Halis ECE

Emîru’l-mü’minîn Hz. Ömer b. Hattab (r.a.) anlatıyor:

Resûlüllah (s.a.v.) ashâbıyla bir toplantı hâlindeydi. Benî Süleym kabîlesinden bir bedevî geldi. Bir keler (kertenkele) avlamıştı. Onu pişirip yemek için eşyalarının yanına gidiyordu. Topluluğu görünce,

— Bu kalabalık kimin başına toplanmış? diye sordu. Oradakiler:

— Peygamber olduğunu söyleyen zâtın etrafında, dediler. O bedevî kalabalığı yardı, Resûlüllah'ın (s.a.v.) karşısına geçti ve şöyle dedi:

— Yâ Muhammed, Lât ve Uzzâ’ya yemin olsun ki, senden daha yalancısını ve senden daha çok kendisinden nefret ettiğim birisini anneler karınlarında taşımadı. Eğer kavmim beni aceleci olarak isimlendirecek olmasaydı, seni öldürür ve bununla bütün insanları sevindirirdim.

Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.),

— Yâ Resûlellah, bırak şunu öldüreyim, dedi. Resûlüllah (s.a.v.),

— Bilmez misin; halîm (yumuşak huylu kişi), nerede ise peygamber olacaktı? [Yani yumuşak huyluluk kişiyi neredeyse peygamber yapacak bir haslettir] buyurdu.

Sonra adam Resûlüllah’a (s.a.v.),

— Lât ve Uzzâ’ya yemin olsun ki sana îman etmeyeceğim, dedi.

Resûlüllah (s.a.v.) adama,

— Ey a‘râbî! Bu sözleri söylemeye, hakikat olmayan şeyleri konuşmaya, meclisimde bana saygısızlık etmeye seni iten sebep nedir? buyurdu.

Bedevî, Resûlüllah’ı (s.a.v.) küçümsemek için,

— Hâlâ benimle konuşuyor musun sen? Lât ve Uzzâ’ya yemin olsun ki, şu keler, sana îman etmedikçe ben de sana îman etmeyeceğim! dedi. Sonra da koynundan keler’i çıkarıp Resûlüllah’ın (s.a.v.) önüne bıraktı.

Resûlüllah (s.a.v.),

— Ey keler! diye seslendi.

Keler, oradaki herkesin anlayacağı fasih bir Arapça ile,

— Buyur, emrine âmâdeyim, ey âlemlerin Rabb’inin Resûlü! dedi.

Resûlüllah (s.a.v.),

— Sen kime ibâdet ediyorsun? diye sordu. Keler,

— Semâda Arş’ı, yerde saltanâtı, denizde yolu, cennette rahmeti, cehennemde azâbı olana ibâdet ediyorum, cevabını verdi.

Resûlüllah (s.a.v.),

— Ey keler, ben kimim? diye sordu. Keler,

— Sen âlemlerin Rabb’inin Resûlü ve peygamberlerin sonuncususun. Seni tasdik eden kurtuluşa erer, seni yalanlayan da hüsrâna uğrar! dedi.

Bunu işiten bedevî şunları söyledi:

— Ben şehâdet ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur. Sen de Allâh’ın Resûlü’sün. Allâh’a yemin ederim ki; sana geldiğimde, yeryüzünde kendisine senden daha çok kızdığım bir kimse yoktu. Ve yine Allâh’a yemin ederim ki, şu anda sen bana, canımdan ve babamdan daha sevimlisin. Ben sana cildimle, kılımla, içimle-dışımla, sırrımla-aleniyetimle velhâsıl bütün benliğimle îman ettim.

Bunun üzerine Resûlüllah (s.a.v.),

— Seni, her şeyden daha ulvî (yüce) olan bu dîne hidâyet eden Allâh’a hamdolsun. Allah bu dîni ancak namazla kabul eder. Namazı da ancak Kur’an’la kabul eder, buyurdu ve sonra ona Fâtiha ve İhlâs sûrelerini öğretti. Bedevî,

— Yâ Resûlüllah, Allâh’a yemin ederim ki, nesir olarak da, şiir olarak da bundan daha güzel sözler işitmedim, dedi. Resûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

— Bu, âlemlerin Rabb’inin kelâmıdır, şiir değildir. İhlâs sûresini bir kez okursan, Kur’ân’ın üçte birini okumuş kadar; iki defa okursan, üçte ikisini okumuş kadar; üç kerre okursan, tamamını okumuş kadar sevap kazanırsın.

Bedevî,

— Bizim İlâhımız ne güzel İlâh! Az şeyi kabul ediyor, bol ecir veriyor, dedi. Bu esnada Resûlüllah (s.a.v.), bedevîye, malı olup olmadığını sordu ve onun da,

— Kabîlem içerisinde benden daha fakir birisi yoktur, demesi üzerine Resûlüllah (s.a.v.),

— Buna bir şeyler verin, diye emretti. Onlar da bedevîye çokça mal verip, onu nimete boğdular. Abdurrahman bin Avf (r.a.) ayağa kalkıp şöyle dedi:

— Yâ Resûlellah, benim yanımda Horasan devesinden düşük, başıboş develerden daha yüksek kıymete sahip on aylık gebe bir devem var. Allâh’a kurbiyyet için bunu vermek istiyorum.

Resûlüllah (s.a.v.) Abdurrahman bin Avf’a (r.a.),

— Sen ona vereceğin devenin vasfını açıkladın. Ben de Allâh’ın cennette sana, karşılık olarak vereceği devenin vasfını açıklayayım mı? buyurdu.

Abdurrahman bin Avf (r.a.),

— Evet, açıkla(yın yâ Resûlellah), deyince, Resûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

— Kıyâmet gününde sana, içi oyulmuş inciden yapılmış bir deve verilecektir. Ayakları yeşil zebercetten, boynu sarı zebercettendir. Üzerinde bir mahfil vardır. Mahfilin üzerinde ipek ve ibrişimler vardır. Bu deve seni Sırat üzerinden şimşek gibi geçirecektir.

Biraz sonra bedevî, Resûlüllah’ın (s.a.v.) yanından ayrıldı. Yolda Benî Süleym kabîlesinden eli kılıçlı ve kargılı 1000 (bin) kişilik bir süvâri birliği ile karşılaştı. Onlara,

— Nereye gidiyorsunuz? diye sordu. Onlar,

— Peygamber olduğu yalanını söyleyen adamı öldürmeye gidiyoruz, dediler. Bedevî,

— Ben şehâdet ederim ki, Allah’tan başka ilâh yoktur ve Muhammed Allâh’ın Resûlü’dür, dedi. Onlar,

— Sen Sâbiî mi oldun (din mi değiştirdin)? dediler. O,

— Hayır, Sâbiî olmadım, dedi. Sonra da onlara, Resûlüllah (s.a.v.) ile aralarında geçen hâdiseyi anlattı. Onlar,

— Biz hepimiz ‘Allah’tan başka ilâh yoktur ve Muhammed Allâh’ın Resûlü’dür’ diyoruz, dediler. Ve hemen Resûlüllah’a (s.a.v.) gittiler. Resûlüllah (s.a.v.) onları karşıladı. Onlar hayvanlarından inerek Resûlüllah’ın (s.a.v.) rast gelen yerini öpmeye başladılar. Bir yandan da, ‘Allah’tan başka ilâh yoktur ve Muhammed Allâh’ın Resûlü’dür’ diye tekrar ediyorlar ve ‘Yâ Resûlellah, bize ne emredeceksen emret!’ diyorlardı.

Resûlüllah (s.a.v.) onlara,

— Hâlit bin Velid’in (r.a.) sancağı altında olun, buyurdu.

Araplar’dan bunlar gibi topluca Müslüman olan başka bin kişilik bir grup görülmedi.” (Taberânî, Mu‘cemü’s-Sağîr, II, H. No: 653)
***

BU HADİSEDEN VE HADİS'TEN ALINACAK DERSLER

Bu hâdise bizlere;

Bir taraftan insanları Allâh’a dâvet, dîni tebliğ yolunda Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) eziyet ve hakaretlere karşı olan tavranı, sabrını, tahammülünü, hilminin/yumşaklığının derecesini göstermekte ve böylece bu yolda, bu meslekte olanlara çok güzel bir örnek teşkil etmektedir.

Diğer taraftan, Resûlüllah Efendimiz’in (s.a.v.) çeşitli mu‘cizelerinden hayvanların konuşması ile alâkalı bir mu‘cizeye yer verilmiş... Nitekim deve, kurt ve daha pekçok hayvan bir mu‘cize olarak Peygamberimiz’le (s.a.v.) konuşmuş, onun Allâh’ın Resûlü olduğuna şâhitlik etmişlerdir.

Öbür taraftan da, "İslâm'da beş şart yoktur" gibi hezeyanlara cevap vermektedir. Sadece kelime-i şahadet getirmekle işin bitmediğini, diğer vazifelerin de yerine getirilmesi icap ettiğini göstermektedir.

Nasıl mı?

Her şeyden evvel İslâm'ın esasında "inanç", "amel" ve "ahlâk" sacayağının bulunduğunu bildiriyor. İnanılması gerekenlere inanacaksın, yapalıması gerekenleri yapacaksın, uyulması gerekenlere uyacaksın. Eğer yalnızca kelime-i şahadet yeterli idiyse, Rasûlüllah (s.a.v.) Efendimiz bedeviyi şahadetinden sonra neden salıvermedi de ona namazı-niyazı öğretti?! Öyle değil mi?

Tabii bunların dışında da çıkartılacak pekçok ders ve dersler vardır bu hadisede... Onları da okuyucularımızın şuur ve idrâklerine havale ediyoruz.
***

AFFETMEK ÜZERİNE GÜZEL SÖZLER:

• Suçludan öç almak adâlet, onu bağışlamaksa fazîlettir. (M. Câmi k.s.)

• Affetmenin ne olduğunu, yalnız cesur olanlar bilir. Korkakların tabiatında af diye bir şey yoktur. (Laurence Sterne)

• Bir düşmanı affetmek, bir dostu affetmekten daha kolaydır. (Mme Dorethe Deluzy)

Go to top