Halis ECE
Cenab-ı Mevla-yi zû’l-Celâl ve’l-Kemâl hazretleri yüce kutabımız Kur’an-ı Kerim’inde şöyle buyuruyor:
“Size ne oldu da Allah yolunda ve ‘Rabbimiz! Bizi, halkı zalim olan bu şehirden çıkar, bize tarafından bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı yolla!’ diyen zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar (zayıflar-mazlumlar) uğrunda savaşmıyorsunuz!” (Nisa suresi, 75)
İşte bu hitap, Ümmü'l-Kurâ olan Mekke'ye işarettir. Zira müşrik olan Mekke halkı, zayıflara ve özellikle içlerinde bulunan mü’minlere son derece zulüm ve eziyet ediyorlardı… Ve zaten; "Çünkü şirk elbette büyük bir zulümdür." (Lokman, 31/13) âyetinin mânâsı gereğince Allah'a şirk koşmak zulümlerin başı ve en büyüğüdür.
Allah Teâlâ zulme uğrayanların dualarını kabul ederek Habîb-i Edîbinin (s.a.v.) eli ile Müslümanlara Mekke'nin fethini nasip etmiş... O yüce Rasûlün (s.a.v.) yardımı ile mü’minleri, gaye ve hediflerine eriştirerek aziz kılmıştır. Ayetin nüzul sebebi bu olmakla birlikte, işaret edilen hususlar kıyamet sabahına kadar aynen geçerlidir. Güçlü-kuvvetli durumda olan mü’minler, zayıf durumda olanlara mutlaka yardım etmelidir/edeceklerdir de…
Demek ki savaş ile bir yeri işgal etmek; ancak böyle Allah rızası için, zulme uğrayanları, zalimlerin pençesinden kurtarmak ve halk üzerinde Allah Teâlâ'nın âdil hükümlerini ve rahmetini tatbik etmek için meşru olabilir… Yoksa zulmü-işkenceyi-baskıyı yaygınlaştırmak ve ülkeleri istila etmek gibi sırf tecavüz ve saldırı için savaşmak asla meşru değildir. (Elmalı’lı, Hak Dini Kur’an Dili, ilgili ayet tefsiri)
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) buyurdular ki:
“Allah Teala Müslümanlara, zayıfların duası sebebiyle yardım eder.” (Taberânî, H. No: 4160)
“Allâh (c.c.) bu ümmete; zayıfların duâsı, namazları ve ihlâsları sebebiyle yardım eder.” (Nesâî, Sünen, Cihâd, 43)
“Hiç şüphe yok ki, üç kimsenin yaptığı dua kabul edilir: Anne-babanın çocuklarına yaptığı dua, misafirin duası ve zulme uğramış (zalime karşı zayıf) kimsenin duası.” (Ebû Davud, Sünen, Salât, 364; Tirmizî, Sünen, De’avât, 48; bk. Heysemî, Ed’ıye, 17, H. No: 17229)
***
Gerek ayet-i kerime ve gerekse hadis-i şeriflerden anlıyoruz ki; öncelikli vazifemiz fakirlere-yoksullara-muhtaçlara, kısacası zayıflara yardım etmek… Onları, maruz kaldıkları her türlü sıkıntıdan kurtarmak için çaba göstermek… İcap ediyorsa savaşmaktır.
Eğer üzerimize düşen bu vazifeyi tam ve kâmil manada yapabiliyorsak, işte o zaman onlardan dua istemeye hakkımız olur… Rabbimizin rahmet ve re’efetine nail oluruz. Yoksa hangi yüzle onlardan dua talep edebilir, Allah’ın rahmetini umabilriz!
***
Fakirlerin, İslâm toplumunda bir yük değil, aksine feyiz ve bereket kaynağı olarak kabul edildiğini, şu hadis-i şerifler açıkça göstermektedir:
1) “Bana zayıfları çağırınız! Çünkü siz, ancak zayıflarınız(ın duâ ve bereketi) ile rızıklandırılır ve yardım edilirsiniz.” (Buhârî, Sahih, Cihâd, 76)
2) Ümeyye bin Hâlid (r.a.) anlatıyor: Rasûlullâh (s.a.v.), fakir olan muhâcirler hürmetine Müslümanlara zafer ve yardım ihsân etmesini Allâh’tan taleb ederdi. (Bkz. Taberânî, Mu’cemu’l-Kebîr, I, 292)
Günümüzde zekâtlar tam olarak verilse, sadaka-nafaka, hayır ve hasenat müessesesi kâmil manada işlese, toplumda fakir ve muzdarip insanların yok denecek kadar azalacağı âşikârdır.
Nitekim Halife Ömer bin Abdülazîz (r.aelyh) devrinde vâlîler, “zekât verecek kimse bulamadıklarını” bildirerek, halîfeden ne yapacakları husûsunda kendilerine yol göstermesini istemişlerdir. Çünkü bütün imkân sâhipleri, zekât borçlarını tam olarak ödüyorlardı. Cemiyetteki bu hâl, sahip olunan servetin, Allah için gereği gibi infâk edilmesi netîcesinde yaşanan bereketin bir tezâhürüdür.
Yine Ömer bin Abdülaziz’in tellâllar (yüksek sesle bağırarak dolaşan münâdiler) tutarak halka:
“–Nerede borçlular! Muhtaçlar, yetimler, evlenmek isteyen fakirler, mazlumlar nerede! Ey hak ve ihtiyaç sâhipleri! Geliniz ve haklarınızı alınız!..” diye ilan ettirmesi, eriştikleri yüksek seviyeyi gösteren pek dikkat çekici bir vâkıadır.
Hanımı Fâtıma (rahmetullahi aleyha) anlatıyor:
“Birgün Ömer bin Abdülaziz’in yanına girdim. Namazgâhında oturmuş, elini alnına dayamış, durmadan ağlıyor, gözyaşları yanaklarını ıslatıyordu. Ona:
“– Nedir bu hâlin?” diye sordum. Şöyle cevap verdi:
“– Fâtıma! Bu ümmetin en ağır yükünü omuzlarımda taşıyorum. Ümmet içindeki açlar, fakirler, hasta olup da ilaç bulamayanlar, sırtına giyecek elbisesi olmayan muhtaçlar, boynu bükük yetimler, yalnızlığa terkedilmiş dul kadınlar, hakkını arayamayan mazlumlar, küfür ve gurbet diyarlarındaki müslüman esirler, ihtiyaçlarını karşılayabilmek için çalışmaya tâkati olmayan muhtaç yaşlılar, âile efrâdı kalabalık olan fakir âile reisleri… Yakın ve uzak diyarlardaki böyle mümin kardeşlerimi düşündükçe yükümün altında ezilip duruyorum. Yarın hesap gününde Rabbim bunlar için beni sorguya çekerse, Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- bunlar için bana itâb ve serzenişte bulunursa, ben nasıl cevap vereceğim!..” (İbn-i Kesîr, Tefsir, IX, 201)
Ömer bin Abdülaziz’in hanımının naklettiği bu sözler, aslında her mü’min gönlün sâhip olması gereken incelik ve hassâsiyeti sergilemektedir.
Bir mü’minin merhamet, şefkat, rikkat ve hassâsiyetle kanatlarını kuşanabilmesinin yolu da, yapılan infaklardan, asakalardan, hayır ve hasenattan geçmektedir. Nitekim kalbinin kasvetinden/katılığından şikâyet eden bir sahâbîye Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.):
“Eğer kalbinin yumuşamasını istiyorsan fakiri yedir, yetimin başını okşa!..” (Ahmed bin Hanbel, Müsned, II, 263) buyurmuştur.
Dilerseniz yazımızı Hz. Mevlânâ’nın şu mânidar sözleriyle noktalayalım. O, fakir-zayıf ve dertlilerle alâkadar olmanın temin ettiği bu mânevî faideyi şöyle dile getirmektedir:
“Fakr u zarûret içinde boğulan gönüller, dumanla dolu bir eve benzer. Sen onların derdini dinlemek ve o derde dermân olmak sûretiyle o dumanlı eve bir pencere aç ki, onun dumanı çekilsin ve senin de kalbin rakîkleşip rûhun incelsin!..”