BU ADAM SÖZÜNÜN ERİDİR


Bir gün Hoca Nasreddin rahmetullâhi aleyh, bir mecliste, ekâbirden biriyle tanışmış. Bir hayli hasbihâl ettikten sonra, ayrılırlarken, adam;

– Hocaefendi, doğrusu sohbetinize doyum olmuyor... Bir gün bize buyurun da, beraber tuz-ekmek yiyelim, demiş.

Hocaefendi, adamın tevâzu göstererek, mükellef bir ziyâfeti böyle îma ettiğini sanmış. Bir müsâit zamanda, adamın evine damlamış. Velâkin, yemek vakti gelince, gerçekten önüne tuz-ekmek çıkarmasınlar mı? Misâfir ne umduğunu, ne bulduğunu, sadece onüne konulanı yer, derler ya; Hoca merhum da bunu bulduğuna şükredip önüne konulan ekmeği tuza banmış... Sofra kalktıktan sonra, pencerenin önüne geçip ülfete başlayacakları sırada, bir dilenci gelip:

– Başınızın-gözünüzün sadakası için... diye avuç açmış.

Ev sahibi:

– Allah versin! deyip başını çevirmiş ama, dilenci yalvarmaya devam edince, yerinden doğrulup, “Bana bak, sen çok oldun artık! Yanına gelirsem tepelerim ha! Çabuk defol bakayım!” diye bağırmış. Dilenci, adama cevap vermeye hazırlanırken, Hocaefendi araya girerek;

– Aklın varsa savuş baba! demiş. Bu adam sözünün eridir; dediğini yapar mı yapar!
***

 

YA AŞKA GELİP SECDEYE KAPANIRSA

Nasreddin Hoca rahmetullâhi aleyh bir seyahatinde, yol üstü bir hana inmiş. Han, han değil, virân!.. Tuttuğun elinde kalıyor, bastığın altından kayıyor!

Merhûmun yüreğine bir korkudur düşmüş; “Ya çökerse!..” diye... Hancı ile dereden-tepeden konuşurlarken, lâf arasında:

– Yâhu, bu tavan da ne kadar gıcırdıyor!.. diyecek olmuş ama, karşısındaki de ondan aşağı kalır bir nüktedân değilmiş hani; eliyle sus işâreti yaparak:

– Aman sesini çıkarma! demiş, tahtalar Hakk’ı tesbih ediyor!

Merhûmu lâf altında bırakmak kimin haddine?..

– Öyleyse bana eyvallah! deyip tasanı-tarağını toplamaya başlamış...

Hancı şaşırıp:

– Hayrola Hocaefendi, ne oldu?.. deyince, bizimki cevabı yapıştırmış:

– Daha ne olacak, be birâder!.. Bu tavan böyle tesbih çekerken, ya aşka gelip de secdeye kapanırsa, düşün, hâlimiz nice olur?..


***

 

HANİ BİZİM YAHNİ?

Hoca Nasreddin rahmetullâhi aleyh, bir gün ciğer almış; sarmış-sarmalamış, uçandan-kaçandan sakınarak sâlimen eve getirmiş. Târifesi ile birlikte zevcesine verip:

– Hâtun, demiş, eksiğine-artığına dikkat ederek bir güzel yahni yap da, yarına sağ çıkarsak, midemiz bayram etsin!

Kadın, “Olur!” gibilerden başını sallamış ya, kafasının içinde de tilkiler dört dönüyormuş. Ertesi gün, Hocaefendi evden çıkınca, mahallenin bütün hanımlarını toplayıp mükellef bir ziyâfet çekmiş. Akşam da kocasının önüne dayamış bulgur pilavını!..

Hoca merhûm:

– Hani bizim yahni? diye soracak olmuş.

Kadın:

– Sorma efendi, sorma! demiş. Şu bizim hırsız kedi yok mu; bir ara başımı çevirmemi fırsat bildi de, ciğeri kapıp kaçtı!

Hocaefendi, söylenene inanmadığını târiz yollu belirtmek için, sofradan kalkmış ve kapı ardında dayalı duran baltayı alıp:

– Neme lâzım, bâri bunu ortalarda bırakmayalım! diyerek dolaba saklamış.

Zevcesi:

– Aman efendi, sen de ne tuhafsın!.. Kedi ne yapsın baltayı? deyince Hocaefendi;

– Öyle deme hâtun, demiş; iki paralık ciğere tamah eden, otuz akçelik baltaya göz koymaz olur mu?


***

 

TARİFESİ BENDE

Bir gün yemeklerden konuşulurken, adamın biri, ağzınıza lâyık bir ciğer yahnisi târifi yapmış. Hoca Nasreddin rahmetullâhi aleyh’in, ciğer denince, ciğeri sızlamış; eli ayağına dolaşmış, bir kâğıt bir kalem bulmak için... Adama tane tane tekrar ettirip harfi harfine kaydetmiş. Akşam olunca da, bir ciğer alıp evin yolunu tutmuş...

Yemeğin hayâliyle mest olmuş giderken, yukarıdan bir çaylak süzülüp elindeki ciğeri kapmış. Merhûm, olduğu yerde çakılıp kalmış. Ciğerden olduğuna mı yansın, hevesinin kursağında kaldığına mı?.. Çâr-nâçâr, çaylağın ardından bakmış, bakmış da sonra koynundaki kâğıdı çıkarıp:

– Nâfile yoruldun, nâfile! Ağız tadıyla yiyemeyeceksin; târifesi bende! diye seslenmiş.


***

 

KERAMETİ KENDİNDEN MENKUL

Kerâmeti kendinden menkul, evliyâ olaçıkagelmiş müteşeyyih (Şeyhlik iddia eden, mürşidlik taslayan)lerden birisinin yolu Akşehir’e düşmüş... Halkı etrafına toplamış, Hakk’a erdinden söz açıp tutturabildiğine atıyormuş. Mübârek sanki kanatlanıp uçacak!..

Dinleyenler gelip durumu Hoca Nasreddin merhûma haber vermişler. Hoca, söylenenlerden, herifin haddini bilmez bir şarlatan olduğunu anlamış... Anlamış amma, anlamazlıktan gelip, “Şu Allâh’ın sevgili kulunu, bir de biz görelim!” demiş ve mollalarıyla birlikte yanına gitmiş.

Herif, karşısında ak sakallı, koca sarıklı bir hocaefendi görünce, daha bir coşup ayaklarını yerden kesmiş... Bir ara lâfı Hoca’ya getirerek;

– İşte böyle... Sizin hoca eşeğiyle uğraşırken, ben semânın yedinci katında melâike-i kirâmla haşr u neşr oluyorum! deyince, bizimkinin sabrı taşmış...

– Erenler, demiş, semâvâtta seyahat ederken, şu nûrânî (!) yüzünüze tüy gibi yumuşak bir şey dokunuyor mu? diye sormuş... Sahtekâr şeyh, safsatalarını yuttuğunu sanarak:

– Tabiî, tabiî... Tüy desem, tüy değil; tül desem, tül değil... diye başlayınca, merhûm, atışın sonunu beklemeden cevabı yapıştırıp:

– Hay ömrüne bereket, demiş; işte o, bizim eşeğin kuyruğudur!


***

 

O BENİ BOĞACAKTI

Nasreddin Hoca rahmetullâhi aleyh, bir gün dostlarından birinin evine yatıya gitmiş. Allah ne verdiyse yenilip içildikten; söz, sohbet de bittikten sonra, Hocaefendi’ye yatacağı yeri göstermişler. Yayla gibi yatak, kardan beyaz çarşaf, kuş tüyü yastık, ipek yorgan velâkin bir gece takkesi eksik... Sen Hoca Nasreddin ol da gel uyu bakalım uyuyabilirsen!.. Hazret alışmamış bir defa başı açık yatmaya...

Ev sahibi hâlden anlayan bir insan amma, gel gör ki, Hocamızın başına göre bir takke yok! Ne yapsın, gitmiş bir sikke (Mevlevî külâhı) getirmiş. Sikke de, sikke hani; içine düşsen çıkamazsın! Hocaefendi başına bir geçirmiş, burnuna kadar inmiş. Bakmış ki olacak gibi değil, tutmuş ortasından bağlamış... Sonra ver elini rüyâlar âlemi...

Ev sahibi, sabahleyin erkenden Hocaefendi’yi namaza kaldırmak için, odaya girip de bu hâli görünce, gülerek:

– Hocaefendi, başındakini boğmuşsun! demiş.

Merhûmda cevap hazır:

– Ne yapayım birâder, demiş, ben onu boğmasaydım, o beni boğacaktı!


***

 

O DA BİR ŞEY Mİ

Acemistan’dan gelen bir molla, Hoca Nasreddin rahmetullâhi aleyh’in de bulunduğu bir mecliste, memleketinin güzelliklerini bire bin katarak anlatıyormuş. Hocaefendi de, bu yüksekten uçuşu, sıla hasretine bağlayıp hoş görüyormuş; fakat misâfir, Şâh’ın saltanatından, debdebesinden söz açınca, levni dönüvermiş. Öyle ya, Anadolu’nun göbeğinde Acem Şâhı’nın tebcîline hangi Selçuklu tahammül edebilir ki, Hoca merhum etsin?.. Acem bir aralık, Şâh’ın yeni yaptırdığı sarayın bin odalı olduğunu, bahçesinin etrafını bir insanın bir ayda bile dolaşamayacağını filan söyleyince, Hoca söze karışıp;

– O da bir şey mi? Sen bizim Sultân’ın Devlethânesi’ni görsen, aklın durur. Boyu beşbin arşın, eni.... demeye kalmamış, içeri Konya’dan yeni gelen bir zât girmiş... Hoca bir yutkunup devam etmiş: Eni... eni de elli arşındır!

Acem dudak bükerek;

– Hocaefendi, bir yanlışın olsa gerek! Eni, boyuna uymadı! deyince, Merhûm;

- Ben enini boyuna uyduracaktım amma, şu muhterem çok aksi bir zamanda teşrif etti! demiş.


***

 

ANNENE KARŞI GELME

Bir gün Nasreddin Hoca rahmetullâhi aleyh, merkebini yularından yederek dalgın dalgın giderken, iki açıkgöz bir oyun düşünmüşler. Birisi bir meselesi varmış gibi Hocaefendi'yi lafa tutup meşgul etmeye başlamış... Öbürü de merkebin yularını çözüp kendi boynuna takmış. Uzun bir yolculuktan sonra bir dönemeçte, Hocaefendi ile konuşan afacan, teşekkür edip ayrılmış. Daha doğrusu eşeği alıp götürmüş. Hocaefendi bir müddet daha dalgın dalgın giderken, arkadaki yürümemek için direnince Hocaefendi kükremiş:

– Bre hayvan, ne diye yürümüyorsun?! Bir de bakmış ki, inat eden eşek değil bir insan. Açıkgöz hemen ağlama numarası yapıp,

– Hocam, ben bir zaman anneme isyan etmiştim... O da bana bedduâ etmişti... O yüzden ben eşek olmuştum. Şimdi herhalde annem beni affetti ki, ben yine eski hâlime döndüm. Sen de Allah rızâsı için salıver de gideyim! der.

Hocaefendi de;

– Hadi bakalım, bir daha annene isyan etme, diyerek salıverir.

Tabiî birkaç gün sonra gene merkebe ihtiyaç hâsıl olur. Hocaefendi ne yapsın, pazara merkep satın almaya gider. Bir de bakar ki, kendi merkebi de satılığa çıkarılanlar arasındadır. Hemen onun yanına varır ve kulağına eğilerek;

– Yine mi annene âsî oldun da bu hâllere düştün?! der.


***

 

KUL TAKSİMİ Mİ, ALLAH TAKSİMİ Mİ?

Nasreddin Hoca merhum, bir çok dinî meseleyi anlatırken, halkın hatırında kalacak bir nükte içerisinde sunmuştur. Böylece anlatılan mesele, nükte ile kodlanacağından hâfızalarda iyi yer eder, geç unutulur. Aslında Hoca’nın nüktelerindeki temel fikir budur. Onun fıkralarını anlamak için bu hususa çok dikkat etmek gerekir.

Bir gün Hoca’nın yanına dört çocuk gelir ve buldukları bir torba cevizi, aralarında bölüşemeyip yardımını istediklerini söylerler.

Çocukların bu durumunu fırsat bilen Hoca, onlara İlâhî hikmeti anlatıp kavratmak ister.

– Peki evlatlarım, taksim etmesine edelim de, der, yalnız Allah taksimi mi istersiniz, yoksa kul taksimi mi? diye sorar.

Çocuklar derhal:

– Elbette Allah taksimi isteriz Hocaefendi! derler.

Bunun üzerine Hoca torbayı açar. Bir avucunu bir çocuğa, iki üç tanesini diğer bir çocuğa ve beş altı tanesini de öbür çocuğa verir, dördüncüye ise hiçbir şey vermez. Çocukların bu taksime akılları hiç ermez. Hayretlerini gizleyemezler ve sorarlar:

– Hocaefendi, bu taksiminden biz bir şey anlayamadık. Bu ne biçim bir taksimdir?

Hoca ciddî bir tavırla:

– Allah taksimi işte böyle olur! O kimine çok, kimine az verir, kimine de hiç vermez, diyerek meseleyi izah eder.

Çünkü bu mânâda adâlet, izafî bir mefhumdur. Allah insanlara nîmeti, mükellefiyetlerine göre bir imtihan için verir. Yani herkes sahip olduğu imkândan, nimetten ve zamandan mes’ûldür.

Eğer, bazılarına çok mal verilmişse, Allah nazarında mes’ûliyet ve mükellefiyetleri de ona göredir. Başta fakire, yoksula, ihtiyaç sahiplerine yardım etmek mecburiyetindedir.

Bu inanç, cemiyeti birbirine daha sıkı bağlarla bağlar. Yani bu münâsebet menfaate dayalı bir münâsebet değil, sorumluluk-yükümlülük ve vazife anlayışına göre teşekkül etmiş bir hayat tarzıdır.


***

 

İPE UN SERMİŞLER

Bir gün, bir komşusu Nasreddin Hoca merhûma gelir, çamaşır ipi ister. “İşim biter bitmez getiririm!” diye de yemin üstüne yemin eder. Ama bu kaçıncı yemin! Hocaefendi de vermemek için, bin dereden su getirir; fakat olmaz. Nihayet başka bahane bulamaz ve;

– Bizimkiler ipe un sermişler! der.

Komşusu;

– İşte kuyruklu-kulaklı bir yalan! Hiç ipe un serilir mi? deyince, Hocaefendi baklayı ağzından çıkarır:

– Vermeye gönlü olmayınca, öyle bir serilir ki!..


***

 

PARAYI VEREN DÜDÜĞÜ ÇALAR

Nasreddin Hoca rahmetullâhi aleyh, çeşitli vesîlelerle gençlere hayatın gerçeklerini öğretmek ister.

Mahalle çocuklarının Hoca’ya düdük ısmarlamaları bu mevzuda dikkat çekici bir nüktedir. Çünkü Hoca merhum düdüğü, parayı verene getirmiştir.

Bu ders tazeliğini ve ehemmiyetini asırlar boyu kaybetmemiştir. Bundan sonra da değerini koruyacaktır.

Zira çalışan kazanır, yerde uyuyan düşme korkusu çekmez.

Hak etmeden, alınlar terlemeden, sorumluluk ve yükümlülükleri yerine getirmeden, başkalarının sırtından geçinmeye çalışmak ve insanlara yük olmak, anormal bir hayat tarzıdır.

Hoca bu gibi kişilerin başarılı olamayacaklarını, eninde sonunda sıkıntıya gireceklerini, her zaman borularını öttüremeyeceklerini hatırlatmaktadır.
***

Allah Teala ruhaniyetlerini bizlerden hoşnut eylesin. Sürç-i lisan etmişsek, af buyursun. Şefaatlerine nail kılsın.

 

{tortags,475,1}

Go to top