Halis ECE

AHİRET NE DEMEKTİR?

Âhiret, son mânâsına gelen “âhir” kelimesinin müennesidir. Ancak âhiret hayatı insan için son değil, bir menzildir, konak yeridir.

Dinî ilimler ıstılahında/literatüründe âhiret, dünya hayatından sonra başlayıp ebediyyen devam edecek olan ikinci hayatın adıdır. Bu ikinci hayatın varlığına inanmak, altı iman esasından biridir. Âhirete iman, ceza ve mükâfat yerine ve gününe inanmak demektir. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur:

“Onlar gayba inanırlar, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar. Yine onlar, sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler; ÂHİRET GÜNÜne de kesinkes inanırlar.”(1)

Âhiret iyiler için mükâfat, kötüler için bir ceza yeri olacaktır. Allah Teâlâ cennette lûtfiyle, cehennemde adâletiyle tecelli eder.

AHİRET HAYATI VE SAFHALARI

Ölüm ânından itibaren âhiret hayatı başlar. Ölüm, ebedî âleme açılan bir berzahtır, geçittir. Bu geçiş devresiyle birlikte sonu olmayan hayata adım atılmış olur.

Ölümden sonraki âhiret gününün hâdiseleri birbirini tâkip eder:

Kabir hayatı, ba’s (diriliş), mîzan (amellerin tartılması), amel defterleri, hesap, havz, sırat, cennet ve cehennem. Bütün bunlar haktır, inanılması şarttır.

Bu kısa girişten sonra şimdi maddeler hâlinde bunları ele alalım.

1. Kabir hayatı: Kâfirler ve günahkâr olan bazı mü’minler için kabir azabı haktır.

Hadîs-i şerifte şöyle buyrulmuştur:

“İdrardan sakınınız! Zira kabirdekilerin çoğunun çektikleri azap o yüzdendir.”(2) Yine Resûlüllah Efendimiz, “Allah mü’minleri, dünya hayatında ve âhirette hak bir söz üzerinde sabit kılar”(3) âyeti, kabir azabı hakkında indirildi buyurmuştur.

Allah Teâlâ’nın affettiği, azap çektirmeyi istemediği bazı günah sahipleri ise azap görmeyecektir.

İbâdet ve tâat ehlinin, sâlih amel sahiplerinin kabirde, Cenâb-ı Hakk’ın bildiği ve dilediği şekilde nimet içinde bulunmaları da haktır.

Resûlüllah Efendimiz (s.a.v.) bir mezarlıktan geçerken iki kabirdeki ölünün bazı ufak şeylerden dolayı azap gördüklerini müşahede etti. Bunlardan birinin koğuculuk ve bozgunculukla çok yakından ilgisi vardı. Diğeri de idrar yaparken ihtiyatlı davranmaz, (sıçrıntılardan) sakınmazdı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz bir yaş ağaç dalı istemiş ve ikiye bölmüş, birini bir kabre, diğerini de öbürüne diktikten sonra şöyle buyurmuştur: ‘Umulur ki bu yaş ağaçlar kuruyuncaya kadar azapları hafifler.”(4)

Yine kabirde Münker ve Nekir’in sual sorması da haktır. Bu iki melek kabre girerek ölüye, ‘Rabbin kimdir? Dinin hangi dindir? Peygamberin kimdir?’ diye sorduğunda, mü’min şu cevabı verir: ‘Rabbim Allah, dinim İslâm, peygamberim Muhammed’dir (s.a.v.).’

Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Ölü mezara gömülünce, gözleri mavi olan iki siyah melek gelir. Bunların birine Münker, diğerine Nekir adı verilir. Ona derler ki:

- ‘Şu zat (Muhammed s.a.v.) hakkında ne dersin?’

O da şöyle cevap verir:

- ‘O Allâh’ın kulu ve resûlüdür. Ben şehâdette bulunurum ki, Allah’tan başka ilah yoktur. Muhammed de onun kulu ve resûlüdür.’
Bunun üzerine melekler:

- ‘Biz senin böyle söyleyeceğini zaten bilmekte idik’ derler. Sonra onun mezarını yetmiş arşın genişletirler; sonra bu ölünün mezarı ışıklandırılır, aydınlatılır. Daha sonra ise melekler ölüye:

- ‘Yat ve uyu’ derler. O da:

- ‘Âileme gidin de durumu haber verin’ der.

Melekler:

- ‘Zifafa giren ve sadece en çok sevdiği kişi tarafından uyandırılan şahıs gibi mahşer gününe kadar sen uyumana devam et’ derler.

Ölü münâfık olursa, meleklerin sualine:

- ‘Halkın Muhammed hakkında bir şeyler söylediklerini işitmiş, ben de onlar gibi konuşmuştum, başka bir şey bilmiyorum’ diye cevap verir.

Melekler de:

- ‘Böyle diyeceğini zaten biliyorduk’ derler.

Daha sonra arza, ‘Alabildiğine sıkıştır’ diye hitap edilir. Yer de başlar adamı cendere gibi sıkıştırmaya... O kadar ki, kemikleri hurdahaş olur. Mahşer gününe kadar mezarda böyle işkence görür.”(5)


Yine Peygamberimiz (s.a.v.) buyurur ki, “Kabir, ya cennet bahçelerinden bir bahçe, ya da cehennem çukurlarından bir çukur olur.”(6)

2. Ba’s: Ba’s kelime olarak gönderme, gönderilme, dirilme, diriltme yayma ve dağılma mânâlarındadır. Akâid ilminde ise, öldükten sonra dirilmedir; canlıların aslî parçalarını bir araya getirerek ve ruhlarını da iade ederek, Allah Teâlâ’nın mezardan çıkarmasıdır. Bu da haktır ve mutlaka gerçeklecektir.

Ba’sla ilgili âyetlerden bazıları şöyledir:

“Bir nutfeden insanı yarattı, ona şekil verdi. Sonra ona yolu (hayır ve şer yolunu seçmeyi) kolaylaştırdı. Sonra onu öldürdü ve kabre koydu. Sonra dilediği bir vakitte onu yeniden diriltir.”(7)

“(İnsan), kendi yaratılışını unutarak bize karşı misâl getirmeye kalkışıyor ve, ‘şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?’ diyor. (Resûlüm) de ki: Onları ilk defa yaratmış olan diriltecek. Çünkü o, her türlü yaratmayı çok iyi bilir.”(8)

3. Mîzan: Lûgatta mîzan, ölçü, tartı, ölçek, miktar mânâlarına gelir. Bununla birlikte adâlet ve hukuk gibi mânevî olan herhangi bir şeyi mukayese ile tayin etmek için de kullanılır. Bu mîzan’ın mecazî anlamıdır. Mîzân’ın akâid ilmindeki mânâsı ise, amellerin tartılmasıdır ve haktır.

Cenâb-ı Mevlâmız buyuruyor ki:

“O gün vezn (amellerin tartılması) haktır. Kimin (sevap) tartıları ağır gelirse, işte onlar kurtuluşa erenlerdir. Kimin de tartıları hafif gelirse, işte onlar, âyetlerimize karşı haksızlık ettiklerinden dolayı kendilerini ziyana sokanlardır.”(9)

4. Amel defterleri: İnsanların dünyada inanıp kabul ettikleri iman esasları ile işledikleri amellerin kaydedildiği belge ki, bu da haktır. Kur’ân-ı Kerim’de bu kavram, kitap ve suhuf (sayfalar) isimleri ile geçmektedir. Bu defterler mü’minlere sağ, kâfirlere sol ve arka taraftan verilir. Bu hususla ilgili bazı âyet mealleri şöyledir:

“İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında gözetleyen yazmaya hazır bir melek bulunmasın.”(10)

“Kitabı sağ tarafından verilen, ‘Alın, kitabımı okuyun; doğrusu ben, hesabımla karşılaşacağımı zaten biliyordum’ der. Artık o, meyveleri sarkmış yüce bir cennette hoşnut kalacağı bir hayat içindedir. (Onlara denir ki:) Geçmiş günlerde işlediklerinize (iyi amellerinize) karşılık, âfiyetle yeyin-için. Kitabı sol tarafından verilene gelince, o, ‘Keşke, der, bana kitabım verilmeseydi de, hesabımın ne olduğunu bilmeseydim. Keşke onunla (ölümümle) her iş olup bitseydi! Malım bana hiç fayda sağlamadı. Saltanatım da benden (koptu), yok olup gitti.’ (Bu esnada cehennem bekçilerine şu İlâhî buyrukla hitap edilir:) ‘Onu yakalayın da, ellerini boynuna) bağlayın; sonra alevli ateşe atın onu! Sanra da onu yetmiş arşın uzunluğunda bir zincir içinde oraya sokun! Çünkü o, azîm olan Allâh’a iman etmezdi.”(11)

“Kimin kitabı sağından verilirse, kolay bir hesaba çekilecek ve sevinçli olarak ailesine dönecektir. Kimin de kitabı arkasından verilirse, derhal yok olmayı isteyecek; alevli ateşe girecektir. Zira o, (dünyada) ailesi içinde (mal-mülk, şan-şöhret, makam-mevki ve nüfuzu sebebiyle) şımarmıştı.”(12)

5. Hesap (sual): Kıyâmet gününde insanların, Allah Teâlâ’nın huzurunda, dünyada yaptıklarından dolayı sorgulanmasıdır.

Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır:

“Şüphe yok ki Allah Teâlâ (kıyâmet günü) mü’min kuluna yaklaşarak (rahmet) kanatlarını üzerine gerer ve onu örter. Sonra da buyurur ki: ‘Ey kulum, (işlediğin) şu-şu günahları biliyor musun?’ ‘Evet yâ Rabbî.’ Böyle böyle Allah Teâlâ onun bütün günahlarını bir bir sayar. O kadar ki kul, ‘Artık ben mahvoldum, helâk oldum’ kanaatine varır. Bundan sonra Allah Teâlâ, ‘Bu günahları dünyada iken örtmüş, gizli tutmuştum. Bugün de af ve mağfiret ediyorum’ buyurur. Bunun üzerine sorgusu yapılan kişiye, ‘sevaplarını ihtiva eden defteri’ verilir. Allah Teâlâ kâfirlere ve münafıklara ise, bütün halkın ortasında şöyle nida eder: ‘Rablarını yalanlayanlar işte bunlardır! Dikkat! Allâh’ın lâneti zâlimlerin üzerine olsun!”(13)

6. Havz: Bundan maksat, Peygamberimize (s.a.v.) ait olan cennet havuzlarından Kevser Havuzu’dur ve haktır. Allah Teâlâ, “Biz sana Kevser’i verdik”(14) buyurmuştur. Bütün peygamberlerin Haşr meydanında havuzları vardır ve ümmetlerinden hak edenler, cennete girmezden önce bundan içeceklerdir. Peygamber Efendimizin havuzu, ancak sünnetine uyan samimi mü’minler içindir ve son derece büyüktür. Nitekim buyurmuşlardır ki, “Benim havzumın bir kenarı bir aylık mesafedir. Dört açısı ve kenarı birbirine eşittir. Suyu sütten beyaz, kokusu miskten daha hoş, kadehleri gökteki yıldızlardan daha çoktur. Ondan bir defa içen, bir daha ebediyyen susamaz.”(15)
Hak yol olan İslâm’ı bırakıp bâtıl inançlara dönenler, kötü ve murdar işlerle meşgul olanlar -melekler tarafından- bu havuzdan ve cennetten menedileceklerdir.

7. Sırat: Kelime olarak sırat, yol demektir. “Sırât-ı müstakîm”, doğru yol, dümdüz cadde mânâsınadır. Kur’ân-ı Kerim’de, “Allâh’ın gösterdiği hidâyet yolu, İslâm dini” karşılığı olarak geçmektedir. Burada ise bundan maksat, İslâm akâidinde “Sırat köprüsü” olarak bilinen, mahiyetini kavrayamadığımız, ama inanmakla yükümlü bulunduğumuz cehennem üzerinden uzatılmış dehşetli bir geçittir.

Mü’minler sâlih amellerine göre bunun üzerinden geçip cennete giderler. Bazıları bu köprüden yıldırım hızıyla, bazıları fırtına sür’atiyle, diğer bazıları rehvan at üzerinde binmiş gibi, takvâsı az olanlar yürüyen at gibi, günahı arkasına bağlı bulunanlar da yürüyerek geçerler. Münafıklar, müşrikler, mürtedler ve bilumum kâfirler, bu köprünün üzerinden geçerken ayakları sürçer ve cehenneme yuvarlanırlar.

Sırat’tan ilk geçen Peygamberimiz (s.a.v.) olacak... Onun arkasından ümmeti geçecek... Ümmeti geçerken Peygamber Efendimiz Sırat’ın yanında bulunacak, ‘Yâ Rabbî, ümmetime selâmet ver, ümmetimi selâmette kıl’ diye dua edecek. Sahih hadîs kitaplarında, bunlardan bahseden hadîsler vardır. Fakat bu hadîslerde Sırat köprüsünün mahiyeti ve şekli hususunda bir bilgi verilmemiştir.(16)

8. Cennet ve cehennem: Bunlar her ikisi de haktır ve şu anda mevcuttur. Nitekim Kur’an’da şöyle buyrulmuştur:

“Biz, ‘Ey Âdem! Sen ve eşin (Havva) beraberce cennete yerleşin. Orada kolaylıkla istediğiniz zaman her yerde cennet nimetlerinden yeyin. Sadece şu ağaca yaklaşmayın. Eğer bu ağaçtan yerseniz, her ikiniz de kendine kötülük eden zâlimlerden olursunuz’ dedik.”(17)

“Rabbinizin bağışına ve takvâ sahipleri için hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun!”(18)

“O ateş (cehennem) kâfirler için hazırlandı.”(19)


Hâsılı, cennet ve cehennemin varlığını açıklayan nasslar, hem kimse için gizli kalmayacak kadar gâyet açık, hem de sayılamayacak kadar çoktur.

Âhiret hayatı bâki olduğu gibi cennet ve cehennem de bakîdir, daimîdir, onlara yokluk ârız olmaz. Cennet ve cehennem halkı da fâni değillerdir, ölümsüzdürler. Allah Teâlâ onlar hakkında, “Hâlidîne fîhâ ebedâ: Onlar orada ebediyyen daimîdirler”(20) buyurdu.

CENNET NE MÂNÂYA GELMEKTEDİR?

Cennet, kelime olarak “örtmek ve gizlemek” anlamındaki “cenn” masdarından isimdir. “Bitki ve ağaçları ile toprağı örten bahçe” mânâsınadır. Bağ-bahçe, çok güzel ve ferahlık veren yer mânâlarında da kullanılmıştır. Cem’îsi “cinân” ve “cennât” olarak gelir. Burada sözü edilen cennet ise, İslâm’a inanıp bu yolda yürüyerek imanla âhirete göç etmiş, sâlih ameller yapmış olanlar için Allah tarafından va’dedilen ebedî yurdun hususi adıdır.

Mü’minler cennete ancak Allâh’ın rahmeti ve lûtfu ile girerler. İman, bu rahmete sebeptir. Bir nevi cennete giriş vizesidir. İbadet ve tâatler, sâlih ameller ise oradaki rütbe ve derecelere vesiledir. İman sahipleri âhirette, içinde gönül hoşnutluğu ile yaşayacakları bu yerde ebedî kalacaklardır. Günahkâr olup affa da nâil olamamış mü’minler ise, günahlarının cezasını cehennemde çektikten sonra cennete girip, onlar da orada sonsuz olarak yaşayacaklardır. Kur’ân-ı Kerim’de cennete girecekler için “ashâbü’l-cenneh” (cennet ehli-cennet halkı) tâbiri kullanılmıştır.

Kur’ân-ı Kerim’de cennet, cennetlikler, çeşitli cennet katları, nimetleri ve benzeri mevzulardan bahsedilmekte; mü’minlere gönül ferahlığı olacak, imanlarını kuvetlendirecek, onları sâlih amellere teşvik edecek bilgiler verilmektedir. Her mü’min; takvâsına, ibâdet, tâat ve sâlih amellerine, güzel ahlâkına göre cennette çeşitli dereceler kazanır, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, akılların düşünemediği nimetlere kavuşur, en önemlisi de Allâh’ın Cemâli ile müşerref olur.

KUR’AN’DA İSMİ GEÇEN CENNETLER

Kur’an-ı Kerim’de ismi geçen cennetleri sekiz sınıfta toplayabiliriz:

1. Cennet: Âhiretteki ebedî saâdet yurdunu ifade eden bu kelimenin, Kur’an ve hadîslerde hem müfred hem de cemi’ (cennât) sîgasiyle gelmesi, bunun, cennetlerin belli bir kısmına isim olduğu gibi, tamamı için de kullanıldığını göstermektedir. Cennetle ilgili bazı âyet mealleri şöyledir:

“Kim Rabbinin makamından (huzuruna günahkâr olarak çıkmaktan) korkup nefsini de kötü arzulardan alıkoymuşsa, varacağı yer şüphesiz cennettir.”(21)

“Cennet, takvâ sahiplerine yaklaştırılır; zaten uzak değildir. Onlara, ‘İşte bu cennet, Allâh’a yönelen, emirlerine riâyet eden, görmediği Rahmân’dan korkan, Allâh’a yönelmiş bir kalple gelen sizlere, hepinize söz verilen yerdir. Oraya selâmetle girin. İşte bu, ebedî hayatın başladığı gündür’ denir.”(22)

“Muhakkak ki Allah, inanıp sâlih amellerde bulunanları, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar. İnkâr edenler ise (sadece dünyadan) faydalanırlar; hayvanların yediği gibi yerler (içerler). Onların yeri ateştir.”(23)


2. Dâru’s-selâm: Selâmet yurdu, yani maddî ve mânevî âfetlerden, hoşa gitmeyen şeylerden korunmuş olan yurt mânâsına gelen bu terkip âyet-i kerimelerde şöyle geçmektedir:

“Allah Dâru’s-selâma (selâmet yurdu olan cennete) çağırır ve dilediğini doğru yola eriştirir.”(24) “Rableri katında onlara Dâru’s-selâm (olan cennet) vardır. Ve yapmakta oldukları güzel işler sebebiyle Allah onların dostudur.”(25)

3. Dâru’l-mukâme: Lûgat mânâsı, asıl durulacak yer, ebedî ikamet edilecek yurt demektir. Bu terkip Kur’an’da şöyle zikredilmiştir:

“Bizi lûtfiyle Dâru’l-mukâme’ye (ebedî ikâmet edilecek yurt olan cennete) o (Allah) yerleştirdi. Artık orada bize ne yorgunluk gelecek, ne de usanç gelecektir.”(26)

4. Cennâtü adn: İkâmet edilecek cennetler demektir. Kur’ân-ı Kerim’de, “Rabbine inanmış ve sâlih amel işleyenlere, işte onlara, en üstün dereceler, içlerinden ırmaklar akan, içinde temelli kalacakları Adn cennetleri vardır”(27) buyrulmuştur.

Adn cenneti, bütün cennetlerin tam ortasındadır. Oradan diğer bütün tabakaları seyretme imkânı vardır.

5. Cennetü’n-naîm: Saâdetlerle, mutluluklarla dolu cennet mânâsına gelen bu mürekkep isim de Kur’an’nın muhtelif âyetlerinde geçmektedir. Bunlardan birkaçı şöyledir:

“İşte bunlar (amel defterlerini sağ taraflarından alanlar, hayırda-iyilikte önde olan mü’minler), Naîm cennetlerinde (Allâh’a) en yakın olanlar.”(28) “Ebrâr(29) muhakkak ki Naîm (cennetinde)dirler.”(30) “Ebrâr zümresi kesinkes Naîm (cennetin)dedirler.”(31)

6. Cennetü’l-me’vâ: Bu terkip, cennet konağı, sığınılıp barınılacak cennet mânâlarını ifade etmektedir. Bu ismin geçtiği bir âyet şöyledir:

“İman edip de iyi işler yapanlara gelince, onlar için yaptıklarına karşılık olarak, varıp kalacakları Cennâtü’l-me’vâ (cennet konakları) vardır.”(32)

7. Cennetü’l-firdevs: Firdevs cenneti demektir. Firdevs, içinde üzüm bulunan bağ-bahçe anlamına gelir. Bununla ilgili iki âyet meali şöyledir:

“İman edip sâlih amellerde (iyi hâl, hareket ve davranışlarda) bulunanlara gelince, onlar için makam olarak Firdevs cennetleri vardır.”(33) “Firdevs’e vâris olan o kimseler, orada ebedî kalıcıdırlar.”(34)

8. Hüsnâ: Yûnus sûresinin 26. âyetinde geçen ve daha güzel, daha iyi, en güzel, en iyi mânâlarına gelen “hüsnâ” kelimesinin cennet mânâsına geldiği müfessirlerin büyük çoğunluğu tarafından ifade edilmiştir. Bunlara göre aynı âyetteki “ziyade”den murad da, cennette Allâh’ın cemâlini görme şerefine nâil olmaktır.(35) Bu âyetin tamamının meali şöyledir:

“Güzel davrananlara, daha güzel karşılık ve bir de ziyadesi-fazlası vardır. Onların yüzlerine ne bir toz (kara leke) bulaşır ne de bir horluk (gelir). İşte onlar cennet ehlidirler. Ve onlar orada ebedî kalacaklardır.”

Görüldüğü üzere bunlar, ayrı ayrı cennetlere verilen isimlerdir. Kur’an’da “cennât” şeklinde cem’î sîğasının (çokluk kalıbının) kullanılmış olması, herkes için ayrı bir cennetin varlığı mânâsına geldiği gibi, aynı zamanda dünyada iken işlenen sâlih amellerin, hayırlı işlerin her çeşidi için de ayrı keyfiyetlere-niteliklere sahip cennetlerin bulunduğu mânâsına da gelmektedir. Cennetler hakkında verilen bilgiler ise, mü’minlere anlayış ve kavrayış imkânı verir; yoksa bunların dünyadaki niteliklere-vasıflara benzemesi ve bu niteliklerin-mâhiyetlerin ayniyle orada bulunması düşünülemez. Bunların mahiyeti-hakikati hakkında akıl yürütmek doğru olmaz; nasslarda belirtilenlere aynen inanmak gerekir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurdu:

“(Mü’minlerin) yaptıklarına karşılık olarak, onlar için ne saâdetler-mutluluklar saklandığını hiç kimse bilemez.”(36)

“Ben sâlih kullarım için hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı ve hiçbir beşer zihninin tasavvur edemeyeceği saâdetler hazırladım.”(37)

CENNETE GİRİŞ VE ORADAKİLERİN DURUMU

Bir hadîs-i şeriflerinde Resûlüllah Efendimiz (s.a.v.), cennetin kapısını ilk çalanın kendisi olacağını ve ondan evvel bu kapının kimseye açılmayacağını ifade etmişlerdir.(38)

Cennete giriş esnasında bütün mü’minler, vazifeli melekler tarafından, “Selâm olsun sizlere! (Saâdetler içinde olun.) Tertemiz geldiniz. Artık bir daha çıkmamak üzere girin buraya!” denilerek karşılanır.

Buna mukabil mü’minler de şöyle derler:

“Bize karşı verdiği sözde sâdık olan (va’dini getirip gerçekleştiren) ve bizi, dilediğimiz yerinde oturacağımız bu cennet yurduna vâris kılan Allâh’a hamdolsun! İyi amelde bulunanların mükâfatı ne güzelmiş! derler.”(39)

Mü’minler, dolunay veya parlak yıldızlar gibi etraflarına ışıklar saçarak cennete girecekler... Orada diledikleri gibi yeyip içtikleri halde abdest bozma ihtiyacı hissetmeyecekler... Aldıkları gıdaların sindirimi, hoş kokulu bir geğirti ve terden ibaret olacak. Ayrıca sümkürüp tükürme gibi halleri olmayacağı gibi, uykuya da ihtiyaç duymayacaklar.

CENNET EHLİNİN İMKÂNLARI

Cennet ehlinin imkânlarını dile getiren bir hadîste, onlara şöyle seslenileceği ifade edilir:

“Daima sağlıklı olup hastalanmayacaksınız. Sonsuza kadar yaşayıp ölmeyeceksiniz. Geçliğinizi koruyup hiç ihtiyarlamayacaksınız. Sürekli nimetler içinde olacak, zorlukla-güçlükle, meşakkat ve sıkıntıyla karşılaşmayacaksınız.”(40)

Yine bazı hadîslerde anlatıldığına göre, cennete giren erkekler ataları Hz. Âdem’inki gibi bir bünyeye, 60 arşın boya sahip olacaklar. Daima 33 yaşında olmakla birlikte bıyıkları yeni terlemiş sakalsız gençler görünümü arzedecekler. Kadınlar ise çok güzel tenli ve pek değerli elbiseler içinde bulunacaklardır.

Cennet ehlinin kalplerinde kin ve nefret olmayacaktır. Zira Cenâb-ı Hak, “Gönüllerindeki kini söküp atacağız”(41) buyurmaktadır. Yani orada daima huzurlu bir hayat vardır. Cennet halkı arasında mânâsız ve lüzumsuz konuşmalar, suçlamalar olmayacak; tam ve mükemmel bir dostluk ve kardeşlik hayatı hüküm sürecektir. Kur’ân-ı Kerim’de ve Hadîs-i şeriflerde bu husus şöyle dile getirilmiştir:

“(Cennette) onların altlarından ırmaklar akarken, kalplerinde kinden ne varsa hepsini çıkarıp atarız. Ve onlar derler ki: ‘Hidâyetiyle bizi (bu nimete) kavuşturan Allâh’a hamdolsun! Allah bizi doğru yola iletmeseydi kendiliğimizden doğru yolu bulacak değildik. Hakikaten Rabbimizin resûlleri (peygamberleri) hakkı (gerçeği) getirmişler.’ (Bunun üzerine) onlara, ‘İşte size cennet; yapmış olduğunuz iyi amellere karşılık ona vâris kılındınız’ diye seslenilir.”(42) “Orada boş bir söz ve günâha sokan bir lâf işitmezler.”(43)

CENNETTEKİLERİN ELBİSE VE MESKENLERİ

Kur’ân-ı Kerim’de cennet ehlinin en güzel altın bilezik ve inciler takarak süslenecekleri, giyecekleri şeylerin ince ve kalın ipekten olacağı, muhteşem meskenlerde oturacakları belirtilmiştir:

“İman edip de sâlih amellerde bulunanlar (bilmelidirler ki) biz, güzel işler yapanların ecrini zâyi etmeyiz. İşte onlara, altlarından ırmaklar akan Adn cennetleri vardır. Onlar Adn cennetlerinde tahtlar üzerinde kurularak orada altın bileziklerle bezenecekler; ince ve kalın ipekten yeşil elbiseler giyecekler. Ne güzel mükâfat ve ne güzel kalma yeri!”(44)

“Muhakkak ki Allah, iman edip sâlih amellerde bulunanları, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyar. Bunlar orada altın bileziklerle ve incilerle bezenirler. Orada giyecekleri ise ipektir.”(45)

“(Mü’minlerin mükâfatı), içine girecekleri Adn cennetleridir. Orada altın bilezikler ve incilerle süslenirler. Orada giyecekleri elbiseler de ipektir. (Onlar cennette şöyle) derler: Bizden tasayı gideren (cehennem korkusunu, ölüm endişesini, dünya üzüntüsünü kaldıran) Allâh’a hamdolsun. Doğrusu Rabbimiz çok bağışlayan, çok nimet verendir. O ki, lûtfiyle bizi asıl oturulacak yurda (cennete) yerleştirdi. Artık orada bize ne bir yorgunluk dokunacak, ne de orada bize bir usanç gelecektir.”(46)

“Allah mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara, içinde ebedî kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel mekânlar va’detti. Allâh’ın rızâsı ise hepsinden büyüktür. İşte büyük kurtuluş da budur.” (47)

“... Rablerinden korkanlara (takvâ sahiplerine), üstüste yapılmış, altlarından ırmaklar akan köşkler vardır. Bu, Allâh’ın (onlara) verdiği sözdür. Allah verdiği sözden caymaz.”(48)

“Muhakkak ki mü’min için cennette, içi oyulmuş tek bir inciden (yapılmış), altmış mil uzunluğunda bir çadır vardır ve mü’min için orada aileler bulunur. Mü’min onları dolaşır; fakat onlar, birbirini görmezler.”(49)


Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), muhtelif hadîs-i şeriflerinde, mü’minlerin cennette daha pek çok nimetlere sahip olacaklarını bildirmişlerdir. Tabii ki bunlarnı en üstünü de, Allâh’ın cemâlini görmektir.

CENNETİN VE CENNET EHLİNİN DİĞER BAZI HUSUSİYETLERİ

Kur’ân-ı Kerim’de cennetin ve cennet ehlinin diğer bazı hususiyetleri de şöyle tasvir edilmiştir:

“Müttakîlere (Allâh’ın azabından korkup şirkten, günahlardan uzak duranlara) söz verilen cennetin durumu şöyledir: İçinde bozulmayan sudan ırmaklar, tadı değişmeyen sütten ırmaklar, içenlere lezzet veren şaraptan ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar vardır. Orada meyvelerin her çeşidi onlarındır. Rablerinden de bağışlama vardır. Hiç bu, ateşte ebedî kalan ve bağırsaklarını parça parça edecek kaynar su içirilen kimselerin durumu gibi olur mu?”(50)

Evet, bu ve benzeri nasslara göre, cennette ekmek, et, tatlı, meyve, su, süt ve şarap gibi yiyecek ve içecekler bulunacak. Ancak bunların dünyadaki benzerleriyle isimden başka alakaları olmayacak. Nitekim İbnü Abbas’tan (r.anhüma) gelen bir rivâyet şöyledir: “Cennette isimlerden başka dünyayı hatırlatan hiçbir şey yoktur.”(51) Meselâ fevkalâde zevkli olan cennet şarabı, kadehler dolusu içileceği halde sarhoşluk ve rahatsızlık vermeyecek. Bu mevzudaki âyetler de şöyledir:

“Onlara pınardan (doldurulmuş) kadehler dolaştırılır. Berraktır, içenlere lezzet verir. O içkide ne sersemletme vardır, ne de onunla sarhoş olurlar. Yanlarında, güzel bakışlarını yalnız onlara tahsis etmiş, iri gözlü eşler vardır. Onlar, gün yüzü görmemiş yumurta gibi bembeyazdır. İşte o zaman (mü’minler), birbirlerine dönerek, (dünyadaki hâllerini) soracaklar. İçlerinden biri,

- ‘Benim bir arkadaşım vardı’ der (ve şöyle devam eder: O arkadaş) derdi ki, ‘Sen de (dirilmeye) inananlardan mısın? Biz ölüp, sonra da toprak hâline geldiğimiz zaman (diriltilip) cezalanacak mıyız?’

(O zat, dünyada geçmiş olan bu hâdiseyi böylece anlattıktan sonra Allah Teâlâ orada bulunanlara,)

- ‘Siz işin hakikatine vâkıf mısınız?’ buyurudu.

“Işte o zaman konuşan (o mü’min) baktı ve arkadaşını cehennemin ortasında gördü. (Ona,)

- ‘Yemin ederim ki, sen az daha beni de helâk edecektin. Rabbimin nimeti olmasaydı, şimdi ben de (cehenneme) getirilenlerden olurdum’ dedi.

“(Sonra da birbirlerine dönerek şöyle derler:)

- ‘Birinci ölümümüz hâriç, bir daha biz ölmeyecek ve bir daha azap görmeyecek değil miyiz? Şüphesiz bu, büyük kurtuluştur. Çalışanlar, böyle bir kurtuluş için çalışsın.’

“(Bunun üzerine Cenâb-ı Hak buyurur ki:)

- ‘Şimdi, ziyafet olarak, cennet ehli için anılan bu nimetler mi daha hayırlı, yoksa zakkum ağacı mı? Biz onu (zakkumu) zâlimler için bir fitne (imtihan) kıldık.”(52)

Evet, dünyada kâfirler bunu inkâr etmişler, ‘Ateşin içinde ağaç olur mu?’ demişlerdi. Âyetlerde, cehennemde biten ağaç sözü geçince, ‘Ateş, ağacı yakarken cehennemde nasıl ağaç olur?’ diyerek alay etmişlerdi. O bakımdan bu söz onlar için bir imtihan oldu. Bu sözden kastedilen mânâyı anlayamadıkları için iyice küfre düştüler. Allah Teâlâ’nın, dilerse, cehennemin yakamayacağı bir ağaç yaratabileceğini düşünemediler.

HERKES YAPTIKLARINA KARŞILIK BİR REHİNDİR

“Şüphesiz ki müttakîler (en büyük zulüm olan şirk başta olmak üzere bütün günahlardan sakınan, Allâh’ın yasak bölgesi-koruluğu olarak tanımlanan haramlara yaklaşmayan, şüphelilerden kaçınan, kalplerini, Allah’tan gaflette bırakacak her şeyden arındıran ve bütün varlığıyla ona yönelen kullar), Rablerinin kendilerine verdikleriyle sevinerek cennetlerde ve nimet içindedirler. Rableri onları, cehennem azabından da korumuştur. “Onlara (denilir ki):

“Yaptıklarınıza karşılık sıra sıra dizilmiş koltuklara yaslanarak âfiyetle yeyin, için.

“Ayrıca biz onları, ceylan gözlü hûrilerle evlendirmişizdir. İman eden ve soylarından gelenlerde, imanda kendilerine tâbi olanlar (var ya)! İşte biz, onların nesillerini de kendilerine kattık. (Böylece imanlı baba ve onun imanlı zürriyeti, cennete birlikte girerler. Bu Allâh’ın ona, çocuklarıyla birlikte cennette yaşaması için verdiği bir lûtuftur.) Onların amellerinden de bir şey eksiltmedik.

“Herkes kazandıklarına karşı bir rehindir. (Âhirette herkes, hayır ve şer ne yapmışsa karşılığını alacaktır. Kişi yaptıklarına karşılık ipotek edildiğine göre, imanla ve iyi amelle gelen ipoteği çözer; değilse cezaya-azaba dûçar olur.) Cennet ehline canlarının istediği meyve ve etten bol bol verdik. Orada karşılıklı kadeh tokuştururlar, ama burada (içki yüzünden) ne saçmalama vardır, ne de günaha girme. Hizmetlerine verilmiş, (kabuğunda) saklı inci gibi gençler etraflarında dönüp dolaşırlar.

“Cennettekiler birbirlerine dönüp sorarlar. Derler ki:

“Daha önce biz, âile çevremiz içinde bile (İlâhi azaptan) korkardık. Allah bize lûtfetti de, bizi, vücudun içine işleyen (bu) azaptan korudu. Hakikaten biz bundan önce ona yalvarıyorduk. Çünkü iyilik eden, rahîm olan (koruyup esirgeyen) ancak odur.”(53)

Duâ makamında bir âyet:

“(Rabbim,) beni Naîm cennetinin vârislerinden kıl.”(54)

ARAŞTIRMA: DÜNYA GİBİ “CENNET” DE YUVARLAKTIR

“Bundan sonra da (Rabb’in) arzı (yeryüzünü ikamete, oturup yaşamaya elverişli bir şekilde) yayıp döşedi.”(55)

Muhtelif tefsirlerde açıklandığına göre arz (yeryüzü), gökten evvel vardı; fakat, henüz ikamete (oturmaya) müsait değildi.

Bu âyetle ilgili Hasan Basri Çantay merhûmun bir makalesini biraz sadeleştirerek nakletmek istiyoruz:

“Bu âyet-i kerimedeki ‘dehâ’ kelimesine birçok müfessirler, ‘Allah yeri (ikamete sâlih/elverişli bir halde) döşeyip düzledi.’ mânâsını vermişlerdir. Hatta Elmalılı merhûmun kıymetli tefsirinin o âyete ait kısmında(56) da, bu mânâya uyulmuştur. Gerçi arzı döşeyip düzlemek, ikamete yarar bir hâle getirmek onun yuvarlaklığına mâni değildir. Çünkü arz, koskoca bir âlemdir, ikamete elverişli bir durumdadır. Bu bakımdan o vüs’at ve azameti ile onun yuvarlaklığı ilk bakışta görülüp anlaşılamaz. Nitekim başta Beyzâvî (rh.) olduğu halde bazı müfessirler de buna ve arzın bu yuvarlaklığına işaret etmişlerdir. Fakat ‘dehâ’ kelimesinde öyle bir aslî mânâ vardır ki, bunun düşünülmesi bugünkü fennin ‘Arz tam bir küre değil, bir kat’ı nâkıs [geoid] şeklindedir’ görüşünü de tamamen kuvvetlendirmektedir.

‘Dahy’ ve ‘dahv’ kelimelerinde, hakikaten ‘yayıp döşemek’ mânâsı da vardır. Ancak ben, bu mânânın aslî değil, lâzımî olduğuna inanıyorum. Çünkü Arap lûgatlerinde görüyoruz ki, o kelimenin mekân ismi olan ‘medhâ’, deve kuşunun yumurtladığı yer demektir. Bundan mekânlık alâmetini alınca, aslı olan ‘dahv, dahy” kalır ki, onun mânâsının da, ‘deve kuşu yumurtası olacağı’ tabiîdir. Nitekim bazı Arap memleketlerinde, deve kuşu yumurtasına ‘dahv’ adı verilmektedir. Ahterî sahibi Mustafa bin Şemseddin (rh.), o eserinin 301. sayfasında şöyle der:

‘Dahy, bir nesneyi yayıp döşemek. Cenâb-ı Hakk’ın, «Ve’l-arda ba’de zâlike dehâhâ» kavl-i şerifi de bundandır ki, döşeyip yaydı demektir. Deve kuşunun yumurtladığı yer de ‘Medha’n-neâme’dir.’

“Bu kelime ‘dal’ harfinde olduğu halde o koca Türk lûgatçısının orada ‘mim’ harfini ilgilendiren ‘medhâ’dan, hem de o âyeti zikrettikten sonra bahsetmesi, kelimenin o asıldan gelmiş olduğunun açık bir delilidir. Gerçi Okyanus gibi, Sıhâh-ı Cevherî gibi mûteber lûgatlerde ‘medhâ’ yine aynı mânâda olmak üzere zikredilmiştir. Fakat onlardan hiçbiri bizim o Türk âlimi kadar açıkça işaret etmeye cesaret edememişlerdir.

“Demek ki, Hicrî 968’de vefât eden Afyonkarahisarlı Mustafa bin Şemseddin merhum, dünyanın bir devekuşu yumurtası gibi, yani mücessem kat’ı nâkıs [Bugünkü en son matematik tâbiriyle geoid] şeklinde yuvarlak olduğuna âdeta inanmış, bugün yaşayan bu nazariyeyi bundan dört asır evvel yazmıştır. Bu mânâya göre âyet-i kerimenin meâli şöyle oluyor:

“(Cenâb-ı Hakk) bundan (yani göklerin kuruluşundan ve tanzîminden) sonra da yeri bir deve kuşu yumurtası hâline (yani mücessem kat’ı nâkıs şekline) getirdi» İşte benim bu âyetten anladığım mânâ!”(57)

Bilindiği üzere hayatın biyolojik yönü; yani canlıların doğma, büyüme, gelişme ve üreme gibi safhaları, sadece üzerinde yaşadığımız dünyada bir araya gelmiş değerli hayat unsurlarının âhengi ile devam edebiliyor. Soluduğumuz havadaki aslî maddelerin (elementler) terkibi ve nisbeti... Dünyanın çekirdeğinde harlanıp duran o müthiş nükleer fırının harâretini sâkinleştiren manto tabakasının kalınlığı... Suyun tabiat içinde halden hâle geçip kendini arıtarak yeniden kullanılır vaziyete gelebilmesi... Güneş’in câzibesi etrafında dönen dünyanın dönüş hızının ay tarafından dengelenerek istikrara kavuşturulması... Kutuplardan geçtiği farzedilen eksenin, güneşin yörüngesine doğru takrîben 23,5 derecelik bir açı ile eğrilmesi ve benzeri daha pek çok “sıradan” bilgiler, bir başka nazarla değerlendirildiğinde; sadece biyolojik hayat tarzının bile, hayranlık verici “ince ayar”larla devam edebildiğini bizlere en açık bir şekilde gösteriyor.

Dünya böyle yuvarlak olduğu gibi, cennet de öyledir... Nitekim, Nakşibendî silsilesi Müceddidîn kolunun 33. ve son halkasını teşkil eden Süleyman Hilmi Tunahan (k.s.) hazretleri, bir sohbetlerinde, cennetin de dünya gibi yuvarlak olduğunu ifade etmişler... Beyyine sûresinin, “Onların Rabbleri katındaki mükâfatları, zemininden ırmaklar akan, içinde devamlı olarak kalacakları Adn cennetleridir....” âyet-i celîlesinin tefsiri esnasında şu izahlarda bulunmuşlardır:

“Sekiz cennetten altısı Allahü Teâlâ’nın sıfâtının, ikisi de zatının ve cemâlinin cennetidir. Cennât-i Adn, sâir cennetlerin görülebileceği bir yerdir ki, hepsinin ortasıdır. Orada, bütün cennetleri seyretmek için minberler vardır. Dileyen kimseler bu minberlerden diğer cennetleri seyredebilirler. Bundan, cennetin de dünya gibi yuvarlak olduğunu anlıyoruz.”

***

CEHENNEM

Cehennem, kelime olarak derin kuyu, dibi derin ateş çukuru mânâlarına gelmektedir. Dinî literatürde ise, iman etmeyenlerin veya inandıkları halde günahlarından dolayı affa mazhar olamayanların âhirette azap olunacakları ebedî yurdun adıdır. Dünya hayatında ömrünü küfürle, sapıklıkla ve Allâh’a isyan ile geçirenler, azap yurdu olan cehennemde cezalarını çekeceklerdir.

Cehennem halkına, “ehl-i cehennem” yani cehennem ehli denilmektedir.

Kur’ân-ı Kerim’de belirtildiği üzere cehennem, birbirinin üstünde yedi dereke-tabaka halindedir ve her derekenin ayrı bir kapısı vardır. İnançsızlıklarının çeşitliliğine göre inanmayanlar ve İlâhî affa mazhar olamamış günahkâr mü’minler, bu kapılardan birisinden cehenneme girecekler ve orada kimisi ebedî, kimisi de muvakkat (belirli bir süre) azap göreceklerdir. Âyet-i kerimede şöyle buyrulmuştur: “Muhakkak ki cehennem, onların hepsine va’dolunan yerdir. Cehennemin yedi kapısı vardır. Onlardan her kapı için birer grup ayrılmıştır.”(58)

Cehennem ateşi, derekelere (üstten aşağı katlara doğru) inildikçe şiddetlenmektedir.

CEHENNEM KATLARI VE MENSUPLARI

İslâm âlimlerine göre cehennemin derekeleri yani yukarıdan aşağıya doğru inen tabakaları-katları ve oralara girecek olan gruplar şöyle sıralanmıştır:

1. Cehennem: Bu en üst derekeye günahkâr mü’minler girecektir. Kur’ân’da bu isim 37 yerde geçmektedir. Bu âyetlerden birisi şöyledir: “Kimlerin tartıları hafif gelirse (terazinin hayır ve sevap kefesine konacak ibâdet ve ameli azsa), işte onlar, kendilerine yazık edenlerdir. (İmanları da yoksa) cehennemde temellidirler.”(59)

2. Lezâ: Burası, Ehl-i Kitap’tan Hıristiyanların azap göreceği yerdir. “Lezâ” kelime olak tutuşmak ve alevlenmek mânâlarınadır ve cehennemin 2. derekesine isim olmuştur. Bununla ilgi bir âyet şöyledir: “... O (cehennem) alevli bir ateştir.”(60)

3. Hutame: Yine Ehl-i Kitap’tan olan Yahûdilerin azaplarını çekecekleri mekândır. Mânâsı: Allâh’ın; tutuşturulmuş, yandıkça tırmanıp kalplerin ta üstüne çıkan ateşi, demektir. Kur’ân-ı Kerim’de, “... Andolsun ki o, Hutame’ye atılacaktır”(61) buyrulmuştur.

4. Saîr: Bu derekenin mensupları Sâbiîler’dir. Sâbiî, Hak dinden çıkıp bâtıl dine giren demektir. Bu ismin geçtiği bir âyet şöyledir: “Onun (şeytanın) hakkında şöyle yazılmıştır: O, kendisini dost edinen kimseyi saptırır ve Saîr (alevli ateş) azabına sürükler.”(62)

5. Sekar: Burada azap görecek olanlar Mecûsîlerdir. Mecûs, ateşe tapanların bağlı bulundukları din, Zerdüşt dini ve bu dine bağlı bulunanlara da Mecûsî denir. Allah Teâlâ Sekar’la ilgili olarak buyurmuştur ki, “Ben onu Sekar’a (yakıcı ateşe) sokacağım. Sen biliyor musun Sekar nedir? Hem (bütün bedeni helâk eder, hiçbir şey) bırakmaz, hem (eski hâline getirip tekrar azap etmekten) vazgeçmez o. İnsanın derisini kavurur.”(63)

6. Cahîm: En alttan bir önceki dereke olan bu şiddetli yere, müşrikler gireceklerdir. Müşrik, Allâh’a şirk koşan, ortak tutan, putlara tapan demektir. Kur’an’da Cahîm isminin geçtiği bir âyet şöyledir: “(Allah zebânîlere emreder:) Tutun onu! Cahîm’in (çok kızgın ateşin) ortasına sürükleyin! Sonra başına azap olarak kaynar su dökün! (Ve deyin ki:) Tat bakalım. Hani sen kendince üstündün, şerefliydin! İşte bu, (olup olmayacağı hakkında) şüphelenip durduğunuz şeydir.”(64)

7. Hâviye: Cehennemin en aşağı derekesi, azap bakımından da en dehşetli yeri burasıdır. Buraya münafıklar konulacaktır. Kur’ân-ı Kerim’de buyruluyor ki: “Ameli hafif olana (hayır ve sevap kefesine konacak ameli yeğni, az veya hiç mûteber olmayana) gelince, işte onun anası (yeri-yurdu) Hâviye’dir. Nedir o Hâviye bilir misin? Kızgın bir ateştir.”(65)

Bu katmanların hepsine birden cehennem denildiği gibi, mecâzen her birinin ismi diğerinin yerinde kullanılabilmektedir.

Şeytanlara gelince; Cenâb-ı Hak, cehennemde onlar için ayrıca bir tabaka yaratmamıştır. Çünkü, onların sapıttırıp azdırdığı insanlar hangi tabakada ise, o şeytanlar da orada ona bağlı olarak azap olunacaktır.

CEHENNEM SÖNÜP BOŞALACAK MI?

Bazı âlim, ârif ve keşif sahibi zatlar, milyonlarca sene yandıktan sonra cehennemin boşaldığını görmüşler. Onlara göre cehennemlikler, burada ebedî ve daimî kalırlar ama cehennemin kendisi ebedî ve daimî değildir.

Oysa onların bu söndüğünü gördükleri yer, sadece günahkâr mü’minlerin azap olundukları yedi tabakanın ilki ve cehennem adıyla anılan kısımdır. Evet, azabı hak etmiş mü’minlerden en sonuncusu da cezasını çekip oradan cennete geçtikten ve boşaldıktan sonra burası, çayır-çimen yeşillik olacaktır, ama diğer tabakalar değil.

Allah Teâlâ’nın celâlinde ve azâbında nihâyet yoktur; İslâm’a girmemiş, dolayısiyle zerre miktarı da olsa iman götürememiş olan ehl-i kitap, mecûsî, sâbiî, müşrik ve münafıklar cehennemin diğer altı derekesinde sonsuz olarak azap çekmeye devam edeceklerdir.

CEHENNEM HALKININ YİYECEK-İÇECEK VE GİYECEKLERİ

Kur’ân-ı Kerim’de bu tabakalardan bahsedildiği gibi, cehennemliklerin yiyeceği, içeceği, giyeceği şeylerden ve acı sonuçlarından da bahsedilmektedir. Bu husustaki bazı âyet mealleri şöyledir:

“Doğrusu günahkârların yiyeceği zakkum ağacıdır. O, karınlarında suyun kaynaması gibi kaynayan, erimiş maden gibidir.”(66)

“... İnkâr edenler için ateşten bir elbise biçilmiştir. Onların başlarının üstünden kaynar su dökülecektir! Bununla karınlarının içindeki (organlar) ve derileri eritilecektir! Bir de onlar için demir kamçılar vardır! Iztıraptan dolayı oradan her çıkmak istediklerinde, oraya geri döndürülürler ve ‘Tadın bu yakıcı azabı!’ (denilir).”(67)

CEHENNEMİN YAKITI

Allah Teâlâ cehennemin yakıtını da şöyle açıklıyor:

“Siz ve Allâh’ın dışında taptığınız şeyler cehennem yakıtısınız. Siz oraya gireceksiniz.”(68)

Bir başka âyette de, “Ey iman edenlen! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun. Onun başında, acımasız, güçlü, Allâh’ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmeyen ve emredildiklerini yapan melekler vardır”(69) buyrulmuştur.
***
Kıyâmet ve âhiret hayatını, İmâm-ı Rabbânî (k.s.) hazretleri bir mektuplarında şöyle hulâsa etmişlerdir:

“Kıyâmet günü semâlar (yedi kat gökler) yarılacak, yıldızlar dağılacak, yerler ve dağlar parçalanacak, hepsi de yok olanlar listesine dahil olacaktır.

“Nitekim, bu mânâları Kur’ân âyetleri kesin olarak anlatmakta ve bütün İslâm fırkaları da bu mânâ üzerinde karar kılmaktadırlar. Bunları inkâr eden kâfirdir, isterse aslı-esâsı olmayan mantık oyunlarıyla küfrüne uydurma bir yol (mâzeret) arasın ve o uydurma delillerle de irâdesi zayıf kimseleri yoldan çıkarsın, böyle bir davranışın-inançsızlığın hükmü budur.

“Kıyâmet günü, kabirden kalkmak ve çürümüş dağılmış cesetlerin canlanması haktır, mutlaka olacaktır.

“Mîzan’ın (terazi) kurulması, amellerin tartılması, defterlerin uçuşup ashâb-ı yeminden olanlara sağdan, ashâb-ı şimâlden olanlara da soldan gelmesi haktır.

“Sırat, cehennem üzerine kurulmuştur. Cennetlik olan oradan geçip cennete gider. Cehennemlik olan da, onun üzerinden cehenneme düşer. Bu da haktır, kuşkusuz aynen gerçekleşecektir.

“Bütün bu anlatılanlar, Muhbir-i Sâdık (doğru haber veren) Resûlüllah (s.a.v.) Efendimizin, olacağını bildirdiği imkân dâhilindeki işlerdendir. Bunları, tereddütsüz kabul etmek lâzımdır. Hem de vehim ve hayâl ürünü bir takım sözde delillerle şek ve şüpheye kapılmadan... ‘Resûlün size getirdiğini alınız...’(70) mealindeki âyet-i kerîme, bu mânâda kesin bir delildir.

“... Muhbir-i Sâdık Resûlüllah aleyhi ve âlâ âlihi’s-salâtü ve’s-selâm Efendimizin haber verdiği kabir hâlleri, kıyâmetin şiddet ve dehşeti, haşir ve neşir korkuları, cennet, cehennem, hepsi de haktır ve gerçektir, asla şüphe edilmemesi gerekir.

“Âhiret hayatına inanmak da, Allâh’a iman etmak gibi dînen inanılmasını zarûri olan şartlardandır. Âhireti inkâr eden, Sâni’i Teâlâ’yı yani her şeyi en güzel şekilde yapan-yaratan Allâh’ı (c.c.) inkâr eden kimse gibi kesin olarak kâfir olur.

“Kabrin daralıp sıkışması ve daha başka kabir azâbı çeşitleri haktır. Bunu kabul etmeyen kişi, her ne kadar kâfir olmaz ise de, meşhur olan hadîs-i şerifleri inkâr ettiği için, bid’ata saplanmış, doğru yoldan ayrılıp bâtıl yollara sapmış olur.

“Kabir, dünya ile âhiret arasında bir geçittir... Azâbı da -kesintiyi kabul ettiği için- bir yönü ile dünya azâbına benzer. Bir başka yönü ile de âhiret azâbına benzer, çünkü onun cinsindendir.

“Kabir azâbına uğrayanların ekserisi, idrar sıçrıntı ve kalıntılarından korunup temizlenmeyenler ile söz gezdirenlerdir.

“Kabirde Münker ve Nekîr’in suâli de haktır. Bu, büyük bir mihnet ve sıkıntı, mühim bir imtihandır. Allah Teâlâ bize, kâmil bir iman üzere kararlılık ihsan eylesin.”(71)


KIYÂMET(72) YERYÜZÜ ŞİDDETLE SARSILDIĞI ZAMAN

Mükevvenatta küçük-büyük hiçbir şey tesadüf eseri olmadığı gibi, zelzele de tesâdüfen meydana gelmiş bir hâdise değildir. Kur’ân-ı Kerim’de kıyâmetle alâkalı hâdiseler anlatılırken, meselâ Zilzâl sûresinde buyuruluyor ki:

“Arz kendine hâs şiddetli bir zelzele ile sarsıldığı, yer ağırlıklarını dışarı çıkardığı ve insan, ‘Buna ne oluyor!’ dediği vakit; (işte) o gün, yeryüzü bütün haberlerini anlatır; çünkü Rabb’in, ona vahy etmiştir (bunu emretmiştir)...”

İşte bugün yeryüzünde yaşadığımız depremler, kıyâmetin zelzelesinin küçük çaptaki bir örneğidir. Üzerinde yaşadığımız bu küre-i arz, akıllı-şuurlu bir varlık olmamasına rağmen, âyette, Rabb’imizin ona vahyettiği bildiriliyor. Bu da bize, her şeyin olduğu gibi arzın da Rabb’imizin terbiyesinden geçtiğini gösteriyor. Zelzele de olsa, kasırga da gelse, sel de bassa, üzerimize taş da yağsa, hatta yer-gök birbirine de karışsa bütün bu hâdiseler Cenâb-ı Hakk’ın emri dâhilindedir. Hiçbir hâdise gelişigüzel ve tesâdüfî değildir. Binâenaleyh her şey Âlemlerin Rabbi’nin terbiyesinden geçtiğine ve onun emriyle olduğuna göre, bütün bu hâdiselerden bizim almamız gereken dersler ve ibretler vardır. İşte onun içindir ki, kıyâmetin zelzelesini anlatan Hac sûresinin ilk âyetinde, “Ey insanlar! Rabbinizden korkun. Hakikaten kıyâmet sâatinin zelzelesi çok büyük (çok şiddetli ve çok dehşetli) bir hâdisedir” buyuruluyor.

Meselâ 17 Ağustos 1999 gecesi Marmara bölgesinde yaşadığımız sarsıntı da, hiç şüphesiz bize, Allah Teâlâ’nın bir gün yeryüzünü sarsacağını, gördüğümüz şu mükevvenâtın, şu düzenin berheva olup gideceğini hatırlatmıştır. Eğer insanlar emeklerinin bu şekilde toz duman olup gitmemesini istiyorlarsa, her zaman teyakkuz hâlinde olmaları gerekir. Cenâb-ı Hak bizim bu çeşit musîbetlerden korunmamız için takvâ yolunu göstermekte ve ‘Ey insanlar, Rabbinizden ittika edin, kıyâmetin dehşetinden korkun. Rabbinizin haramlarından sakının, kısacası takvâ yoluna girin’ buyurmaktadır. Takvâ çerçevesine girmek, Rabbimizin himâyesine girmektir. Haramlardan, mekruhlardan, hatta şüphelilerden de sakınıp, meşrû dâirede yaşamaktır. Bu da her isteyenin, irâdesine hâkim olabilen herkesin yapabileceği bir şeydir.

Cenâb-ı Hakk cümlemizi müttakîler zümresine ilhâk eylesin. Âmîn...

KUR’ÂN-I KERİM’DE KIYÂMETİN TASVÎRİ

Başlangıcı olan her şeyin bir de sonu vardır. İhtiyar dünyamız ve onun içinde bulunduğu kâinat sistemi de, kıyâmetle son bulacaktır. Elbette bu durumda korkunç değişiklikler olacak; o âna kadar mevcut olan her şey, bu değişikliklerden nasîbini alacaktır.

Zaman zaman yaşadığımız depremlerle birlikte bu husus, birçok insanın aklına mutlaka gelmiştir... Ve âdeta, sarsıntının şokunu yerinde ve derinden duyan bazı insanlar, zelzeleleri, bu sonun başlangıcı olarak düşünebilirler. Zira, ilmin ortaya koyduğu verilerden hareketle, dünyanın bir kara delik tarafından yutulması, sistemdeki herhangi bir ârıza sonucu yaşanacak bir keşmekeşle bütün gezegenlerin birbirine girmesi ve âdeta ipi kopan tesbih taneleri gibi fezânın derinliklerine serpilmesi ve aradaki mükemmel âhengin harcı olan çekim ve red kuvvetinin yok olması gibi nice ihtimaller bu âkıbetin muhakkak olduğunu ifade etmektedir.

Kâinattaki her şey ilim ve irfan erbâbına hâl diliyle bunları fısıldarken, kitabımız Kur’ân-ı Kerim de aynı hakikatleri en açık bir şekilde ifade etmekte ve âdeta o gün olacakları tasvîr ederek gözümüzün önüne sermekte ve gönlümüze aksettirmektedir.

Öncelikle şu husus iyi bilinmelidir ki; kıyâmetin ne zaman kopacağının bilgisi, ancak Allâh’ın katındadır, sadece o bilir. Ondan başka kimse bilemez, vukûu da her an mümkündür, olabilir. Bazı âyetlerde bu husus ifade edilirken, kimsenin hiçbir zaman böyle bir sondan emin olamayacağı, olmaması gerektiği anlatılır ve hatırlatılır.

Şayet kıyâmetin kopuş zamanı bildirilmiş olsaydı, insanlarda bir uyuşukluk başlar, çalışma azmi kırılır, hayat, canlılığını kaybederdi. Bu sebeple sadece onun yakın olduğunu gösteren alâmetlere dikkat çekilmiş, kıyâmetin küçük ve büyük alâmetleri olduğu ifade edilmiştir. Bunlar arasında insan irâdesini aşan büyük çapta hâdiseler olabileceği gibi, cehâletin artması, alkollü içkilerin çokça içilmesi, fuhşiyâtın çoğalıp refâhın artması, binâların yükselmesi, zulmün-haksızlığın yaygınlaşması, âhiretin unutulup dünya menfaatinin hep ön plana çıkması gibi emâreler de yer almaktadır.

Yine Kur’ân-ı Kerim’in pek çok sûresinde kıyâmetle alâkalı bilgiler vardır. Ayrıca, müstakil bir sûrenin isminin “Kıyâmet” olması da dikkat çekicidir. Kur’ân’ın tablolar hâlinde arz ettiğine göre o gün, fizik kanunları alt üst olacak, denizler tek deniz hâline gelecek, yanıp tutuşacak, gökler yarılacak, rengi değişecek, yeryüzü dümdüz olacak, yeni bir sistem kurulacak ve böylece dünya hayatı sona erecek. Bütün bunlar Kur’ân-ı Kerim’de anlatılmakta ve kıyâmet gününün diğer günlerden çok farklı olacağı ısrarla belirtilerek insanların ders ve ibret almaları istenmektedir.

KIYÂMETTE DAĞLARIN VAZİYETİ, KORKUNÇ GÜRÜLTÜ VE DEHŞET MANZARALARI

Kur’ân-ı Kerim’de, geçmiş milletlerin başlarına gelen belâların, zelzele, tûfan ve kasırga gibi âfetlerin kıyâmet manzaralarına benzer çok küçük hâdiseler olduğuna dikkat çekilmektedir. Kıyâmet kopacağı anda kâinat, sarsıntı ve gürültünün şiddetinden, karanlığın korkunçluğundan bir başka hâl alacak... Dünya başka bir dünyaya tebdil edilecek, her şey ve her yer alt üst olacaktır. “Yer şiddetle sarsıldığı, dağlar darmadağın edilip parçalandığı, uçuşan toz zerreleri hâline geldiği zaman...” mealindeki âyetler, bu dehşetli âkıbeti-sonu, olanca dehşetiyle hissettirmektedir.

Aynı şekilde, bu yer kürenin şiddetli zelzelelerle sarsılacağı, bir kısım yerlerin çöküp bir kısım yerlerin yükseleceği, arzın içindekileri kusup dışarı atacağı, birtakım toprakların zerreler hâlinde boşlukta savrulacağı, dağların renkli atılmış pamuk gibi havada uçuşacağı, dünyanın yıkılmakta olduğunu gören insanların korku ve dehşet içinde şaşırıp kendisine hâkim olamayarak sarhoşlar gibi, “Ne oluyor bu dünyaya?” diye şaşkınlıktan sorular soracağı anlatılmaktadır. Resmedilen bu tablolar, âdeta dinleyenleri, ayağının altındaki sarsılmaz gibi duran her şeyi oynatıp sarsmakta ve altlarındaki toprağın kayıp gittiğini vehmettirmektedir.

“Dağlar yürütülür, serap hâline gelir”(73) gibi âyetlerde ifade edildiğine göre, her tarafın dümdüz olacağı... Kâinatın bu değişikliği içinde dağlar da kendilerine verilen vazifeyi yerine getireceği... Yerlerinden harekete geçip yürütülerek bir toz bulutu, bir kum yığını hâlini alacağı... Havada renkli yün parçaları gibi savrulacağı ve böylece günün dehşetine yeni korkular ve ürpertiler ilâve edeceği anlatılmaktadır.

KIYÂMET ESNASINDA DENİZLERİN HÂLİ

Kıyâmette meydana gelecek olan büyük değişikliklerden biri de, çeşitli maksatlarla istifâdemize sunulan denizler ve nehirlerde olacaktır. Kur’ân-ı Kerim bu korkutucu ve dehşet verici hâdiseyi, “Denizler birbirine katıldığı (ve tek deniz hâline geldiği) zaman”(74) beyânıyla gâyet açık bir şekilde insanların gözlerinin önüne sermektedir.

Buna göre denizlerin tek deniz, onları besleyen nehirler ve diğer suların da bu denize karışacağı anlaşılmaktadır. Yine, “Denizler kaynatılıp ateş kesildiği zaman”(75) âyetinde ifade edildiği üzere, denizler tutuşturulup kaynatılacak; ancak, ilk bakışta bu vaziyet insana tuhaf gelebilir. Ama suyun asıl terkibini dikkate aldığımız zaman, bunun hiç de tuhaf olmadığını görürüz.

Allah Teâlâ suyu iki farklı gazdan, yani oksijen ve hidrojenden yaratmıştır. Biri ateşin yanması için gereklidir, diğeri de kendi kendine tutuşarak ateş olur. İkisi birleştiğinde ise, ateşi söndüren suyu meydana getirir. Oysa bu iki gaz birbirinden ayrıldığında, hidrojen kendi kendine tutuşur ve oksijen de bu ateşi hızlandırır.

KIYÂMETTE GÖKYÜZÜ NASIL BİR HÂL ALACAK?

Üzerimizde muhteşem bir şekilde duran göğün ve etrafımızı saran atmosferin bir gün bu hâlini değiştireceğini idrâk etmekte güçlük çeksek de, mevzû ile alâkalı âyetlerin ışığında onların nasıl korkunç bir manzaraya bürüneceğini, az da olsa hayâl ve tasavvur edebiliriz. Kusursuz-eksiksiz-pürüzsüz yaratılan ve yıldızlarla süslenen semânın ne hâl alacağını, “O gün gökyüzü şiddetle çalkalanır”(76) İlâhî beyanı ve benzeri âyetler açıkça ifade etmektedir.

“Gökyüzü yarıldığı vakit”(77), “O gün gökyüzü açılır ve orada pek çok kapı meydana gelir”(78) âyet-i celîlelerinde, semânın yarılıp kapı kapı açılacağı... “O gün semâ (gökyüzü), erimiş mâden gibi olur”(79) âyetinde, erimiş bakır gibi olacağı ve gül kırmızısı yağ hâlini alacağı... “Hatırla ki o gün, yer başka bir yere, gökler de (başka göklere) çevrilip değiştirilecek”(80) âyetinde ise, semânın değişeceği; infitar ve inşikak ederek Güneş ve Kamer’i tutulup, yıldızları da söndürülerek dağıtılacağı; göğün dürülerek başka göklere tebdil edileceği bildirilmiştir.

Güneş, Ay ve yıldızlar bu tavanın süsü, zamanın bilinmesi için yaratılan ve insanların istifadelerine sunulan varlıklardır. Ancak gök yarılıp ayrılınca, elbette tavanda bulunan bu süslerde de birtakım değişiklikler olacaktır. Nitekim “Güneş dürüldüğü (ve nûru-ışığı söndürüldüğü) zaman”(81); “Ay tutulup (ışığının büsbütün gittiği), Güneş ile Ay bir araya toplandığı zaman”(82) âyetlerinde Rabbimiz (c.c.) bunları haber vermektedir. Güneş ve Ay’la alâkalı olarak, bunlar yalnız Kıyâmet sûresinde yanyana zikredilmektedir. Ay, ışığını güneşten alması sebebiyle kıyâmet gününde Güneş ışığını kaybedince, ay tutulması olacak; dolayısıyla her ikisi de simsiyah hâle gelecektir.

O günün dehşetini artırmak için yıldızlarda da hareket ve değişmeler başlayacak... Düzenleri tamamen bozulup nurları-ışıkları kaybolacak. Aralarındaki câzibe ve red (çekme ve itme) kanunları kalkıp, kâinatta bomboş dolaşmaya, dökülüp saçılmaya başlayacaklar. Bu husus da, “Yıldızlar dökülüp saçıldığı zaman...”(83) “Yıldızlar kararıp dürüldüğü zaman”(84) “Yıldızlar(ın ışığı) söndürüldüğü zaman”(85) âyet-i kerimeleri gibi daha pekçok âyette açık bir şekilde ifade edilmektedir.

KIYÂMET GÜNÜ CANLILARIN DURUMU

Yeryüzünde sadece câmidatta değil, canlılarda da birtakım haller olacak. Nitekim bu vaziyeti tasvîr eden âyet-i kerimelerde buyuruluyor ki:

“Ey insanlar! Rabb’inizden korkun! Çünkü kıyâmet saatinin zelzelesi (depremi-sarsıntısı) çok büyük (dehşetli ve şiddetli) bir şeydir. Onu gördüğünüz gün, her emzikli kadın emzirdiğinden vaz geçer; (çocuğunu unutup terk eder). Her hâmile (kadın), çocuğunu düşürür. İnsanları da sarhoş (gibi) görürsün; halbuki onlar, sarhoş değillerdir. Fakat Allâh’ın azâbı çok şiddetlidir.”(86) “Göz kamaştığı, Ay tutulduğu, Güneş’le Ay bir araya getirildiği zaman! (İşte) o gün insan, ‘Kaçacak yer neresidir? (Var mı kaçacak mekân?) diyecektir!”(87)

İşte bu âyetlerde de ifade edildiği gibi, birinci Sûr’un üfürülmesiyle kâinatta meydana gelecek olan o büyük değişikliklerden insanoğlu şaşkına dönecek... Büsbütün kontrolünü kaybedip pervâneler gibi dönmeye başlayacak... İrâdesiz-kontrolsüz hareketler yapacak, kaçacak yer arayacak... Dengesini kaybederek sarhoş gibi olacak... Zira kıyâmet, akılları baştan alacak!..

Kıyâmetin o dehşet manzaralarından biri de, son derece canlı bir şekilde, “İnkâra devam ederseniz, (şiddet ve dehşetinden) çocukları ak saçlı ihtiyarlara çevirecek (olan) o günden kendinizi nasıl koruyacaksınız?”(88) âyetiyle hatırlatılmaktadır. O günün korkunçluğundan çocuk, ak saçlı ihtiyarlara dönüyor. İhtiyarlığa en uzak yaştaki küçücük insanın simsiyah olan saçları, bembeyaz hâle geliyor. Yine bu âyetle, kıyâmet gününün şiddet ve dehşeti ile insanın çaresizliği kâfirlere hatırlatılıyor; bu korkunç günden haberdâr ediliyor.

Demek ki kıyâmetin şiddeti ve korkunçluğu, insanlar üzerinde sadece mânen-rûhen tesir etmekle kalmıyor; şekil değişiklikleri ve maddî değişiklikler de meydana geliyor.

FELÂKETLERDE ÖLENLER VE TELEF OLAN MALLARI

Zelzele, yangın, kaza ve sâir âfetlerde hayatlarını kaybedenlerin hâli nedir?

Dinimizce bu gibi âfet ve felâketlerde ölen mü’minlerin kendileri şehit, telef olan malları da sadaka hükmündedir. Geride kalanlara ise sabretmek düşüyor.

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz bir hadîs-i şeriflerinde, “Mü’min kişinin durumu ne kadar şaşırtıcıdır! Zira her işi onun için bir hayırdır. Ona memnun olacağı bir şey gelse, şükreder ecre nâil olur; bir zarar gelse sabreder, yine sevap kazanır” buyurmuşlardır.

Binâenaleyh, Müslüman olan her ferdin kendini, meydana gelen hâdiseden mes’ûl tutup murâkabe etmesi gerekir. Zira hâdiseler tesâdüfî değildir; dolayısıyla ‘Benim günâhımla bu hâdiselerin ne alâkası vardır?’ diyemeyiz. İnsan, aklıyla-fikriyle, letâifiyle küllî bir varlıktır. Mükevvenatın enmûzeci, yani küçük bir misâlidir, örneğidir. Bu itibarla onun günâhıyla-sevâbıyla bütün mevcûdat alâkadar olabilmektedir. Kâinatın Efendisi Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), üzerinde bir bulut belirdiği zaman rengi sararır, hemen secdeye kapanırdı. Sonra da ellerini açarak, ‘Allâh’ım, bu bulut geçmiş kavimlerin üzerine gelen musîbet habercisi bir bulut olmasın!’ diye iltica ederdi. Bir kıtlık ânında Hz. Ömer (r.a.), ‘Benim günahlarım yüzünden bu insanları helâk etme Allâh’ım!’ diye yalvarmıştır. O halde biz de, ‘Acaba benim günâhımdan mı?’ deyip, Rabbimizin dergâhına ellerimizi açarak, ‘Benim günâhım yüzünden insanları helâk etme Allâh’ım!’ diye tazarrû ve niyazlarda bulunmalıyız.

Dış görünüşü itibariyle felâketler-musîbetler insanın gönlünü rencide eder. Ama biliriz ve inanırız ki, rahmet-i İlâhiyeden fazla da merhamet olmaz. Zira o, rahmet edenlerin en merhametlisidir. Vuku’ bulan hâdiseler de tesâdüfî olmadığına göre, bize kötü gözüken bu manzaranın arkasında belki de fark edemediğimiz nice iyilikler olabilir. Bir defa musîbetler, umumiyetle yapılan hataların neticesinde gelir. Ve insanları otokritiğe, yani kendi kendini tenkide, muhasebe ve murâkabe etmeye yöneltir. Binâenaleyh, en başta ikaz ve ibret derslerimizi alıp, ‘Allah Teâlâ bu musîbeti bize verdi ve bununla bizi temizledi...’ diye düşünmemiz gerekir. Ölüden diri, diriden de ölü çıkabileceği gibi, musîbetlerden de iyi neticelerin doğabileceğini bilmemiz lâzım.

Bu vesile ile belâ ve musîbetlerde hayatlarını kayben bütün mü’minlere Cenâb-ı Hakk’tan rahmet ve mağfiret, geride kalanlarına da sabr-ı cemil niyâz edelim.

 

DİPNOTLAR VE AÇIKLAMALAR

(1)     Bakara sûresi, 2/3-4

(2)     Münâvi, Feyzu’l-Kadîr, 3, 29; Câmiu’s-Sağîr, 1, 133.

(3)     İbrahim sûresi, 14/27.

(4)     Müslim, Sahîh, İman, 34; Ebû Dâvud, Sünen, Taharet, 26.

(5)     Tirmizî, Sahîh, Cenâiz, 70; Irakî, el-Muğnî, 1, 97.

(6)     Tirmizî, Sünen, Kıyamet, 26.

(7)     Abese sûresi, 80/19-22.

(8)     Yâsîn sûresi, 36/78-79.

(9)     A’raf sûresi, 7/8-9.

(10)   Kaf sûresi, 50/18.

(11)   Hakka, sûresi, 69/19-33.

(12)   İnşikak sûresi,, 84/7-13.

(13)   Buharî, Sahîh, Mezâlim, 2; Müslim, Sahîh, Tevbe, 6.

(14)   Kvser sûresi, 108/1.

(15)   Tirmizî, Sünen, Kıyamet, 14, 15.

(16)   Bkz. Buharî, Sahîh, Tevhid, 24; Müslim Sahîh, İman, 81; İbn Mâce, Sünen, Zühd, 33; Ebû Dâvud, Sünen, Sünnet, 25.

(17)   Bakara sûresi, 2/35.

(18)   Âl-i İmran sûresi, 3/133.

(19)   Bakara sûresi, 2/24.

(20)   Beyine sûresi, 96/8.

(21)   Nâziat sûresi, 79/40-41.

(22)   Kaf sûresi, 50/31.

(23)   Muhammed sûresi,47/12.

(24)   Yûnus sûresi, 10/25.

(25)   En’âm sûresi, 6/127.

(26)   Faatır sûresi, 35/35.

(27)   Tâhâ sûresi, 20/75-76.

(28)   Vâkıa sûresi, 56/11-12.

(29)   Ebrâr, kelime olarak fazilet ehli, mes’ut-mutlu-bahtiyar insanlar demektir. Tasavvuf ıstılâhında ise, orta halli maneviyat yolcuları manasında kullanılır. Bunlar, manevi terakki için riyazat ve mücahede yolunu seçenlerdir. Mukarreb’ler ebrâr’dan daha üst dereceye sahip ve Allâh’a daha yakındırlar. Bu yüzdendir ki Ebû Saidi’l-Harrâz (k.s.), “Hasenâtü’l-ebrâr, seyyiâtü’l-mukarrabîn” demiştir. Yani; ebrâr nazarında hasenât (iyilik) olarak görülen (bazı) hususlar, mukarreblere göre seyyiât (kötülük-günah) sayılır.

(30)   İnfitâr sûresi, 82/13.

(31)   Mutaffifîn sûresi, 83/22.

(32)   Secde sûresi, 32/19.

(33)   Kehf sûresi, 18/107.

(34)   Mü’minûn sûresi, 23/11.

(35)   Tefsîru Taberî, 11, 73-76.

(36)   Secde sûresi, 32/17.

(37)   Buharî, Sahîh, Tefsir, 32; Müslim, Sahîh, Cennet, 2-3.

(38)   Müslim, Sahîh, İman, 333.

(39)   Zümer sûresi, 39/74.

(40)   Müslim, Sahîh, Cennet, 22.

(41)   A’raf sûresi, 7/43.

(42)   A’raf sûresi, 7/43

(43)   Vâkıa sûresi, 56/25.

(44)   Kehf sûresi, 18/30-31

(45)   Hac sûresi, 22/23.

(46)   Faatır sûresi, 35/33.

(47)   Tevbe sûresi, 9/72.

(48)   Zümer sûresi, 39/20.

(49)   Müslim, Sahîh, Cennet, 23, 24.

(50)   Muhammed sûresi, 47/15.

(51)   El-Makdisî, Kitâbü’l-Bed’u ve’t-Târîh, 1, 194.

(52)   Saaffaat sûresi, 37/45-47.

(53)   Tuur sûresi, 52/17-28.

(54)   Şuarâ sûresi, 26/85.

(55)   Nâziât sûresi, 79/30.

(56)   Cilt: 8, sayfa: 5566.

(57)   Sebîlürreşad Mecmuası, Haziran 1948, cilt: 1, numara: 5.

(58)   Hicr sûresi, 15/43-44.

(59)   Mü’minûn sûresi, 23/103.

(60)   Meâric sûresi, 70/15.

(61)   Hümeze sûresi, 104/4.

(62)   Hac sûresi, 21/4.

(63)   Müddessir sûresi, 73/26-29.

(64)   Duhân sûresi, 21/47-50.

(65)   Karia sûresi, 101/8-11.

(66)   Enbiya sûresi, 44/43-46.

(67)   Hac sûresi, 22/19-22.

(68)   Enbiya sûresi, 21/98.

(69)   Tahrîm sûresi, 66/6.

(70)   Haşr sûresi, 59/7.

(71)   el-Mektûbât, İmam-ı Rabbanî, 3, 17.

(72)   Bu makale, tarafımızdan 17 Ağustos 1999 Marmara Depremi dolayısıyla kaleme alınmış idi. Rabbim o günleri bir daha göstermesin. Amin... H.E.

(73)   Nebe’ sûresi, 78/20.

(74)   Abese sûresi, 80/3.

(75)   Tekvîr sûresi, 81/6.

(76)   Tuur sûresi, 52/9.

(77)   Mürselât sûresi, 77/9.

(78)   Nebe’ sûresi, 78/19.

(79)   Meâric sûresi, 70/80.

(80)   İbrahim sûresi, 14/48.

(81)   Tekvîr sûresi, 81/1.

(82)   Kıyamet sûresi, 75/8-9.

(83)   İnfitaar sûresi, 82/2.

(84)   Tekvîr sûresi, 81/2.

(85)   Mürselât sûresi, 77/8.

(86)   Hac sûresi, 22/1-2.

(87)   Kıyamet sûresi, 75/ 8-9-10.

(88)   Müzzemmil sûresi, 73/17.

Go to top