Arsel ve Gökyay münazarası

Prof. İlhan Arsel, 28 Aralık 1976 tarihli Cumhuriyet gazetesinin 18826 sayılı nüshasının 2. sayfasında, “Fakülteden ayrılırken” başlıklı bir yazı kaleme almış… Ve bu yazıda  maalesef, okuduğunu anlamadığı için, II. Ebu Hanife ünvanlı 16. yy. Osmanlı Şeyhulislâmı, büyük  fıkıh âlimi (hukukçu), müfessir Ebussuud Efendi merhûma, bayağı bir dille saldırmıştır! Âdeta “Cehlin böylesi sehl (kolay) olmaz” dedirtecek tarzda…

Prof. Arsel’in bu cehalet dolu mahut yazısına cevap, Orhan Şaik Gökyay’dan gelmiş... Merhum, Hisar dergisinin Şubat 1977 tarihli 158. sayısında, fetvâ üslûbiyle, “Bir fetvâ da bizden” başlığı altında enteresan bir cevap vermiştir. Câlib-i dikkat bulduğumuz bu yazıyı ve enfes edebî zevki, okuyucularımızla paylaşmak ve onların da ıttılâına arz etmek istedik.  Buyrun birlikte okuyalım.

***

Bir fetvâ da bizden

Fetvâ sûreti

Mes’ele:

A) Bir kimesne, bir yolunu bulup Medresetü’l-Kuzât’ta, ıstılâh-ı zamâne ile Hukuk Fakültesi’nde, bi-eyy-i hâl (her nasılsa) müderrislik pâyesi ihrâz idüp ta’lim ve tedrîs kürsîsini işgâl eylese,

B) Feemmâ ol kimesne okuduğun anlamasa ve işbu anlamaduğu nesne üzerine âdemoğullarından herhangi birini pire misillü mûziyâtın (pire, bit, tahtakurusu, sivrisinek ve benzerleri gibi insanlara ezâ veren hayvancıklar) en küçüğiyle çiftleşmesi gibi aklen ve naklen (akıl ve şerîat cihetinden) havsala-i beşerin ihâtasından hâriç bulunan bu türlü bir iddiâya vücut verüp birtakım nâ-becâ (yersiz)  ve nâ-sezâ (yakışıksız) ahkâm-ı bâtıla binâsına kalkışsa,

C) Ve bu iddiâsını, Ebussuud Efendi gibi, Osmanlı Devleti’nin en yüksek ve ileri çağında, İkinci İmam Ebû Hanîfe diye yüceltilen ve (takrîben) otuz yıl aralıksız şeyhulislâm olan ulu bir fıkıh (hukuk) ve tefsir âlimine ve kanun yapıcısına isnad ile kendüleri hakkında, “onu hiçbir vechile büyük insan, ya da ilim adamı saymak olanağı  yoktur” deyû bühtanlar eylese,  

Ç) Her kangı bir tarîk-ı âm (herkesin gelip geçtiği, yol, anayol) üzerinde karşımıza çıkacak âhâd-ı nâstan (halktan herhangi biri, profesör filan değil) şerîatçe mükellef (çocuk, deli, bunak, veya okuduğunu anlamayan bir profesör olmayıp dînin emirlerini yerine getirmekle yasaklarından da kaçınmakla yükümlü, sağlığı yerinde olan Müslüman) sayılan lâalettâyin bir ferdin dahî, insan-oğlunun pire ile cimâını tasavvur etmenin imkânsız olduğunu teyakkun edeceğinde, böyle bir süâle muhâtap olduğu takdirde, buna “zehî tasavvur-ı bâtıl, zehî hayâl-i muhâl” (Ne çürük bir düşünce, ne boş bir hayâl) mısra’-ı meşhûru ile karşılık vereceğinden aslâ ve kat’â (hiç mi hiç) şek ve şüpheye mahal olmaduğu bilinse,

D) Bundan mâadâ, müderris-i merkûmun, kendinin emsâl ve akranlarından nicelerinin Kurûn-ı Vüstâ medreselerinden her kangı birinde, müderrislik değil, ta’lim ve teallüm ile külliyyen alâkası bulunmayan ve ednâ hıdmetlerden sayduğu “hademelik” bile yapamayacak kertelerde kimselerden olduğu ve kifâyet-i ilmiyyesinin mefkûdiyyeti, tevâtür hudûdunu aşup alâ mele’in-nâs (herkesin içinde) ikrâr ve î’tirâfı ile sübut bulsa, ol müderrisin, medrese-i mezkûrede işgâl eylediği tâ’lim ve tedrîs makâmında ibkâsı câiz olur mu?

Cevap buyurup sevâba giresiz.

- el-Cevâb: Olmaz.

Ketebehû’l-fakîr ilâ Rabbihî’l-Ganî Orhan Şaik el-Kavsü’l-kuzahî el-Karlûki el-Oğuzî, ufiye anhü, fî Muharremi’l-harâm, sene 1397 min hicreti’n-Nebî sallallâhü aleyhi vesellem.

Şeyhulislâm Ebussuud Efendi’yi küçültmeye yeltenen bir yazıda, onun hulle hakkındaki fetvâlarından biri alınarak, büyük İslâm hukûku âliminin o fetvâsında, “cimâa kadir olmayan pire”den söz ettiği ileri sürülmekte ve burada, bu kelime, aman okuyucunun gözüne ille de batsın diye olacak, bütün harfleri büyük yazılarak iki defa tekrarlanmaktadır. Oysa bu fetvâda geçen kelime pire değil “pîr’e”dir ve herkesin bildiği ve bileceği gibi, “yaşlı” mânâsına “pîr”dir. Fetvâda, “cimâa kadir olmayan pîr’e” denilmektedir ki, “erkeklikten kesilmiş olan yaşlı kişi” demektir. Türkçe’yi yeni öğrenmeye başlayan bir yabancı bile bu fetvâyı doğru okumayı, okuduktan sonra da anlamayı becerecektir, kuşkusuz. Fetvâda, “cimâa kadir olmayan pîr’e, yahut on iki yaşında olan oğlancığa hulle etse” dendiğine göre, burada “pîr” ve “oğlancık” kelimelerinin, dilbilgisindeki “e durumu” dediğimizden başkası olamayacağını anlamak için, ilkokula gitmeye bile gerek yoktur. Türkçe’yi konuşmak yeter. Gerçi, pire ile hepimiz, çocukluğumuzdan bu yana aynı yatakta çok yatmışızdır, yatıp duruyoruz; ama hiç birimizin aklından bir kötülük geçmemiştir, hele pirenin aklından haydi, haydi…

İmdi, onun bu fetvâsını, günümüzde, yani ilkel ve câhil bir toplum (Milletimiz hakkında İlhan Arsel’in hükmü) olmaktan az çok kurtulduğumuzu sandığımız bir zamanda, bir profesörün bu biçimde anlayıp üzerinde böylesine ahkâm yürüttüğüne, Ebussuud Efendi sağ olsaydı, acaba ne derdi? Elbette ince zekâsı, şerîata uygun, nükteli bir fetvâ verirdi. Onun bu yanını gösteren fetvâları az değildir. Bize, en olmayacak gibi gelen bir kelimeyi, gerekince hiç çekinmeden ve tam yerinde kullanacak güçtedir o.           

Hem tarihteki bütün imparatorluklardan daha uzun sürmüş olan bu Müslüman-Türk İmparatorluğu eğer böyle ilkel ve câhil bir toplum idiyse, toptan bir Hıristiyanlık dünyasına karşı altı yüz yıl nasıl dimdik ayakta kalabilmiştir? Nasıl olmuş ta, bugün her biri, Müslüman, Hıristiyan, başına-buyruk birer devlet hâline gelmiş olan bu ayrı-ayrı milletleri; dilleri, dinleri, örf ve âdetleri başka-başka cemiyetleri, yüzyıllarca idare edebilmişlerdir? Bir yandan Atlas Okyanusu’na, bir yandan Hind Okyanusu’na yol alan kalyonları, kendi tersanelerimizde yapıp donatan onlar değil midir? Bunları oralara yel üfürüp yelken mi götürmüştür? Döktükleri tunç toplarla kaleler değil de, havanda su mu dövmüşlerdir? Türk orduları doğudan batıya, batıdan doğuya turist olarak mı gitmişlerdir?

Alemleri yıldızlarla öpüşen bu minâreleri, bu câmileri, kışın musluklarından sıcak sular akıttıkları bu şadırvanları, bu herkese yeten çeşmeleri, yol vermeyen nehirler üzerindeki köprüleri, kervansarayları, ticaret hanlarını, çarşıları kimler yapmıştır?

Bu kışlalar, medreseler, kütüphaneler, dâruşşifâlar, hamamlar bize hangi âlim, ileri, medenî yabancının armağanıdır?

Bu vakıflar, kış-yaz yoksullara, öğrencilere sıcak yemek veren bu imârethaneler, bu hemen her türlü yapının duvarlarını süsleyen, acımasının, yardım elinin, aynı toprakta yaşayan kuşlara kadar uzandığının eşsiz şâhitleri olan bu kuş evleri, sürüye katılıp sıcak yerlere gidemeyip kalan leyleklere, akbabalara bakmak için vakfiyeler... Bütün bu saydıklarımız, dilim kurusun, ilkel ve câhil bir toplum’un çingene çadırları mıdır? Nedir? Söylesenize bize.

... [Böyle] bir millet için câhil ve ilkel bir toplum hükmüne varmakta kendimizde nasıl bir hak görüyoruz? Nasıl oluyor da bu küfre dilimiz varıyor? Hiç olmazsa, o yüzyılların hiçbir ferdi, bu hükme varan gibi, pire ile insanı çiftleştirecek kadar iz’an ve irfandan uzak düşmemiştir. [Orhan Şaik Gökyay, Destursuz Bağa Girenler, İstanbul 1982, s. 262-3-4-5-6]

***

BERCESTE

Ben ne kastettim, sen ne anladın, garip efsânedir,

Cenâb-ı Vâhibi’l-idrâk, müzdât eylesin iz’ânın. (Akıl ve anlayış(ı veren) bağışlayan Allahu Teâla, anlayışını artırsın).

Go to top