Halis ECE

Seyahati çok sevmesem de, ebeveynimle, yakınlarımla-dostlarımla-sevdiklerimle buluşmaya vesile olursa, doğrusu hoşuma gidiyor. Ne demişler 'tarik mühim değil refik mühim'. Yani yolun önemi yok, önemli olan yol arkadaşı... Bizimkisi de ailenle birlikte bir seyahat… Yol arkadaşlarından yana bir problem yok.

Hemen her yıl olduğu gibi geçen yaz (2004) da memlekete gittik… (İnşaallah bu sene de kısmet olur da gideriz.) Manisa / Köprübaşı / Yeşilköy…

Kısa süreliğine de olsa havasını teneffüs ettik, sularından içtik, meyvelerinden yedik, hasret giderdik...

Bizim oraların kimliğini daha çok kuraklıklar belirler. Köy ulularının anlattıklarına göre, hatta benim çocukluğumdan bildiğime göre eskiden ağaçlık ve bolca yeşillik olan köyümüz, maalesef tütüncülükle birlikte kıraç hale gelmiş… Güzelim palamut ağaçları kesilip tarlalar açılmış. Açılmış ama yağmurlar, karlar da kesilmiş… Demirköprü barajından yüksekte kaldığı için DSİ'nin sulama kanallarından da yararlanamıyor. Haliyle sulu tarımdan da mahrum. Fakat gene de ne ekerlerse, ne dikerlerse oluyor, idare edip gidiyorlar. Hele de pederin incirleri… Gerçekten bir başka…

Köyümüzün adı Yeşilköy ve yeşilliği de yok değil… Ama eskiye nazaran pek de yeşil sayılmaz. Dereler yaz ortalarında bile şırıl şırıl akardı, şimdi akmıyor… Sadece dere yatakları yeşillik o kadar. Hamîde gölü, Topakgöl, Söbügöl hepsi de kupkuru! Yalnızca Kocagöl'de su var… O da kumlarla dolmuş. 

***

Ben her gittiğim yerin geçmişini, güzelliklerini okumayı severim. Kendi köyümün de…

Köye adım atar atmaz, birden benim içimi bir tecrit duygusu kaplar. Sanki bir başka dünyaya adım atmış, dış dünyanın debdebelerinden kurtulmuş gibi olurum.

Acaba her köyün kendine özgü bir yanı var mıdır? Yoksa bizim köyün özelliği hepsinde ortak mıdır, hepsini içine alır mı?

Bilmiyorum.

***

Köye adımınızı atınca farkına varmadan köyün büyüsüne kapılıp, yaşama biçimini benimsiyorsunuz… Benimsemeseniz de orada kaldığınız sürece katlanıyorsunuz. Ne olursa olsun her köy kendi kimliğini (olumlu ya da olumsuz, çoğu da olumsuz) inatla-ısrarla-kıskançlıkla koruyor. Sanki bir matahmış gibi…

* * *

Köye gelir gelmez, dağların-tarlaların ağaçsız, bağ ve bahçelerin eski haline nisbetle oldukça yeşilden-yeşillikten uzak olmalarına rağmen, sizin için bir sır sakladığı saplantısına kapılıveriyorsunuz. Çünkü hemen hemen dolaşmadığınız, adım atmadığınız yer yok gibi… Kuzular gütmüş, bağ-bahçe sulamış, ekin-bostan beklemiş, tütün tarlalarında bulunmuşsunuz.

İstanbul'da çiçekli-ağaçlı, Haliç gibi yeşillik yerlere, Marmara'nın deniz mavisine, Florya'dan göklerin derinliğine âşina; Çamlıca'dan Boğaz'ın ihtişamını seyre alışmış benim gibi birilerine, ağaçsız tepeler, susuz dereler, göletler garip geliyor. Ama onların verdiği gariplik, geceleyin dağlara-gökyüzüne bakan bir odada benim hayal gücümü besleyebiliyor... Çok şükür hayal gücüm, romantizmim kurumadan köyden ayrılıyorum.

***

Kente, merkeze indiğimde her zamanki rutin kalabalıklar beni rahatsız ediyor… Tanıdık-tanımadık kimseyle ilgilenmek istemiyorum. Yalnızlık ruhum, bencil duygularım depreşiyor. Kalabalıklar arasında yalnızlığı yaşamaya başlıyorum.

Köyden ayrılıp Kavakyeri'ni geçerek Tülüce tepesine doğru tırmanırken birkaç insanın yol kenarında kalmış mezarı hep dikkatimi çeker… Buraya ne güçlükle, ne büyük sıkıntılarla niçin çıkmışlardır; din uğruna mı, bir ideal aşkına mı, yoksa çıldırtan kalabalıktan uzak sevdikleriyle baş başa kalabilmek için mi? Ya da sırf bir geçim kaygısıyla mı? Sanırım doğruya yakın olan sonuncusu…
*** 

Köyümüz, şehrin birbiri içine karışan türlü gürültü ve kahkahalarının bile duyulmayacağı bir yerde...

Geceleri odamıza sadece ay'ın ve ay yoksa yıldızların canlı ışıkları aksediyordu…

Tatiller bizi bizden alır mı? Sizi bilmem; ama beni asla alamadılar…

* * *

Köy günlüğü tutsam acaba ne yazardım?

Bilmiyorum…

Hiç düşünmedim.

***


KÖYDEN DÖNÜŞ

Meğer ne kadar parlakmış bu güneş!.. İstanbul'da farkında değilmişiz. Gözlerim kamaşıyor. Babamgillerin evinin önünde elma ağaçlarının gölgesinde, bizi almaya gelecek oğlanı-arabayı bekliyoruz. Neden evde değil de dışarıda? Çünkü dışarılar içerilerden daha güzel!

Elimi gözlerime siper ederek etrafıma bakınıyorum… Etrafta meyve ağaçları, bağ-bahçe, bostan, oraya buraya gelişigüzel serpiştirilmiş çiçekler... Yaşlı insanlar ağaç gölgelerine çöreklenmiş, sanki ömürlerinin geri kalanını tamamlamak için bir bekleyiş içindeler... Her birinin bir roman yaşadığını kestirmek güç değil.

***

Garip bir hüzün içindeyim... İnsan doğduğu-büyüdüğü, çocukluğunu yaşadığı yerlerden ayrılırken bu duyguya kapılmamak elde değil. Çünkü her bir yerin önemli bir hatırası var hafızanızda… Silinmeyen, unutulması imkansız hatıralar… Bir bakıma bırakıp gitmek istemiyor insan. Akraba, dost-ahbap ziyaretleri derken, kısa süreli arkadaşlıklar da kurulmuştur, onlar terk edilmektedir. Alışılan bir atmosfer vardır, o da arkada bırakılmaktadır. Kısacık bir süre içinde, insanın kendisini "ben" yapan bir yığın ayrıntı oluşmuştur. Şimdi onların tümü terk edilmekte, arkada bırakılmaktadır. Kişisel tarihinin bir dönemi… kısacık, ama etkili bir dönemi olup bitmiş… ve arkada bırakılmaya hazır hale gelmiştir. Bunun adı İslâm literatüründe "sıla-i rahim"… İstanbul'a yeniden merhaba demeye hazırlanılmaktadır, hüzünlü bir telaş ve heves… Geride bırakılanlara duyulan boğuntulu bir hüzün.. Ama gitmeniz de gerek.

O andaki baş dönmesinin tadı hiçbir şeyde yoktur.

***

Yaz güneşinin ısıtıcı-yakıcı sıcaklığı, bir köy meydanında yolculuğa hazırlanan insanın sırtını okşamasından daha mest edici ne olabilir..? Aileniz, çantalarınız-valizleriniz yanınızda... İstisnai haller dışında senede bir veya iki kez geldiğiniz baba ocağından ayrılıyorsunuz. Köydeki serbest giyim-kuşamdan, tekrar düzenli-disiplinli bir hayata doğru yöneliyorsunuz. Ayaklarınız gene ayakkabılarınızla içli-dışlı olacak… Tabiî bütün bunların kısa süreli de olsa acemisi kesildiğinizi de fark etmekte gecikmeyeceksiniz. Yaklaşık bir haftadır eşofmanla, spor şıpıdık terliklerle dolaşmaya alışmış olan ayaklarınız, gövdeniz, bu yeni elbisesini bir yandan yadırgayacak, bir yandan da onlara hemen alışmaya çalışacak.

***

Kısacası;

Dünyanın senden uzakta kalışı…

Ne internet ne basın ne medya, senin onlara metelik vermeyişin…

Dünyanın dışında duran bir fanusun içindeki yaşantı…

Bir org tınısının en sönmek üzere bulunan notasının kıyısındaymış gibi uçmaya, uçup gitmeye hazırlanışı…

Bir şeylerin mahvolmaya ve yeniden inşa edilmeye duruşu…

Güneşin göz kamaştırıcı ihtişamı…

Yere bırakılmış çantaların öksüzlüğü…

Arkadan sizin görmediğinizi bile bile size el sallayan dostların yüzündeki hazin mutluluk…

Bu tablo bir köy meydanından başka bir yerde yaşanabilir mi? Ve bir daha nasıl yaşanır? Yaşanırsa ne zaman yaşanır? Bütün bu soruların biz faniler için cevabı yok.

Öyleyse, yüzüne bakmadan güneşe el sallayabilirsin…

Köy hayatına bir kez daha "elveda!.." deyip, kalabalık şehrin debdebeli hayatına bir kez daha "merhaba!" diyebilirsin.

*** 

Bir haftalık ziyaretten sonra köyün ve köyden ayrılışımızın kısacık hikayesi…

Okurlarımla paylaşmak istedim, sadece paylaşmak… Köy hayatına yabancı ya da âşina okurlarımla…

Go to top