İnsanlar ve sair canlılar gibi ilmin-irfânın da vatanı vardır. Mekânın şerefi de, atalarımızın dediği gibi, mekîn iledir. Hz. Âdem’le yeryüzüne gelen ilim, peygamberlerin bulunduğu noktalardan taliplerinin olduğu beldelere-şehirlere-ülkelere doğru bazen yayılmış bazen de gördüğü tazyik yüzünden hicret etmek zorunda kalmıştır. Nitekim risâletle birlikte önce Mekke, ardından Medine ilmin merkezi olmuş, ilerleyen yıllarda Kûfe, Mısır, Şam gibi şehirlere de yayılan ilim, zamanla bu bölgelerden daha kuzeye doğru kaymış Merv, Serahs, Buhara, Semerkand gibi merkezlere hicret etmiştir. Moğol saldırısı, ilmin yön değiştirmesine, Anadolu üzerinden İstanbul’a hicret etmesine vesile olmuştur. Âlim, medrese ve kütüphaneleriyle İstanbul, geçtiğimiz asra kadar ilmin en güçlü olduğu bir kaç şehir arasında yer almıştır.
Yakın dönemde İstanbul’un yaşadığı acı tecrübeler ilmin, âlimlerle birlikte buradan hicret etmesine ve asırların mahsulü olan zengin ilmî birikimin de zâyi olmasına yol açmıştır. İstanbul’un bu çerçevede kaybettiği hazinelerden biri de Meşîhat’ta “ders vekilliği” makamında bulunan Muhammed Zahid Kevserî’dir (1879-1952). Kevserî istibdadın hüküm sürdüğü İstanbul’da ilim ve fikir hürriyeti gibi kendi hayatının da tehdit altında olduğunu görünce, ilmî ortamın daha canlı ve hür olduğunu düşündüğü Mısır’a hicret eder. Ne var ki sahih İslâmî düşüncenin muarızları burada da boş durmaz. Devlet erkânı nezdinde çeşitli girişimlerde bulunup, Kevserî’nin Mısır’dan sürülmesini talep ederler; fakat bir netice alamazlar.
Kevserî, İstanbul’un susturulması ile İslâm âleminde tek kalan Kahire’de, notlarla neşrettiği yazma eserlerle, telif ettiği makale ve kitaplarla bütün İslam âlemine hitap etme imkânı bulur. Yeni neslin sahih bir akîde üzerine yetişmesine katkı sağlar. Farklı âlim ve talebeler tarafından kendisine yöneltilen müşkil sorulara doyurucu cevaplar verir; ya da onları gerekli bilgiyi verecek kaynaklara havale eder. O, hayatı boyunca, modernite ile mücadele eden saf zihinler için kurtarıcı bilgileri sunan bir sığınak, kıymetli kitapları barındıran bir kütüphane vazifesi görür. İslamî ilimler hâfızı olarak, medeniyete muhafızlık yapar.
Mısır’a (1922) hicret etmesinden sonraki süreçte hadisten kelâma, fıkıhtan tarihe, akaitten tasavvufa kadar birçok alanda te’lif ve tahkik ettiği eserlerinde tecdid ve ıslah kavramları adı altında yürütülen deformist ve dayatmacı yaklaşımı reddeder. İslâm’ın özünden uzaklaşmaya sebep olan yenilenmenin, dini tahrif etmek anlamına geldiğine vurgu yapan Kevserî, yenilenmenin dinin özünden taviz vermeden İslamî esaslar çerçevesinde olması gerektiğini savunur.
Kevserî, fıkıh ve hadiste “imam” seviyesinde, diğer ilimlerde de ileri derecede bilgiye sahipti. İbn Cerîr et-Taberî için söylenen şu ifadeleri, onun için de kullanmak mubalağa olmayacaktır:
“O Kur’an’a o derece vakıftı ki (tefsir yaparken) muhatapları onu, bütün zamanını Kur’an’a adamış bir müfessir, (hadis rivayet ederken) sadece hadis bilen bir muhaddis, fıkıhta sadece fıkıh bilen bir fakih, nahivde sadece nahiv bilen bir lisaniyat âlimi ve hesapta ondan başka bir şey bilmeyen bir hesap uzmanı zannederlerdi.” [İbrahim Muhammed Selkînî, Hayatu’t-Taberî, (el-İmamu’t-Taberî içerisinde), Beyrut, 2001, s. 37] Yani sayılan bu ilimlerde o derece etraflı bilgi sahibi idi ki, muhatapları onu, bütün zamanını sadece bir ilme ayırmış zannederlerdi.
Üstad Muhammed Avvame yukarıdaki teşbihi destekler mahiyette şöyle demektedir:
“Kevserî ilmi yükselten adamdır. Hem hadiste hem usûlde büyük bir muhakkiktir. Mezhepte, mukayeseli fıkıhta, akîdede, eski ve yeni felsefede, edebiyât, şiir, tarih, bunun yanında ahlâk, tasavvuf ve seyr u sulûk’ta,… imamdır.”
Ebû’l-Vefa el-Afganî, onu, muhakkik âlimler için kullanılan, aynı zamanda da kişinin ihtisas alanı ile alakalı bilgi veren şu vasıflarla zikreder: “Allâme, Muhakkik, Mudakkik, el-Fakîhu’l-Kebîr, el-Muhaddisu’ş-Şehîr Mevlanâ Şeyh Muhammed Zahid el-Kevserî…” [Ebû Bekr Muhammed es-Serahsî, Usûl, (Ebû’l-Vefâ el-Afganî’nin takdim yazısı), Beyrut, 1993, I, 8] Benzer ifadeleri birkaç fazlasıyla Kevserî nisbesiyle anılmakla iftihar eden Ebû Gudde de kullanır. [Zafer Ahmed et-Tahânevî, Kavâid fî Ulûmi’l-Hadîs, (Ebû Gudde’nin takrizi), Kahire, 2000, s. 13]
Bir başkası onu, temel İslâmî ilimlere vukûfiyeti, yazdığı konularda doyurucu bilgiler vermesi, ilmi tek başına omuzlayacak kudreti haiz olması, akranlarına göre üstünlüğü gibi özelliklerinden dolayı, “Raviyetü’l-Asr” “Eminü’t-Türasi’l-İslâmî” olarak vasıflandırır. [Muhammed Zahid el-Kevserî, Mukaddimâtü’l-İmam el-Kevserî, (Muhammed Receb el-Beyyumî’nin takdim yazısı), Beyrut, 1997, s. 19 vd.]
Kevserî’nin bihakkın takdir edilemediğinden şikayet eden Muhammed el-Bennûrî, çeşitli dergilerde tab‘ edilen makale ve mukaddimelerini bir araya getirmek istediğini, bunu merhuma da arz ettiğini söyler. Bennûrî, daha sonra Rıdvan Muhammed Rıdvan’ın bir araya getirip tab‘ ettiği “Makâlât’a yazdığı mukaddimenin ilk sayfasında Kevserî’ye atıfta bulunmak maksadıyla İbn Sa‘d’ın “Tabakât”ından Mesruk’un, Abdullah b. Mes’ud (r.a.) hakkındaki bir değerlendirmesini nakleder. Mesruk şöyle demektedir:
“Allah Rasûlü’nün (s.a.v.) çok sayıda ashabı ile birlikte oldum. Benim nazarımda onlar kendilerinden insanların su ihtiyaçlarını giderdikleri göller (ihâz) gibiydiler. Şöyle ki: O göletlerden bazısı bir, bazısı iki, bazısı on kişinin susuzluğunu giderecek çapa sahipti. Yine bazıları vardı ki, bütün yeryüzü halkı onun başında toplansa hepsini suya kandırıp geri gönderir. Bana göre Abdullah b. Mes’ud (r.a.), böyle bir göldür.’ Bennurî devamla şöyle der: Bu değerlendirme günümüzün ‘Muhakkiku’l-Asr’ı (asrın muhakkiki) Zahid el-Kevserî’ye tam uymaktadır.” [el-Kevserî, Makâlât, (Muhammed Yusuf el-Bennûrî’nin takdim yazısı), Kahire, ty., s. 3]
Üstad Muhammed Avvame; “Allah Teala’nın ilim için yarattığı adam” olarak vasfettiği Kevserî ile alakalı Halep müftüsü Esad el-Ebedî’nin; “İki yüz senedir dünyaya onun gibi bir alim gelmemiştir.” dediğini nakletmektedir. Yine Mustafa Zerka’nın da şöyle dediğini bildirmektedir: “Allah Teâla bu ümmete zaman zaman istisnai kişiler gönderir. İşte Kevserî de onlardandır. İlim bazen azalır; yeryüzünden çekilir; bu istisnai kişilerle tekrar yükselir.”
Mustafa Sabri Efendi de Kevserî gibi bir ders vekiline sahip olduğundan dolayı muasırları olan şeyhulislamlara karşı iftihar eder. O, Fatih Medreseleri’nin Ezher’e karşı “Te’nibü’l-Hatîb” ve “en-Nüketu’t-Tarîfe” gibi her türlü övgüye lâyık eserlerin müellifini yetiştirmek ve müderris olarak bağrında tutmakla, haklı bir iftihara sahip olduğunu söyler. Yine Kevserî’yi, hadis ve fıkıh okyanusunda benzeri olmayan dalgıç olarak tavsif eder. [Bkz. Mustafa Sabri, Mevkıfu’l-Akl-i ve’l-İlm-i ve’l-Alem min Rabi’l-Alemîn, (Dip. not: 1-2) Beyrut, 1981, III, 393]
Kevserî’yi tasvib edenler gibi, insaflı bir şekilde tenkid edenler de onun ilmî ehliyetini takdir etmişlerdir. Nitekim ona karşı “et-Tenkîl”i kaleme alan Muallimî, tahkikli olarak neşrettiği İbn Ebî Hatim er-Razi’nin “el-Cerh ve’t-Ta’dil”ine yazdığı mukaddimenin sonlarında şunları söyler: “Büyük âlim üstat Muhammet Zahid el Kevserî -Allah ömrünü uzatsın- ‘Takdîmetü Cerh ve’t-Ta’dil’in İstanbul’daki Murat Molla kütüphanesinde bir nüshasının bulunduğunu bildirmektedir. Allah ondan razı olsun, Allah onu ilme hizmette ve ilmi yaymada muvaffak eylesin.”
Muhammed Ebû Zehre (1898-1974) de, “el-İmâmu’l-Kevserî” başlıklı makalesinde Ondan 11 defa “imam” olarak bahseder. Hâfız, huccet ve hâkim kavramlarını ihtiva eden âlime “imam” denir. İmam, müçtehit anlamında da kullanılmaktadır.
Kevserî’yi tenkit eden mutaassıb kişiler, ilmî kudreti karşısında yetersiz kaldıklarını fark edince hiç de ilmî olmayan bir yola başvurup, onu İbn Ebî Şeybe, Hatib el-Bağdadî, Cüveynî gibi zevatın eserlerinin İmam-ı Azam Ebû Hanife (rh.) ile alakalı bölümlerine reddiye yazması ve bir haksızlığın giderilmesini temin etmesinden dolayı “mutaassıb” olarak itham ederler.
Kevserî’nin reddiye yazdığı âlimler arasında yer alan İbn Ebî Şeybe; el-Musannef adlı eserinde İmam-ı Azam Ebû Hanîfe’nin (rh.) hadislere muhalefet ettiğini özel bir bölümde sıraladığı 125 mevzuda isbatlamaya çalışır. Kevserî, el-Musannef’in İmam-ı Azam Ebû Hanife (rh.) ile ilgili bölümü tab‘ edilince, haksız ithamlara cevap vermeyi ihkak-ı hak görür ve “en-Nüketu’t-Tarife”yi kaleme alır. [el-Kevserî, en-Nüketu’t-Tarîfe fi’t-Tahaddüs-i an Rudûd-i İbn Ebî Şeybe alâ Ebî Hanîfe, Kahire, 1365] Fakat Ezher Şeyhi Mustafa Abdurrezâk’a verdiği raporda Ezher’de okutulmasını istediği kitaplar arasında İbn Ebî Şeybe’nin “el-Musannef”ini de zikreder. [el-Kevserî, Makâlât, s. 485] Onun bu teklifi, tenkit ettiği âlimlere karşı mutaassıb bir tavır içinde olmadığını göstermektedir. Ya da hakkın tam olarak ortaya çıkması için, mukabilinin yani aksi yöndeki iddiaların da bilinmesi gerektiğine işaret eder.
el-Bağdadî’de, “Tarihu Medineti’s-Selam/Bağdat” adlı hacimli eserinin XV. cildinde; “Eğer Allah Rasûlü bana ya da ben ona yetişseydim, muhakkak ki peygamber bir çok görüşümü kabul ederdi.” gibi hiçbir Müslümanın söyleyemeyeceği ifadeleri İmam-ı Azam Ebû Hanife’ye (rh.) isnat eder. Yine Ebu Hanife biyografisinin son bölümünde, İmam’ın “Deccal”(!) olduğunu iddia eden rivayetleri nakleder. [Bağdadi, a.g.e., XV, 532] Kevserî’nin, yukarıdaki itham ve iddiaların sahibi el-Bağdadî’ye, “Te’nîbü’l-Hatîb” adlı eseriyle cevap vermesi ya da “Köpek derisinden yapılan elbise içerisinde, şarapla abdest alıp ardından da işte bu Hanefîlere göre caiz olan namazdır.” diyen el-Cüveynî’ye karşı “İhkâku’l-Hakk”ı [el-Kevserî, İhkâku’l-Hakk bi İbtâli’l-Batıl fî Müğîsi’l-Halk, Kahire, 1988] kaleme alması ilmî kudrete sahip mûtedil her âlimin ilim adına ifa etmesi gereken bir vazifedir. Ayrıca o, bu reddiyeleriyle, İmam-ı Azam Ebû Hanife’ye (rh.) karşı haksız hücumlarda bulunan kitapları, mezhepsizlik hareketinin gerekçeleri arasında gösterip, mâsum insanları ideolojilerine taraftar yapmak isteyenlerin istismarlarının da önüne geçmeyi hedeflemiştir. Bunda başarılı da olmuştur.
Kevserî (rh.a.) etraflı bir ilmin yanında son derece güçlü bir hafızaya da sahipti. İstanbul ve Şam’da mütalaa ettiği yazma eserler üzerinden yıllar geçmesine rağmen, neyin nerede olduğunu birkaç gün önce mütalaa etmiş gibi hatırlar, talebelerine naklederdi.
Kevserî’nin keşfedilmesi, İstanbul’un bir asır önceki ilmî birikiminin ve İstanbul’dan yaşanan beyin göçünün ne derece şumûllü / kapsamlı olduğunun anlaşılmasına da vesile olacaktır.
Hiç şüphesiz İstanbul, hicret eden âlimlerle kaybettiği ilmî hüviyetini, onların mirasına sahip çıkan güzide altın nesli yetiştirerek kazanmış ve kazanmaya da devam etmektedir.