Tahir Nadi anlatıyor:
“Diyarbakır’da muallim bulunuyor ve oradaki medresenin bir odasında oturuyordum. Bir kış gecesi.... Semâveri ateşlemiş, demlenmiş çayımı içmeye hazırlanmış iken ansızın Vâli Ârif Paşa’nın ağası gelip karşıma dikildi.
— Paşa, dedi, seni istiyor!
Keyfim kaçtı. Buram-buram kar yağarken rahatımı bozmak, sıcak odamı bırakmak istemedim.
— Yarın gelirim! dedim. Gitti, bir müddet sonra tekrar geldi.
— Paşa, al gel, gelmezse zorla getir! buyurdu, deyince, çaresiz giyindim. Yola düzüldük ve paşanın huzuruna vardık. Paşa, ilim ve irfan sahibi bir zât idi. Mektupçusu (yazı işlerine bakan zât) ise tam mânâsıyla câhil ve kaba, fazla olarak da kendini âlim ve zarif sayan bir ham ervah hödük idi. Odadan içeri girdiğimde orada memleketin eşrâfı, ileri gelenler ve memurların da bulunduklarını gördüm.
Paşa ayağa kalkınca hepsi birden hürmet göstermekte acele ettiler. Bana yer gösterildi; oturdum. Paşa:
— Hoca, dedi, seni ne diye çağırttım biliyor musun?
— Hayır, dedim, bilmiyorum!
— (Mektupçuyu göstererek) Bizim mektupçu kendini pek beğenir. Şunu bir güzel hicvet de bu huyundan vaz geçsin. Hadi göreyim seni!
Vaziyeti kavradım. Şöylece bir etrafıma baktım; herkes susmuş, ben ne söyleyeceğim diye dikkat kesilmişlerdi. Sonra mektupçuyu süzdüm. O da hiddetini yenmiş, fakat kıpkırmızı kesilmiş, mağrur ve sert bakışlarını bana dikmişti. Derhal cevap verdim:
— Emredersiniz paşam! Bu zâtı hicvetmek kolaydır, dedim. Ancak müsâade buyurunuz da önce “hicv”in ne demek olduğunu kısaca arz edeyim. Mâlûm-i devletinizdir: “Hiciv”; mevzû olan şahısta maddî ve mânevî ne kadar güzellikler varsa onların hepsini de yok ederek, her birinin aksi olan ne kadar kötülükler ve münâsebetsizlikler varsa onları isnat eylemekten ibârettir. (Mektupçubaşıyı göstererek) Ben bu zâta bütün dikkatimi üzerinde toplayarak bakıyorum. Onda maddî ve mânevî güzellik ve iyilik nâmına hiçbir şeyi göremiyorum ki, bunları teker teker selbedip de zıtları olan çirkinlikleri ona isnat edebileyim. :?: :!:
Oradakiler son derece memnun, mektupçu utancından büzülmüş ve üzülmüş idi... Paşa:
— Hiciv bundan güzel olamaz ve mektupçu daha mükemmel hicvedilemez, dedi.
***
Evet, gerçekten de hicvin mâhiyeti bundan daha güzel anlatılamazdı. (Hilmi Yücebaş, Hiciv Edebiyâtı Antolojisi, Aka Kitabevi, İstanbul, 1961, s. 5-6)
***
HİCİVDE ZARÂFET
Şâir İbnü’r-Rûmî’nin iğneli dilinden bıkan Emîr (devlet reisi), onu, dâvet ettiği bir ziyâfette zehirletiyor. Zekî şâir zehirlendiğini anlayınca meclisi terkederken, Emîr ile aralarında şu konuşma geçiyor:
— Böyle birdenbire kalkıp nereye gidiyorsun? :?: :?: :?:
— Gönderdiğin yere... :!: :!: :!:
— Bizim pedere selâm söyle... :(
— Cehenneme uğrayacak değilim!.. :?
Ne ince karşılıklar, öyle değil mi? “Âhirete” demiyor da, zehirlendiğini anladığını vâsıtalı beyan ile, “Gönderdiğin yere” diyor. Ondan sonra Emîr’in, “Babam da oradadır. Selâm söyle” siparişine karşı, “Baban cehennemdedir, ben cennete ulaşıyorum” demeyip de, “Ben cehenneme uğrayacak değilim” tarzında cevap vermesi, hicvin en acı ve de en zarîf şeklidir.
***
"SADIK" OLDUĞUNDA ŞÜPHE YOK!
"Tahir Efendi bana kelb demiş
İltifatı bu sözde zahirdir
Mâlik'i mezhebim benim zira
İtikadımca kelb Tahirdir."
(Nef'î)
Tahiru'l-Mevlevi Kulelil Askeri Lisesi'nde edebiyat öğretmenliği yaparken, okula yeni bir edebiyat öğretmeni daha tayin edilir. Yeni hoca gençtir, biraz da ukalacadır. Adı da SADIK'tır. Tahiru'l-Mevlevi'ye durmadan takılır... Bir dönemin soylularından Tahir Efendi'nin şair Nef'î'ye "kelb" diyerek sataşmasına ve Nef'i'nin buna verdiği tarihe geçen -yukarıdaki- cevabi dörtlüğüne atıfta bulunarak,
- Yahu hoca, der, şu kelbin (köpeğin) tahir (temiz) olup olmadığı hâlâ vuzuha kavuşmadı mı?
Bir, iki, üç, derken..., yine bir gün kalabalık bir davetli kitlesinin önünde aynı münasebetsiz soruyu sorar...
Tahiru'l-Mevlevi'nin artık "sabır çanağı" taşmıştır... O meşhur cevabını yapıştırır:
- Kelbin tahir olup olmadığı el'an meşkük... Ammaaaa!.. Kelbin "SADIK" olduğunda şüphe yok! der.
***
Aslında hiciv, hicivcinin edebiyat sanatını kullanarak konuştuklarını kötülüklerle teşhîridir. Bir başka ifadeyle hiciv; “medh”in zıddıdır.
“Medhiye” tâbiri altında mütâlaa olunabilecek kasîdeler; bir zâtı, bir binâyı, bir yeri, bir vak‘ayı nasıl hakikatin üstüne çıkarak överse, “hicviyeler” de yine gerçeği bir yana atarak, öylece yerer. Ama yukarıdaki örnek, zarâfeti cihetiyle, târif olunandan epeyce farklıdır.
{tortags,477,1}