Halis ECE

Topyekün dünya Müslümanları olarak son birkaç asrı ve özellikle de 20. ve 21 asrı maalesef buruk acılarla, mağmum tebessümlerle yaşıyoruz.

Günlerimiz... aylarımız... yıllarımız... gece ve gündüzlerimiz âdeta birbirine karışmış; ruhanî ve lâhûtî atmosferden uzak, huzur ve sükûnete hasret...

Bırakınız karaları-denizleri, heva-yı nesîmi bile bozulmuş. Ruhen-bedenen sağlıklı bir nefes almak-soluklanmak, neredeyse imkânsız hale gelmiş.

Ama biliyoruz ki tarihte, hemen her şeyin düzgün olduğu, günümüzdeki iç karartan tablonun tam tersine her yerde huzur ve sükûnün hakim bulunduğu devirler de yaşanmış.

Tıpkı şimdi sizlere anlatacağımız kıssadaki yanık ve samîmi çöl bedevîsinin bir testi Şebnem'i gibi...


* * *
"Bu kıssayı-hikâyeyi anlat; umulur ki düşünür, ibret alırlar" (el-A'raf, 7/176)
* * *

Uçsuz-bucaksız çöllerin seraplarıyla aldanıp avunan…

Alev dilleriyle yanıp kavrulan…

Bu ıztıraptan kurtulmak için vâhaların yeşil gölgeliklerine sığınan…

Ağaçların dallarında, otların-yeşilliklerin-açan çiçeklerin yapraklarda biriken seher şebnemlerinden "su vuslatı"nın serin metafiziğini yaşayan fakir ve garip bir bedevî…

Halîfe-i Müslimîn’in (Müslümanların emîri) adını-sânını-şöhretini, renginliğini, engin iyilik-şefkat ve merhametini duymuştu. Gerçekten merak ediyordu…

Gündüzün çöldeki kum taneleri üstünde dalgalanan serabı kadar geniş gönlünce, Emîrü'l-Mü'minîn’e bir hediye götürmek… Ona saygı, sevgi, itaat ve bağlılığını sunmak… Onun iltifatına mazhar olmak-erişmek dileyen fakir bedevî, düşündü...

Bu yakıcı-kavurucu-kurutucu çöl sıcağından, kendisi gibi muztarip olduğunu tahmin ettiği "Halîfe-i Müslimîn" için en makbul hediye olarak bir testi soğuk su götürmeye karar verdi.

Gönlündeki riyasız-süm’asız, gösterişten uzak muhabbet, hürmet ve saygıyla zinetlemiş "soylu itaat”ın icâbı olarak dolu bir testi suyu, gölgesine sığındığı vâhanın sessiz-sessiz çağıldayan pınarından değil de, sabahın seher şebnemlerinden elde edecekti…

"Yüce Emîr"e herkesin içtiği suyu hediye olarak sunmak, edebe aykırı olurdu... Günlerce, haftalarca çalıştı… Uykusuz kaldı. Aynı samimiyet içindeki can yoldaşı hanımı ile birlikte dallar, yapraklar, otlar, çiçekler üstünde, aşk bülbüllerinin gözyaşları gibi biriken şebnemleri topladı…

... Nihayet testiyi doldurarak, ağzına da hurma yapraklarından bir tıkaç vurup Bağdat'ın yolunu tuttu. Günlerce, bizdeki yörükler gibi, kona-göçe yol aldı.

Bir gün ufukta Bağdat'n hurmalıkları belirdi. Şehre çöl tarafından giren fakir bedevî, heyecanından ağlıyordu. Tıpkı bizim insanımızın üzülse de sevinse de ağladığı gibi…

Her önüne geleni "es-Selâmü aleyküm ve rahmetullîhi veberakâtüh" diyerek Allah'ın selâmı ile selâmlıyor, Halîfe'nin sarayını soruyordu.

Gösterdiler…

Saraya erişti. Ziyaret sırası gelince onu da, "Emîr’in huzûru"na aldılar. Getirdiği bir testi Şebnem'i vakar ve tevazu ile Halîfe'nin ayakları dibine bıraktı...

- Yâ Emîra’l-Mü’minîn, dedi, ben fakir bir çöl bedevisiyim. Kum izlerinde yol arar, vâhalarda dinlenirim. Senin adını-ünvanını duydum, şânını işittim. Gerçi şânına layık bir hediye olur mu bilmem amma, seher rüzgârlarının serinlettiği şebnemlerden bir testi su doldurdum. Sen de bu sıcak âlemde benim gibi muztaripsindir… İçip serinleyesin diye sana getirdim. Lütfen kabul buyurun, dedi.

Emîr'in gönlünden taşan sevgi yaşları, iki damla olarak gözlerinden süzülürken, kalkıp bedeviyi kucakladı. Teşekkür etti… Çok samimi iltifatlarla hâl-hatır sordu. İhtiyaçlarını dinledi. Başka meseleleri, çözümünü istediği problemleri olup olmadığını sordu. Bütün arzularının-isteklerinin yerine getirileceğini, çözümsiz bir probleminin kalmayacağını va’detti… Ve sonra vedalaştı.

Fakir bedevi kapıdan çıkarken, Emîru’l-Mü’minîn yanındakilere fısıltı halinde, bu testiyi bir kaba boşaltmalarını ve boş testiyi altınla doldurmalarını emretti.

Öyle yaptılar...

Kucağında güçlüklü taşıdığı altın dolu testisi ile sarayın Dicle’ya bakan kapısından çıkan bedevi… şaşırdı! Ömründe nehir görmemiş bu saf-pâk ve tertemiz insan, kucağındaki testiyi dolduran suyun milyonlarca mislinin gürül gürül aktığını görünce, utancından olduğu yere çöktü. Sıcaktan ısınan testinin üstüne, gözyaşları döküldü… Kendi kendine:

- Ben, yanan-kavrulan bağrımı bir pınarın serinliğinde dinlendirmek için ufuklar aşarım… Ben çileli ömrümün devasını bir testi suda ararım… Yâ Emîr! Sen buna muhtaç değilmişsin! Bu altınlar ise, ancak senin keremindendir… Bağışla, dedi ve çöllere doğru kaybolup gitti…
* * *

Bu çöl sıcakları gibi yanan-kavrulan...

Her türlü maddi-manevi bela ve musibetlerle cebelleşen...

Durmadan birbiri ile cedelleşen…

İnananların âdeta nefes almakta zorlandığı bu sisli-puslu dünyamızda, Rabbimiz bizlere ve topyekün İslâm âlemine, “bir testi şebnem” gibi ferahlatıcı gelişmeler, tertemiz maddi-manevi atmosferler nasip etsin.

Öncelikle de fakir bedevi gibi pür-pâk gönüller, halis niyetler, samimi kulluklar, azim ve gayret dolu çalışmalar-hizmetler, mukabilinde de hamiyetperver idareciler ihsan eylesin.

Go to top