîr ise ilim yönünden o zâta nisbetle, uçsuz bucaksız bir deryânın sâhilinde, terkedilmiş susuz bir kuyu gibidir. Ancak, Allâh’ın (c.c.) muvaffak etmesi başka bir şeydir...
“Allah kime nûr vermemişse, artık onun için hiçbir nûr yoktur.”(41)
“Hamdolsun o Allâh’a ki, bizi hidâyetiyle buna kavuşturdu. Eğer Allah bize hidâyet etmeseydi, kendiliğimizden bunun yolunu bulmuş olamazdık.”(42)