Halis ECE


Tatil mevsiminin sonlarına geldik... Büyük ve önemli bölümü geride kaldı. Özellikle yaklaşan, gölgesi üzerimize düşmüş bulunan mübarek Ramazan ayı münasebetiyle henüz yaz bitmese bile bizim için tatil sezonu bitti sayılır…

Her yıl olduğu gibi bu yıl da hemen herkes içinde tarifi kabil olmayan, gem vurulamayan o tatil arzularını kendi imkânlarınca tatmin etmeye çalıştı... Hem de tüm imkânlarını zorlayarak… Hatta bazıları kredi usuliyle bankalara borçlanarak…

Tabii bu arada canı tatil çektiği, sağlık açısından kum-güneş ve denize gerçekten ihtiyacı olduğu halde yapamayanlar/gidemeyenler de oldu elbet... Ya imkânlarının elverişli olamayışından; ya da kendi hayat kriterlerine, değer yargılarına uygun yer bulamayışlarından… Onların da en kısa zamanda ihtiyaç duydukları tatile/dinlenmeye çıkabilmelerini dileriz elbet… Sağlık önemli… Hem de çok-çok önemli insan için…

*** 
Peki bu durum, önceki yıllarda da böyle miydi, bu işler böyle mi yürüyordu?.. Mesela en azından 25-30 yıl öncesinde… Yaz geldiğinde herkes tatil sevdasına mı düşüyordu..?

Bu sorunun cevabı, zannederim o günleri yaşayan hemen herkesçe “hayır!” olacak…

Demek ki ortada bir gerçek var; adamakıllı değişiyoruz/dönüşüyoruz toplum olarak…

Ben gençliğimden kırklı-ellili yaşlarıma kadar çeşitli vesilelerle epeyce gezdim... Bazen tek başıma, bazen iki-üç arkadaşla… bazen de ailemle… Ama hiç bugünün standartlarına uyan türden bir tatil tecrübesi yaşamadım desem, sanırım mübalağa etmiş olmam... Gerçek tam olarak böyle değilse de, buna yakın...

Günümüzde herhangi bir insana, "Biliyor musunuz, filanca kırk yaşına kadar hiç tatile gitmemiş!" deseniz gülmekten yere düşer… En azından “Olur mu canım, hiç tatile gitmeden-çıkmadan durulur mu!” gibi sorular yöneltir size… Fakat siz kendisinin tatili/tatillerini nasıl değerlendirdiğini sorsanız, doğru dürüst, ele-avca gelir bir şey de söyleyemeyecektir büyük ihtimalle…

***

Halbuki bu toplum, sözünü ettiğimiz “tatile gitme alışkanlıkları”nı edineli bir çeyrek yüzyıl bile olmadı... Nereden baksanız on-on beş yıllık bir hikâye… Halktan söz ediyoruz, tabii bunu söylerken… Yoksa yüzyıldır her yaz aksatmadan tatilini yapan; pahada ağır, sayıda çok az bir sınıf, kaymak tabaka da yok değil elbet… “Yazlık kültürü” diye bir kültürü var onların, bizde yok o… Yani yoktu; şimdi yine yazlığımız filan yok ama “yazlık” nedir biliyoruz az çok!

Okullar kapanınca gittiğin… Okullar açılacağı zaman birkaç ton esmerleşmiş ya da kararmış olarak terk ettiğin… Yakınında “çimme” imkânı olan, bol sinekli/sivrisinekli, bol klimalı alternatif evler… Bölgesine göre senede en çok beş ay oturulabilecek, daha fazla dayanılması imkânsız, lüzumu ise tartışılır masraf kapıları…

Bilmiyorum; belki biraz haksızlık ediyor olabilirim… Yazlığı olanlar bu yazdıklarımı, “kedinin midesine indiremediği ciğer”le ilgili diye düşünebilir, ona benzetebilirler… Bence bir mahzuru yok öyle düşünmelerinin… Belki de öyle…

Ben de bir yazlığım olsun isterdim elbet… Güneşi, kumu, denizi gerçekten çok ama çok severim… Ama bugünkü şartlarda huzurum-sükûnum için orada kışın oturmak isterim… Sezon kapanıp bronzgiller evlerine döndükten sonra… Deniz en seyirlik haliyle üç beş sevimli ihtiyara, bolca miskin kediye ve bana kaldığında… Sessizlik ve huzur, ihtimal dâhiline girdiğinde… Firardan dönüp geldiğinde… Çünkü öncekiler varken ikincilerin bulunması imkânsız. Onlar gidecek ki öbürleri gelebilsin…

***

İnsanların gezmesine, tatil yapmasına karışacak değiliz tabii... Buna hakkımız da yok. Ancak bizim gibi bir toplumun tatille kendi boyunun üstünde bir ilgi kurduğunu söylemeden geçmek de sanırım uygun olmaz. Bir tür histeri yaşanıyor toplumda adeta… Tatil histerisi…

Eşini "bir tatile bile götüremeyen" kocalar, senenin geri kalan kısmını eski itibarları olmadan sürdürmek zorunda kalıyor toplumda... Çocuklarını tatile götüremeyen anne-babalar, kızlarının-oğullarının kompleks ve travmalarıyla uğraşıyorlar sene boyunca... Bu kadar mı zevkli-eğlenceli ve renkli bu tatil denen şey..?

Bilmiyorum…

Standartlara pek uymasa da birkaç küçük deneme yaptım, yapıyorum hemen her sene… Ama hiç öyle gelmedi bana… Her seferinde, Yahya Kemal’in Ankara için söylediği gibi döndüm evime…

Hani bilirsiniz; üstada sormuşlar:

- “Ankara’nın nesini seversiniz?” diye…

- “İstanbul’a dönüşünü!” cevabını vermiş…

Gerçekten hemen her tatil dönüşü, evimi-çevremi özlemiş olarak dönmüşümdür. Hele de bu güzel beldeyi, İstanbul’umuzu… Estetik-kültürel, fiziki-coğrafi güzelliklerini… Denizini, güzelim gerdanlığı Boğaz’ı… Buram-buram tarih kokan semtlerini… Cadde ve sokaklarını… Manevi atmosferini… Hatta trafik keşmekeşini bile özleyerek gelmişimdir tatilden…

***

Bir başka açıdan değerlendirecek olursak tatili; her şeyden evvel hava şartları çok bunaltıcı oluyor bu mevsimde…

Gidilen her yer fazlasıyla kalabalık… Tam bir curcuna hali…

Aldığınız her şeyin fiyatı normalin iki katı…

Etraf asla sakin olmuyor…

Gürültü ve görüntü kirliliği âdeta tatillerin, tatil yerlerinin ayrılmaz bir parçası…

Tam da bu noktada geçmiş yıllardan birinde çektiğimiz, İzmir Çeşme’deki bir gecelik işkence canlandı hafızamda… Abim ve bizim oğlanla birlikte birkaç günlüğüne gitmiştik… Deniz-kum ve güneş için… Ama bir gece zor tahammül edebildik. Resepsiyon görevlileri,

- “Hayrola, üç-beş gün kalacağınızı söylemiştiniz. Ne oldu?” dediklerinde,

- “Bu kadar işkence yeter, daha fazla tahammül edebileceğimizi sanmıyorum” demiştim…

Geceleyin güvercinlerin banyoya girip her tarafı berbat etmeleri de işin cabasıydı...

Görevlilere anlattığımda ise, o gibi anormalliklerin normal olduğunu söylemişlerdi.

***

Uzatmayacağım…

Gidenler biliyor zaten bu rezillikleri…

Aynü’l-yakin ve hakku’l-yakin olarak… Görerek yaşayarak…

Ama televizyonlar, internetteki ilanlar, gazetelerin hafta sonu ekleri, insanları bunun güzel bir şey olduğuna inandırmış bir kere… Malum, “kitle psikolojisi” denilen bir şey var. Dolayısıyla kimsenin elinden bir şey geleceğini, toplumu bunun iyi bir şey olmadığına dair ikna edebileceğini sanmıyorum... Meğer ki aksi yönde bir rüzgâr essin… Yoksa yapılabilecek bir şey yok şimdilik.

***

Peki insanı gerçekten dinlendirebilecek, kendine getirebilecek, bedenine-ruhuna iyi gelebilecek tatil yerleri yok mudur? Vardır mutlaka… Ama araştırmak gerekiyor tabii…

Aslında bu düşüncelerimi, yıllardır olduğu gibi gene dışa vurmayıp kendime saklasam, dar çerçevede dost-ahbap meclislerinde dile getirsem herhalde daha iyi, daha doğru olacaktı... Öyle ya; kimseye hiçbir yararı olmadığına göre…

***

Yazlıklara… Adı "yazlık" olarak konmuş o yerlere, kışın gitmenin ne kadar güzel bir fikir olabileceğini kime anlatabiliriz ki?

Denizin sesine yorgun balıkçılar… Geçen yüzyıldan kalma kapı önü ihtiyarları… ve sokak kedileri ile birlikte kulak vermekle kim ilgilenir bu devirde?

Baksana; sen de ikide bir deniz-kum-güneş deyip duruyorsun… Öyle ya..?

***

İşin aslı; tatilin kanunu, yönetmeliği çıkalı çok olmuş!

- Aşırı sıcak…

- Aşırı kalabalık…

- Aşırı gürültü…

- Aşırı görüntü…

- Aşırı yorgunluk…

Bunlar olmadan yapılana tatil denmiyor, denemiyor bu devirde…

***

"Gezelim, görelim" muhabbeti de, insanlar birbirlerine "gezdim, gördüm" diyebilmek için sadece… Onun ötesinde bir gaye/amaç arama günümüz insanında…

***

Bu arada -hamdolsun- kütüphanemi yenileme fırsatı buldum…

Ağır aksak da olsa, kitaplığımı düzenleme işi sürüyor...

Geçen günler, geçen haftalarda; kitapları ancak göz kararıyla ebatlarına ve türlerine göre raflara yerleştirebildim ancak...

Henüz bir proğram yapıp bilgisayara giremedim.

Neyin nerede olduğunu hafıza gücüyle bulmaya çalışıyorum.

Kabaca tarih, ansiklopedi, akaid, fıkıh, edebiyat-mantık, tefsir-hadis… gibi belli başlı kaynak eserleri bir araya getirdim. İnşaallah yavaş-yavaş daha düzenli bir hal alacak ilerki günlerde...

Raflardan taşıp, dolaplarda koruduğum bütün kitapları elden çıkardım… Bir nevi tasfiye ettim kütüphaneyi…

Geriye dönüp tekrar okuma-bakma fırsatı-gereği olmayacağına kanaat getirdiğim tüm eserleri yurda gönderdim.

Kütüphanem de ben de bir nevi rahatladık sayılır.

Ama şu bir gerçek ki; her birerinin unutulmaz hatıralarla dolu olduğu, satır-satır çizerek okuduğun o kitapları geriye dönmeyecekleri bir yolculuğa uğurlamak... Onlarla bir daha görüşemeyecek şekilde vedalaşmak, gerçekten çok zordu... Hakikaten hüzünlü, gam ve kasavet dolu bir ayrılıştı… Zaten prensip olarak emanet de olsa kitap verme âdetim yoktur. Kazara verdiklerim de geri dönmedi-dönemedi bu güne kadar...

Ancak iş bu noktaya gelip dayandığında, daha doğrusu mecbur kalındığında, değil emanet, temelli olarak elden-gözden çıkartabiliyorsun. Bunca yıldır lazım olur diye sakladığın belgeleri, hamura göndermekte tereddüdün olmuyor. Bir nevi günü gelen doğuma engel olamadığınız gibi…

Bu yılki tatil sezonunda hem en büyük sıkıntım hem de en büyük zevkim buydu, kütüphaneyle meşgul olmaktı diyebilirim. Onun için paylaşmak istedim bunu da... Hemen-hemen bütün kitapları teker-teker elden geçirdim. Lazım olup da aradığım fakat bir türlü bulamadığım birçoklarına da kavuştum bu esnada...

Rabbim kimseyi kitapsız bırakmasın, onlardan uzak ve mahrum bir hayat yaşatmasın.

***

Herkese, her keseye uygun…

Hayat standartlarımıza, inanç ve amel dünyamıza/değerlerimize muvafık...

Okumaktan-okutmaktan yoksun kalmayacağımız tatiller dileği ile...

Tüm okuyucularımızın ve topyekün İslâm âleminin (hicri 1430) yaklaşan Ramazan aylarını tebrik ediyor, hayırlı gelişmelere vesile olmasını Cenab-ı Mevlâ-yi zû’l-Celâl’den niyaz ediyorum...
Go to top