Tasavvuf erbabının büyüklerinden İbn Atâ (k.s.) der ki: “Duanın rükünleri vardır. Kanatları vardır. (Maksada îsal eden, hedefe ulaştıran) sebepleri vardır. Vakitleri vardır. Eğer dua rükünlerine tevafuk ederse (uygun düşerse), kuvvetli olur. Kanatlarına uyarsa semada uçar (Dergâh-ı izzete yükselir). Vakitlerine denk gelirse icabete nail olur. Sebeplerine tevafuk ederse muvaffakiyeti ve saadeti tam ve kâmil olur. Duanın rükünleri huzur-i kalptir (bütün fikir ve hisleriyle teveccühtür), rikkattir, huşu’dur, kalbin Cenab-ı Hakk’a tam bir surette bağlanmasıdır, diğer bütün sebepleri kesip atmaktır. Kanatları sıdk ve ihlâstır. Vakitleri seher zamanlarıdır. Sebepleri de Rasûlüllaha (s.a.v.) salât ve selâm’dır.”
Salât ü selâm hakkında gelen bazı hadisler
1. “Her dua semaya çıkmaktan men’olunmuş, yasaklanmıştır. Buna salât vasıl olursa/ulaşırsa o dua yükselir (Dergâh-ı icabete/kabul makamına varır).” (1)
2. Kim bana bir kerre salât okursa, Allah ona on salât eder, on günahını siler, derecesini on kat artırır.” (2)
3. “Cebrâil’le (a.s.) karşılaştığımda, bana şöyle dedi: Sana müjdeler olsun. Allah Teâlâ buyuruyor ki, ‘Kim sana selâm verirse ben ona selâm veririm. Kim sana salât getirirse ben ona salât (rahmet) ederim.” (3)
4. “Kıyamet günü bana insanların en yakını, bana en çok salavât getirendir.” (4)
5. İbn Übeyy b. Ka’b (r.a.) anlatıyor: Rasûlüllah (s.a.v.) gecenin üçte ikisi geçince kalkar ve, “Ey insanlar! Allâh’ı zikredin! ‘Sarsıcı’ kesinlikle gelecektir, ‘tâkipçi de onun arkasından gelecektir. Ölüm, içindeki (şiddet ve sıkıntılarla) gelecek; (öyleyse ahrete hazırlanın) ” derdi. (5)
İbn Übeyy (r.a.) devamla dedi ki:
“Yâ Rasûlellah, dedim, ben senin üzerine çok salavât getiriyorum. Buna vaktimin ne kadarını tahsis edeyim/ayırayım?”
“Dilediğin kadarını” cevabını alınca tekrar sordum:
“Dörtte biri nasıl?”
“Dilediğin kadar yap. Arttırırsan senin için daha hayırlıdır.”
“Üçte biri olsa?”
“Dilediğin kadar yap, arttırırsan senin için daha hayırlıdır.”
“Yarı olsa?”
“Dilediğin kadar yap. Arttırırsan senin için daha hayırlıdır.”
“Üçte iki nasıl?”
“Dilediğin kadar yap. Arttırırsan senin için daha hayırlıdır.”
“Bütün vakitlerimde sana salât getirsem?”
“Bu takdirde yeter, (dünyevi ve uhrevi) dileğin kabul edilir. Günahın mağfiret olunur/bağışlanır.’ buyurdular.” (6)
6. “Herhangi bir zümre/grup bir yerde oturup da Allâh’ı anmadan, bana salât getirmeden dağılırsa, üstlerine Allah’tan bir hasret çöker. Dilerse onları azaplandırır, dilerse onları bağışlar.” (7)
7. “Kim bana salât getirmeyi unutursa, ona cennetin yolu unutturulur. (Cennetin yolunu terk etmiş olur).” (8)
8. “Kim kabrimin yanında bana salât ederse, ben onu işitirim. Kim uzakta bulunarak üzerime salât getirirse, o bana ulaştırılır.” (9)
9. “Kim sabaha erdiğinde on, akşama girdiğinde de on defa salât okursa, kıyamet günü şefaatim ona ulaşır.” (10)
10. “Kim bana bir günde bin defa salât okursa, cennetten yerini görmedikçe ölmez.” (11)
11. “Cuma günü günlerinizin en faziletlilerindendir. O günde benim üzerime salâtı çoğaltın. Zira sizin salâtınız bana o gün arz olunur.” (12)
Rasûlüllah’a (s.a.v.) getirilecek salavât-ı şerifenin muhtelif şekilleri, metinleri ve bunların istinat ettikleri bazı rivayetler vardır. Bunlardan metni kısa, fakat mânâsı zengin, sahih rivayetlere de uygun olan salavâttan biri şudur:
“Allâhümme salli vesellim ve bârik alâ seyyidinâ Muhammed’in ve alâ âli seyyidinâ Muhammed’in bi-adedi ilmik.” (13)
***
OKUNAN SALÂT U SELÂMLARA MELEKLERİN VERDİĞİ MÜJDE
Resûlüllah Efendimiz (s.a.v.), Rabbine karşı olan edep tavrının yanında, biz ümmetine karşı da daima şefkat ve merhametle doludur. O raûf ve rahîmdir. Bu halini “ümmetî, ümmetî” diyerek kavlen de ifade etmişler, fiilen ve amelen de her zaman ortaya koymuşlardır. Onu, rahmet ve bereketine mazhar kılan Cenâb-ı Hak, bizi de, ona salât u selâm getirmekle mükellef tutmuştur.
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, Resûlüllah Efendimiz'e Allah Teâlâ'nın salâtı, rahmet etmesi ve onun şânını yüceltmesidir. Meleklerin salâtı, Peygamber Efendimiz'in şânını tebcîl etmek (ona saygı göstermek-şanının daha da yükselmesini istemek), mü'minlere bağış dilemek mânâsınadır. Mü'minlerin salâtı ise, duâ mânâsına gelmektedir. Allâhü zû'l-Celâl ve'l-Kemâl hazretleri bütün mü'minlere, peygamberine salât ve selâm getirmelerini emretmekte ve ona saygı göstermelerini istemektedir.
Kısaca, “Allâhümme salli alâ Muhammed” demek salât, “es-Selâmü aleyke eyyühe'n-Nebiyyü” demek selâmdır. “Sallallâhü aleyhi ve sellem” cümlesinde ise, hem salât hem de selâm mevcuttur. Resûlüllah Efendimiz'den rivâyet olunan pek çok salât ü selâm vardır. Bunları okumak, mümkün olduğu kadar çokça salât ve selâm getirmek, onun sevgisini, rahmet ve re’fetini celp eder, şefâatine vesîle olur. Zira, salât ü selâmlarla her an onu unutmayan, kendini de ona tanıtmaya ve hatırlatmaya çalışan ümmetini, öyle inanır ve ümit ederiz ki, o da unutmayacaktır.
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Sevgili Peygamberimiz'e (s.a.v.)ümmet olma nîmetinin şükrü, bir nebze de olsa herhalde ona salât ve selâm getirmekle mümkün olur. Hatta o İki Cihan Serveri'nin adı anıldığı zaman salavât getirmenin vâcip olduğuna hükmeden âlimlerimiz vardır. Nitekim bir hadîs-i şeriflerinde Resûlüllah Efendimiz, “Gerçek cimrî, yanında zikrim geçtiği halde bana salavât okumayandır” (14) buyurmuşlardır. Bir başka hadîs-i şeriflerinde de, “Yanında ismim zikrolunup da bana salavât getirmeyen kimsenin burnu sürtünsün (hakarete uğrasın)!” (15) ikazıyla-uyarısıyla meselenin ehemmiyetine işâret etmişlerdir.
Resûlüllah Efendimiz, bizden kendisine giden her selâmdan haberdâr olduğunu şöyle ifade buyuruyorlar: “Allâh’ın yeryüzünde seyahat eden melekleri vardır; onlar, ümmetimden bana selâm tebliğ ederler (selâmlarını ânında bana getirirler).” (16)
Resûlüllah Efendimiz'e (s.a.v.) getirilen salât ve selâmlar, onu son derece memnun ve mesrûr etmektedir. Nitekim Ebû Talha (r.a.) şöyle anlatıyor:
“Bir gün Resûlüllah (s.a.v.) yüzünde bir sevinç olduğu halde geldi. Kendisine,
— Yâ Resûlellah! Yüzünüzde bir sevinç görüyoruz! deyip sebebini sorduğumuzda, cevaben şöyle dediler:
— Bana iki melek geldi ve şu müjdeyi verdi:
‘Ey Muhammed! Rabbin buyuruyor ki: Sana salavât okuyan herkese benim on rahmette bulunmam, selâm okuyan herkese de benim on selâm okumam sana (ikram olarak) yetmez mi?” (17)
***
SALAVÂT-I ŞERİFE OKUMANIN MÜSTEHAP OLDUĞU YERLER
Âlimler salavât-ı şerife okumanın müstehap olduğu yerleri şöyle açıklamışlardır:
Cuma günü ile Cuma gecesi, Cumartesi, Pazar ve Perşembe günleri… Bu üç gün hakkında hadis-i şerif vardır.
Sabah-akşam mescide girerken, çıkarken…
Peygamberimizin kabrini ziyaret ederken…
Safa ile Merve’de…
Cuma hutbesi ile diğer hutbelerin öncesinde müezzine icabet ettikten hemen sonra…
İkamet edilirken…
Duanın başında, ortasında, sonunda…
Kunut duasından sonra… (Bahusus Salât-ı Münciye okumak ki, aşağıda gelecek)
Telbiyeyi bitirdikten sonra…
Bir yere toplanırken ve dağılırken…
Abdest alırken… (Her a’zayı yıkamaya Beslemele ile başlayıp ardından Kelime-i Şahadet ve sonrasında da Salâvat okumak)
Kulak çınlarken… (Önce Salavât, ardından ‘Yarabbi, beni hayırla ananı, nezdinde hayırla yâd eyle’ denir)
Bir şey unutulduğu vakit…
Va’za-sohbete ve derse başlarken, hadis-i şerif okumaya başlarken ve bitirirken; sual ve fetva yazarken salavât getirmek mustehap olduğu gibi her musannıfın (kitap yazanın), her hoca ve talebenin, hatibin, kız isteyenin, evlenenin, evlendirenin salavât getirmesi de müstehaptır. (18)
Müekket sünnetlerin yani öğlenin farzından evvel, cumanın farzından evvel ve sonra kılınan dört rek’atli namazların ilk oturuşunda salavât okunmaz, mekruhtur. Diğer bütün dört rek’atli nafile namazların ilk oturuşunda da aynen son oturuşu gibi salevât okumak sünnettir. Üçüncü rek’ata kalkınca da Sübhâneke ve Eûzü okunur. (19)
***
SALAVÂT-I ŞERİFE OKUMANIN MEKRUH OLDUĞU YERLER
Cima halinde, def’-i hacet anında, aksırırken, hayvan keserken ve bir şeye şaştığı zaman, satılan malın meşhur olması için salavat getirilmez, mekruhtur. Kur’an-ı Kerim veya hutbe okunurken Peygamber Efendimizin (s.a.v.) ismini işittiğimizde de salavât getirmek mekruh olur. Çünkü bunlarda susup dinlemek vaciptir…
Nakali’ye (rh.) “Kur’an-ı Kerim okumak mı yoksa Peygamber Efendimize, âl ve eshabına salât u selâm okumak mı efdâl?” diye sorulduğunda şöyle demiştir: “İçinde namaz kılınmayan vakitlerde (güneş doğarken, batarken ve istiva halinde yani öğleden 15-20 dakika evvelinde) Peygamber Efendimize (s.a.v.) salavât okumak, dua ve tesbih ile meşgul olmak kıraatten evlâdır. Selef-i salihin bu zamanlarda Kur’anı Kerim okumayıp tesbihte bulunurlardı.” (20)
***
“ASPİRİN GİBİDİR, REÇETESİZ SATILIR”
Kur’an ayetlerinden, Esmâ-i Hüsnâ’dan ve Ehâdis-i Nebeviye’den meydana gelmiş evrad-ı şerifeler (dua mecmuaları) olduğu gibi, sırf salavât-ı şerifelerden teşekkül etmiş virdler da vardır. Mesela “Delâil-i Hayrât” bunlardandır. Evrâd-ı şerifelerin okunması, tasavvuf ehli için izne tabi olduğu halde, salavâtlardan meydana gelmiş olanların okunması bu iznin dışındadır. Nitekim son devir dersiamlarından ve Nakşi yolu müceddidin kolu’nun 33. ve son halkasını teşkil eden Süleyman Hilmi Silistrevî (k.s.) hazretlerine birileri, “Efendim, Delâil-i Hayrât okumak istiyorum, okuyabilir miyim?” diye sorduğunda, cevaben, “Okuyabilirsin; o salavâtlardan mürekkeptir, izin iktiza etmez; aspirin gibidir, reçetesiz satılır”, yani ayrıca bir izin gerekmez buyurmuşlardır.
Keza bir va’zlarında, vitir namazında kunut dualarından sonra “Salât-ı Münciye” okunmasını tavsiye etmişlerdir. Böylece günün son namazının onunla mühürlenerek Allâh’a arz olunacağını ve bu mühür sebebiyle kontrole hacet kalmadan nezd-i ilahiye kabul edileceğini beyan etmişlerdir. Reddü’l-Muhtar’da salavât okumanın müstehap olduğu kısımda bu madde de kayıtlıdır. (21)
Bir sohbetlerinde de şu açıklamalarda bulunmuşlardır: “Salavât-ı şerîfenin semerâtına (meyvelerine, onlardan hâsıl olacak dünyevî ve uhrevî mükâfata) asıl muhtaç olan bizleriz. Resûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz, “Biz seni, ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik” (22) âyetinin sırrına sahip olmakla, onun hazînesi zâten rahmet-i ilâhiye ile doludur. Getirilen salavât-ı şerîfeler, o dolu hazînenin taşmasına vesîle olur da, bir çok hayır ve bereket olarak tekrar sahibine (yani salavâtı okuyana) avdet eder (döner).”
DİPNOTLAR
(1) Hâkim, Beyhakî, Abdurrahman b. Avf r.a.’den rivayet etmiştir.
(2) Tirmizî, Sünen, Salât, 357; et-Tâcü’l-Usûl, 5, 133; İbn Hibbân da İbn Mes’ûd r.a.’den rivayet etmiştir.
(3) Hadis-i şerifte geçen “râcife (sarsıcı)”den murad, “nefha-i ûlâ” yani birinci nefha denen İsrâfil aleyhisselamın yapacağı ilk üflemedir. Bu ilk sur’a üfleme ile bütün canlılar ölecektir. “Râdife (tâkipçi)” ise “nefha-i sâniye” denilen ikinci üflemenin adıdır. Bununla da, ilk sur’da ölen canlılar dirileceklerdir. Nitekim Kur’ân-ı kerim’de, “O gün sarsan sarsacak, onun ensesine binecek olan da ardından gelecek” (en-Nâziât, 79/6-7) buyrulmuştur. Müfessirlere göre “sarscı”, birinci nefhadır. Sarsılacak olan da; yeryüzü, dağlar gibi o zaman hareketi şiddetlenecek olan bütün cansız cisimlerdir. O zaman yeryüzünde bulunan bütün canlılar ölecek... “Râdife (tâkipçi)” ise, ikinci nefhadır ki, o zaman da gök ve yıldızlar parçalanıp dağılacak... Bu ikinci nefhada halk dirilip hesap vermek için yeni bir hayata kavuşacaktır. (Beyzavi, Celâleyn, Medârik) “Gelecek” diye, muzâri sîgasiyle (gelecek zamanla) ifade edilen fiilin aslı hadiste, mâzi sîgasiyle yani geçmiş zaman kipiyledir. Vukuu muhakkak yani meydana geleceği kesin olduğundan, aynen olmuş gibi ifade edilmiştir. “Ölümün içindeki”inden maksat da; can çekişme anında, kabirde ve daha sonraki safhalarda karşılaşılacak sıkıntılar ve dehşetli hallerdir.
(4) Tirmizî, Sünen, Kıyamet, 24, Hadis No: 2459.
(5) Tirmizî, Sünen, Deavât, 110, H. No: 3540; İmam Ahmed, Müsned, 1, 2001; Buharî, Nesâî, ve Beyhakî de, Hz. Ali r.a.’den rivayet etmişlerdir.
(6) Tirmizî, Sünen, Deavât, 110, H. No: 3539.
(7) Ebu Dâvud, Tirmizî, Hâkim, Ebu Hüreyre r.a.’den rivayet etmiştir.
(8) Feyzu’l-Kadir, 6, 129; Beyhakî, Ebu Hüreyre r.a.’den rivayet etmiştir.
(9) Feyzu’l-Kadir, 3 400; Beyhakî, Ebu Hüreyre r.a.’den rivayet etmiştir.
(10) Nesâî, Sünen, Sehv, 46, III, 43; İmam Ahmed, Beyhakî, Dâremî, İbn Hibbân, Ebu Nuaym, Ebu Mes’ud Akabe r.a.’den rivayet etmiştir.
(11) Hafız el-Münzirî, Et-Terğîb ve’t-Terhîb, 2, 501.
(12) Ebu Dâvud, Sünen, 2, 88; Nesâî, İmam Ahmed, ve Beyhakî, Evs r.a.’den rivayet etmişlerdir.
(13) Çantay, Hasan Basri, Kur’ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm, İstanbul, 1976, 2, 752-755, 103 no’lu dipnot.
(14) Tirmizî, Sünen, Deavât 110.
(15) Nesâî, Sünen, Sehv, 55, III, 50; Feyzu’l-Kadir, 6, 169; et-Tâc, 5, 145.
(16) Nesâî, Sünen, Sehv 46.
(17) Nesâî, Sünen, Sehv 55.
(18) Reddü’l-Muhtar ale’d-Dürri’l-Muhtar, 1 , 518.
(19) Reddü’l-Muhtar ale’d-Dürri’l-Muhtar, 1, 517, Hindiye’den naklen.
(20) el-Fetâva’l-Hindiye, 5, 315.
(21) Reddü’l-Muhtar ale’d-Dürri’l-Muhtar (İbn Âbidîn), 1, 518.
(22) el-Enbiyâ, 21/107.